Antik Kentler Nasıl İnşa Edildi?
"Kentler, insan coğrafyasının dünya gezegenindeki yeni harita detayıdır."
Türümüz yüzbinlerce yıl yaşında ve bu zamanın çoğunda gezegenimizi diğer insanlarla, kendi yerel bölgelerimizin etrafında dolanıp, yenilebilir bitkiler toplayarak, balık tutarak ve avlanarak paylaştık. Gruplar genellikle küçüktü, çoğu zaman sayıları otuzdan azdı. Bunun nedeni ise yerkürenin çoğu kısmında bu tarz bir yaşamın yoğun nüfusları destekleyemiyor oluşuydu. Tarihöncesi insanlar muhtemelen kalabalık gruplar halinde zaman zaman bir araya geldiler; törenler, eş bulmak ve bazen de hayvanlar ya da balıkların göçlerinin sağladığı ani besin kazancı için birlik oluşturdular. Bu toplumların kentlere ihtiyacı olmadığı gibi bu kentleri yaratacak gücü de yoktu. Kentler yuva olarak düşünülebilir, sosyal hayvanların – ki bizler her zaman sosyal olmuşuzdur– işbirliği yapıp, birbirini desteklemelerine izin veren, yoğun bir şekilde dolu yaşam ortamlarıdır. Ama insanlık tarihinin genelinde, yuvalarımız çok daha ufak olmuştu. Yaşlıların küçüklere göz kulak olabildiği ve yetişkinlerin daha geniş alanlarda yiyecek toplayabildikleri mevsimsel kamplar halindeydiler.
- Yazar : Greg Woolf
- Tarih : 2021-01-16 16:27:51
Yerleşik düzene geçiş ve tarım bütün bunları değiştirdi. Balıkçılık yapan insanların tüm yıl boyunca yaşayabilecekleri birkaç yer vardı ancak yerleşimin temelinde, bizleri toprağa bağlayan, sadece boş bölgeler olan geniş alanlar yerine, yerleşim yeri haline gelecek evleri ortaya çıkartan tarımın gelişimi bulunmaktadır. Holosen Çağının başlarında, çiftçilik, bir dizi farklı mahsul kullanılarak yerkürenin birçok bölgesinde ortaya çıkmıştır. Her çiftçilik yapısının merkezinde, enerji için gerek karbonhidratı sağlayacak bir ya da daha fazla tür bulunmaktaydı: buğday, arpa, akdarı, süpürge darısı, pirinç, mısır ve çeşitli kökler.
Bunlar zamanla, bakliyatlar, yeşil sebzeler, meyveler ve sonunda çeşitli evcilleştirilmiş çiftlik hayvanları ile tamamlandı. Bütün bunlar yıl boyu bakım gerektirmekteydi. Tarlaları temizlemek, ekim, ot yolma, hasat ve yiyeceklerin bir işleme tâbi tutulması için insan gücünden başka enerji kaynağı yoktu. Tarım, nüfusun çoğalmasını mümkün kıldığı gibi bunu bir gereklilik haline de getirdi. Çoğalan nüfus, sadece besin için değil, su ve barınak için de yeni talepler yarattı. Yoğun bir yerleşime sahip topluluklar, sosyal düzen ve çatışma değişimlerinde yükselişi sağlamıştır: rekabet ve gerginlik artık grupların bölünmesiyle çözülemez. Savaş, kanun, adalet ve mülkiyet yepyeni biçimler almışlardır. İnsan toplumu bir daha asla aynı olmayacaktır.
İlk kentler, bu başkalaşım geçirmiş insan manzarasında, tarımın ortaya çıkışından birkaç binyıl sonra görülmeye başlamıştır. Bilinen en eski oluşum Güneybatı Asya’da 6 binyıl önce ortaya çıkmıştır. Diğer erken kentleşme deneyleri Mısır’da, günümüz Hindistan ve Pakistan devletlerinin ortasından geçen İndus Nehri Vadisi’nde, Çin’de, Meksika Vadisi’nde, Sahra’nın güneyinde Sahel’de, And Dağları’nda, Mississippi Vadisi’nde, Amazon Havzası’nda ve daha sonra hızla başarısız olup iz bırakmadan yok olan daha birçok yerde görülmüşlerdir.
Eski nesil arkeologlar, bir grup yerleşik medeniyeti belirlemeye çalıştılar ve kentlerin yayılımını, fikirlerin yeni alanlara yayılımına dayandırarak açıkladılar. Şehirciliğin birçok icadı varmış gibi görünüyor. Tunç Çağında coğrafik olarak birbirlerine çok yakın olan Mısır, Mezopotamya ve Anadolu’daki kentler bile erken evrelerinde birbirlerinden oldukça farklı görünmekteydiler. Farklı kent kültürlerinin, çıkış noktalarından ayrı kollara ayrılmasındansa, bu kentlerin zamanla daha çok birbirlerine benzer hale geldiği görülmektedir. Bugün gezegende, havaalanından havaalanına, merkez iş bölgesinden başka merkez iş bölgesine hızla hareket ederken, aynı beton otoyollarla ve fiber optik kablolarla birbirine bağlı, büyüyen müthiş parlak çelikler ve camlarla bütün kentler basitçe birbirine benzeyebilir. Yeni bir yeri ziyaret ettiğimiz zaman, tıpkı Tokyo ve Londra’nın, Johannesburg ve San Francisco’nun birbirine benzemediği gibi özel tarzlarını anlayabilmek için eski şehrin bir versiyonunu veya başka bir halini ararız. Bu derin düşünce tarzı arkeologlar için önemlidir çünkü bizler çoğu zaman erken kentlerin ortak noktasının ne olduğunu tespit etmeye odaklandık. Bir tanımı belirlemeye yardımcı olan çarpıcı özellikler var: Kabile köylerinin yerlileri ya da çiftçi kasabalılara kıyasla, kent sakinlerinin kendi yemeklerini üretmesi olasılığı daha düşük, evleri ise kendi aralarındaki zenginlik, statü ve mesleklerine göre daha farklı çeşitlilikler sergilemektedir. Monica Smith, Cities. The first six thousand years [Kentler; İlk Altı Binyıl] eserinde yerel kentleşmenin tekrar tekrar yinelenen özelliklerini muhteşem bir şekilde ortaya koyar. Erken kentlerin hepsinde toplanma için alanlar, şehrin sınırlardan merkezine doğru giden ana yollar ve genellikle anıt olarak da adlandırabileceğimiz büyükçe yapılar vardı. Bunlar sıkça tapınaklar, saraylar, müthiş duvarlar ve giriş kapıları, tören alayı yolları, bazen de, Mayaların top sahası, Yunan tiyatroları ya da Roma amfitiyatroları gibi toplu törenlere ev sahipliği yapacak alanlar olarak yer aldılar. Bu yerlerin ailesel bir benzerliği var ancak ortak bir soydan gelmemektedirler. Tarihi çağlar boyunca, bir başka kent medeniyetinden gezginlerin uzak bir yere geldiği ve burayı hemen bir kent olarak tanımladığı birçok durum olmuştur. On üçüncü yüzyılda Moğol İmparatorluğu boyunca seyahat eden Venedikli Marco Polo, on dördüncü yüzyılda Doğu Asya ve Afrika’nın büyük kısmını gezen Faslı İbn-i Batuta ve on beşinci yüzyılda kendilerini Amerika’nın muhteşem kentlerinde bulan Ceneviz, İspanyol ve Portekizli kaşifler, gördükleri yerleri hemen bir kent olarak tanımış ancak bunların oldukça farklı geleneklerden geliştiklerini görmüşlerdir. Gittikleri her yerin ve bölge insanlarının, garip, alışılmamış özelliklerini anlatmışlardır ama “kent” kategorisinde asla bir şüpheleri olmamıştır. Kentler, tıpkı tarım gibi, 100.000 ila 20.000 yıl önce dünyadaki yerleşilebilir toprakları kolonileştiren erken insanların selefleri tarafından, tüm dünya çapında tekrar tekrar yeniden icat edilmiştir. Bu gözü kara kaşiflerin hiçbirinin bir “kent” hakkında fikirleri yoktu. Bu durumun tek açıklaması, kentlerin sıradan formlarının yeterli sayıda insanın uzun süre birlikte yaşaması ile ortak düşünce ve yaşam koşulları ile şekillenmesidir. Yapısal olarak kentlerin iki tür binadan türemiş olduğu düşünülebilir. İlki, insanların dinlenebileceği, doğa olaylarından korunabileceği ve sahip olduklarını saklayabileceği barınakların inşasıdır. Tarihöncesi dönem boyunca atalarımız, kayadan barınakları ve mağaraları modifiye etmiş, mamut derisinden çadır, kemiklerinden ise kulübeler yapmış, siperler kazıp üzerini çatı ile kapatmış, buzdan evler inşa etmiş ve daha başka bir sürü yolla kendine korunacak bir yer yapmayı öğrenmiştir.
Yuva yapma içgüdümüz evrenseldir, ama diğer tüm yuva yapan canlılardan daha çok çeşidini yaratabilmemiz teknolojik kapasitemizin bunu yapmaya elverişliliğindendir. Uzun mevsimsel gezginlik süresince yapılan geçici barınaklar, erken dönem yerleşik toplumlarının basit yapılarının temelini oluşturmaktadır. Bunlar çalışma, uyuma, yemek ve çoğu zaman ritüel işlevli alanları birleştiren tek ya da iki odalı yapılardır. Birçok erken köy, birbirine epeyce benzeyen bu tarz yapılardan oluşmaktaydı. Malzemeler ve mimari de farklılıklar görülebiliyordu. Bazı bölgelerde ahşap, bazılarında kerpiç ve taş daha uygundu. Bazı geleneklerde evler küçük ama kümelenmiş, bazılarında ise uzun evler bulunmaktaydı.
Evcilleştirilmiş hayvanlar ve de insanlar ufak alanlarda birlikte yaşarlardı. Yapıların, ailelerin dönüşümlü olarak birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için, akrabalık ya da komşuluğa dayalı olarak kolektif bir şekilde büyük gruplarca inşa edildiğine inanmak için iyi nedenler vardır. İkinci gelenek, kesinlikle ortak bir mesele olan ibadethanelerin yapımıydı. İnsan toplulukları tarım yapmayı öğrenmekten çok daha uzun bir zaman önce kutsal yerler yaratmaya başladılar. Buzul Çağ Avrupa’sının mağara duvar resimleri, Avustralya’nın kaya resimleri ve Amazon havzasında yakın zamanda keşfedilmiş insan ve hayvan resimlerinin hepsi on binlerce yıl öncesine tarihlenmektedir. Küçük ölçekte olmalarına rağmen yaratmak için büyük yetenek ve muhtemelen çok uzun zaman gerektirmişlerdir.
Holosen Çağın erken dönemlerinde, tarımın yavaş yavaş tamamlayıcı besin kaynağı olmaya başlaması ve avcılık ile toplayıcılığın yerini aldığı zaman, tüm dünya çapında bir grup büyük kutsal ibadethane ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunların arasında, karmaşık ve evrimleşen geleneksel daire- sel ve çizgisel toprak işi ile yekpare taşları kullanmasıyla, Batı Avrupa’nın megalitik yapıları da vardır. Bu tarz yapıların en erken örneklerinden biri şaşkınlık verici Göbekli Tepe’dir. Bu tür anıtsal alanlar, bazen uzak mesafelerden getirilen malzemelerle [Stonehenge’de olduğu gibi] ve olağanüstü iş günleri ile nesillerce inşa edilmiş ve detaylandırılmıştır.
Bu nedenlerle genellikle, büyük kolektif kült eylemlerinde bir araya gelen, geniş bir bölgeden nüfusun ortak çabalarını içerdikleri düşünülmüştür. Antik zamanların en harika tapınakları ve hatta Orta Çağ katedralleri aynı zamanda muazzam enerji tüketimini temsil ederler. Demir Çağ Yunanistan’ında kent devletlerinin ortaya çıkmasının ilk işaretleri kent merkezlerinde ve bölge sınırlarında büyük ibadethanelerin yaratılmasıdır.
Büyük anıtsal yapıları, erken kentlerden ayırt etmek arkeologlar için zor olmuştur. Bunun bir nedeni de günümüzde anıtsal yapıların erken evlerden daha çok görünür olmasıdır. Kahokya [Cahokia, Illinois, ABD] ve Büyük Zimbabve [Masvingo, Zimbabve]’deki anıtların izole yapılar oldukları düşünülmüştür ancak muhtemelen ikisi de kent alanlarıdır. Erken kentler, anıtsal yapıları, yerleşik çiftçilerin mütevazı meskenleri ile birleştirmiştir. Bu iki yapı genellikle farklı mimari kullanmış ve farklı ölçülerde yapılmışlardır. Muhtemelen aileler kendi evlerini inşa etmiş, yeni ortaya çıkan otoriteler de sadece büyük toplumsal projelerle ilgilenmişlerdir. Bu durum da genellikle konut mimarisinin geride kalmasına neden olmuştur.
Mezopotamya’nın ilk kentleri fiziksel olarak zigguratlar ve sarayların baskınlığı altındaydı, ancak duvarları aynı zamanda, tuğlaları yapan, ağır materyalleri taşıyan, tanrılara ve krallara desteklerini ve ordularını veren kitlelerin evlerini barındırmaktaydı. Bu ayrım Tunç Çağın bitişinden çok sonra da devam etmiştir. Roma Avrupa’sının ilk kentleri bazen duvarlarla çevrili ızgara plan üzerine yerleştirilmişti. İlk nesil evlerin çoğu, forum, çevredeki halka açık salonlar, tapınaklar ve seremoni kullanımı için yaratılmış tüm yapıların gölgesinde kalan, ahşap ve topraktan inşa edilen alçak yapılardı.
Kamu yapıları, yeni açılan taş ocaklarından, çatı kiremitlerinden ve Akdeniz teknolojisi ile üretilmiş diğer yapı malzemelerinden gelen ilk ürünleri alma hakkına sahiplerdi. Takip eden iki yüzyıl boyunca, her ne kadar kırsal kesimde zengin yöneticiler yapılan en harika villaların ölçüsü ile bir olmasa da daha büyük kent evleri ortaya çıktı. Antik çağlar boyunca kentler, kamusal zenginlik ve çoğu özel mülkün göreceli fakirliği arasındaki çarpıcı zıtlık ile belirlenmiştir. Kentlerin geneli küçüktü ve etkileyici değildi. Büyük olanların nüfusları ise köleler ve zengin eski köle sahipleri ile artışa çıkmıştı. Kölelik ve kentlerin birlikteliği uzun zaman öncesine dayanmaktadır. Gılgamış Destanı, şehri bir koyun ağılı ile karşılaştırır.
Vatandaşlar, güçlülerin istediklerini yapabilecekleri mülkleri olarak, evcilleştirilmiş hayvanlara benzetilir. Bu tasvir muhtemelen, erken kentlerde yaşayan birçok insanın yaşadığı deneyimden çok uzak değildir. Hayvanların evcilleştirilmesi köleliğin icadı için [yine dünya genelinde, birçok yerde] bir model sunmuş olabilir. Arkeologların birçoğu, her ne kadar yaş ve cinsiyet ile bölün- müş olsalar da, avcı toplayıcı toplumlarının ilk kent toplumlarına kıyasla temel olarak daha eşitlikçi bir yapıya sahip olduklarını düşünmektedirler. Çin’den Antik Yunanistan’a ve Roma’ya kent kurma gelenekleri, kentlerin ve anıtsal yapıların inşasını, kendi projeleri için büyük iş güçlerini çalışmaya zorlayacak tiranlar ile ilişkilendirilmiştir.
Yollar, kanallar ve kraliyet mezarları kitleler tarafından yapılmıştır. Bu erken kent topluluklarının çoğu aynı zamanda şu ya da bu şekilde bir yazı formu geliştirmekteydiler. İlk belgeler tipik olarak öncelikle iş gücü ve onların yiyecek payları, malzeme takibi, köle işçiler ve askerlerle alakalıdır. İlk açıklamalar, kralların, kentler arası savaşların ve onlara destek veren ya da tehdit eden tanrıların öykülerini anlatır. Tıpkı İlyada’da olduğu gibi, kitleler muazzam ancak tekdüze yardımcı oyuncular, kahraman aristokratların asil trajedilerinde acıları gölgede kalan büyük ordular olarak kalırlar. Kentleri yaratmak için bu kitlelerin iş gücü kullanılmıştır. Ama her zaman aynı şekilde inşa edilmemişlerdir. Tebaa olan kitleler Tunç Çağında Yakın Doğu’daki kentlerin birçoğunu inşa ettiler. Ancak Atina’da vatandaşlar, kamu inşa projelerinde, kendi ya da kölelerinin iş güçleri karşılığında ödeme alıyorlardı. Savaş esirleri, Colosseum ve MÖ 4. yüzyılın başlarında hızla inşa edilen büyük duvar çemberi gibi Roma anıtlarının inşasında çalışmıştır. Roma ordusunda görevli olan asker vatandaşlar, su kemerleri ve yollar da dâhil alt yapı inşasında görev almışlardır. Koloniciler olarak birlikte gruplandırdığımız her çeşit yeni temelde, ızgara plandaki boşlukları doldurmak ve muhteşem bir kent yaratmak için gönüllü olan büyük bir kuvvet olması muhtemeldir. Vatandaşlar, kuşatma altında kalmış, yangın ya da deprem yaşanmış kentlerde mutlulukla yeniden inşaatta çalışmışlardır.
Antik kentleşmenin muhteşem hikâyesi, kıtaları kapsayan kent ağlarının nasıl birçok farklı kent kökeninden ortaya çıkmış olmasıdır. Bazı kentler, yüzyıllar içerisinde kasabalar ve köylerin birleşmesi ile büyümüşlerdir. Birçok erken Yunan ve Etrüsk kentleri, bir araya gelen köyler ve bir ibadet alanı ya da Tunç Çağ sarayı kalıntıları etrafında gruplanan çiftliklerin büyümesi ile oluşmuştur. Küçük tarlalar ve mezarlıkların akropolisin altındaki ev gruplarının arasına serpiştirildiği bir manzaraya sahip olan MÖ 1000 yılının Atina’sı da bunlardan biriydi. Diğer kentler, genellikle bir kralın hükmü altında hızla ortaya çıkmaktaydı. Assur ve Pers kralları, bütün bir nüfuslarını yüzlerce kilometre uzaklıktaki bölgelere taşıyıp yeni kraliyet kentlerinde hizmet ettirmişlerdir. Eyüp Kitabı’nda, Ninova kenti dünyanın bir harikası olarak anlatılmıştır. Akhamenid imparatorları, Perslilerin şehri muhteşem Persepolisi yaratmışlardır. Burada ele geçen yazılı belgelere göre, imparatorluğun her köşesinden işçiler, zanaatkârlar ve kâtipler çalışmaları için şehre getirilmişlerdir. Pers İmparatorluğu’nu fetheden Makedon kral, Büyük İskender düzinelerce kent kurmuştur. Bazısı aslına bakılırsa, sefere çıkmadıkları sırada onları destekleyecek bir toprağa sahip, mirasla geçen bir ordunun birimlerinin bulunduğu kalıcı askeri üslerdi. Romalılar, bazen kritik yolları kontrol etmek için bazen de yoksulları kentten atmak ve onlara fethedilen bölgelerden toprak vermek için asker kolonileri yerleştirirdi. Roma dünyası kentleşme için ne kadar farklı yollar olduğunu göstermektedir. Roma şehri olmadan önce Oskan dili ya da Yunan dili konuşan antik kentler bulunmaktaydı.
Autun ya da Dorchester gibi sahip oldukları nüfusun atalarının yaşadığı tepelerin altında kurulu yeni kentler vardı. Gazi askerler için kurulmuş kentler, imparatorları onurlandırmak için kurulan kentler, yol ağlarının düğüm noktasında kurulmuş kentler ve diğerleri için limanlar kadar önemli hale gelen başka kentler. Büyük çoğunluğu küçük pazar kentleri olarak, büyük taşra arazilere hizmet etmiş ancak sadece birkaç bin yerlisi olan kentlerdir. Bunun yanı sıra, İskenderiye, Konstantinopolis ve Roma gibi çoğunluğu köle ya da köle soyundan gelen, yüzbinlerce yerlisi olan muazzam metropoller de vardı. Antik kentler zamanla daha çok birbirine benzemeye başlamıştır. Bunun bir kısmı, bir şehrin nasıl olması gerektiği ile ilgili fikirlerin yayılması ve tarz hakkındaydı. Yerel seviyede açıkça görülebiliyor ki yapı ustaları yakın çevrelerinde yapılanları görmüş, yapım tekniklerini ve mimari özelliklerini taklit etmişlerdir. Ege dünyasında Arkaik ve Klasik dönemlerde, muhteşem tapınaklar yapmak için neredeyse bir yarış vardır. Bir süre sonra Küçük Asya’nın batısındaki kentler mermer kullanmayı benimsemeye başladılar. Bu sırada merkezi İtalya’da özgün Etrüsk stili meydana çıktı. Ancak bu yakınlaşma sadece yüzeysel değildi. Kentlerin temel işlevlerinden biri, iç bölgelerini uzak yerlere bağlamaktı. Bu antik Irak’ta, Assur kentlerinin, kervanlarla Anadolu iç bölgelerini Mezopotamya’ya, Karadeniz’in etrafında ve Güney Fransa’da Yunan kentlerinin Avrupa iç bölgelerini Akdeniz pazarlarına bağlaması durumunda görülebilir. Kurdukları ağlar, kentler birbirleri ile aynı safta yer aldığı zaman en iyi şekilde çalışmaktaydı. Tabi bu da, sikke, ağırlık ve ölçülerin kullanımı, liman alt yapısının yayılması anlamına gelmekteydi. Kentler iç bölgelerini uzak bölgelerdeki imparatorluk başkentlerine bağladıklarında, birbirleri ile uyumlulukları daha da önemli hale geldi.
Tıpkı bugünün küreselleşmiş dünyasında olduğu gibi, kentler bütün yabancı toprakların en tanıdık yerleri ve geniş kültürlerde bizi çeken ilk yerler olmaktadırlar. Antik kültürler hakkındaki görüşlerimiz genellikle kentlerle başlar. Büyük anıtlarının çoğu buralara yapılmış ve yazı en çok buralarda kullanılmıştır.
Kentler, destanlarda ve tarihte yer alırlar ve yöneticileri çoğu zaman kırsal kesimdeki nüfusu dikkatimize değer olmayan bir kesim olarak görmüştür. Büyük başarılarının yanı sıra, kentleşmenin insan hayatına olan maliyetini anlayabilmek ve her şeyi daha farklı görmek için yapıcı bir çaba gerekmektedir.
Aktüel Arkeoloji Dergisi 78. Sayı - Kentlerin Doğuşu
EN ÇOK OKUNANLAR
Altınlarla Donatılmış Trakyalı Savaşçı Mezarı Bulundu
Arkeologlardan oluşan bir ekip, Bulgaristan'ın Topolovgrad kenti yakınlarındaki Kapitan Petko Voyvoda köyünde çok heyecan verici bir keşifte bulunarak, Trakyalı bir savaşçının mezarını ve altından oluşan pek çok eseri ortaya çıkardı.
- Trakyalı
- Trak
- Savaşçı
- Süvari
- Mezar
- Altın
- Yüzük
- Hançer
- Zırh
- Hazine
- At
- Bulgaristan
- Thracian
- Thracian
- Warrior
- Cavalry
- Tomb
- Gold
- Ring
- Dagger
- Armour
- Treasure
- Horse
- Bulgaria
- Arkeoloji
- Tarih
- Sanat
- Sanat Tarihi
- Antik
- Kültür
- Medeniyet
- Archaeology
- Archaeological
- History
- Art
- Art History
- Heritage
- Culture
- Civilization
- Haber
- Gündem
- Güncel
- Aktüel
- Arkeolojik Haber
- Archa
Tarlada Yürüyüş Yapan Kadın 2150 Gümüş Sikke Buldu
Prag'ın güneydoğusundaki Kutnohorsk kentinde tarlada yürüyüş yapan bir kadın, çiftçilik faaliyetleri sırasında yüzeye çıkan birkaç gümüş sikkeye rastladı. Çek Cumhuriyeti'nde şimdiye kadar bulunan en büyük erken ortaçağ sikke istifini açığa çıkardığının farkında değildi.
SON İÇERİKLER
Bilinen En Eski Alfabe Suriye’de Ortaya Çıkarıldı
- Alfabe
- Yazı
- Kil Silindir
- En Eski
- Mezar
- Suriye
- Alphabet
- Writing
- Clay Cylinder
- Oldest
- Tomb
- Syria
- Arkeoloji
- Tarih
- Sanat
- Sanat Tarihi
- Antik
- Kültür
- Medeniyet
- Archaeology
- Archaeological
- History
- Art
- Art History
- Heritage
- Culture
- Civilization
- Haber
- Gündem
- Güncel
- Aktüel
- Arkeolojik Haber
- Archaeology News
- Ancient
- World Archaeology
Sibirya’da Bulunan 35 Bin Yıllık Kılıç Dişli Kedi Mumyası
- Kılıç Dişli Kedi
- Mumya
- Buzul Çağı
- Yakutistan
- Sibirya
- Paleontolog
- Paleontoloji
- Saber-toothed Cat
- Mummy
- Ice Age
- Yakutia
- Siberia
- Palaeontologist
- Palaeontology
- Arkeoloji
- Tarih
- Sanat
- Sanat Tarihi
- Antik
- Kültür
- Medeniyet
- Archaeology
- Archaeological
- History
- Art
- Art History
- Heritage
- Culture
- Civilization
- Haber
- Gündem
- Güncel
- Aktüel
- Arkeolojik Haber
- Archaeology News
- Ancient
Polis Operasyonuyla Yakalanan Olağanüstü Etrüks Eserleri
- Etrüks
- Lahit
- Ostotek
- Tunç
- İtalya
- Kaçakçılık
- Tarihi Eser
- Etruscan
- Sarcophagus
- Ostotec
- Bronze
- Italy
- Smuggling
- Arkeoloji
- Tarih
- Sanat
- Sanat Tarihi
- Antik
- Kültür
- Medeniyet
- Archaeology
- Archaeological
- History
- Art
- Art History
- Heritage
- Culture
- Civilization
- Haber
- Gündem
- Güncel
- Aktüel
- Arkeolojik Haber
- Archaeology News
- Ancient
- World Archaeology