Atatürk ve Trakya Arkeolojisi

Avrupa’da J. J. Winncelmann (1717-1768) ile başlatılan arkeoloji biliminin, Osmanlı topraklarına ulaşması oldukça uzun zaman almıştır. Çünkü dönemin emperyal düşünceye sahip yöneticileri ve onlara taşeronluk yapan seyyahlar, Anadolu’daki somut kültürel mirası adeta yağmalarken, İstanbul’daki payitaht bu eserlerin ne kadar önemli olduğunun farkında bile değildi. Zamanla, arkeolojik mirasın önemini kavrayan toplum içindeki sınırlı sayıdaki aydın, Asar-ı Atika Nizamnamelerini ortaya koyarak, saltanatın bütün baskılarına rağmen arkeolojik değerleri korumaya çalışmışlardır.

Hoş Geldin Gazi: Atatürk’ün İstanbul Günleri Kataloğu - YKY Arşivi

Bu konuda ne kadar başarılı olup olmadıkları, bugün yurt dışında büyük müzelerde sergilenen eserlerin gidiş tarihlerinden anlaşılmaktadır. Osmanlı’daki bu çabalardan sonra ilk gerçek anlamda kültürel mirasın bir bütün olarak koruma, daha Kurtuluş Savaşı yapılırken bunun bilincinde olan ve zaman zaman ifade eden Mustafa Kemal Atatürk ile başlamıştır. Onun şu veciz sözleri ile bu yaklaşım anlam bulmuştur: “Bir vatanın sahibi olmanın yolu, o topraklarda yaşamış tarihi olayları bilmek, doğmuş uygarlıkları tanımak, sahip olmaktan geçer.” Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte ulus devlet düşünce sistematiği içinde yabancı uyruklu gerçek bilim insanlarının yanı sıra cumhuriyetin genç kuşaklarına, arkeoloji araştırma ve kazı yetkisi kurucu lider ile bizzat tebliğ edilmiştir. Cumhuriyetin başlangıcında bu konuda yurt dışında eğitim alan gençlere bu olanak verilmiş, -sayının çok yetersiz olduğu görülünce de- arkeoloji eğitimi almak için, yurt dışına öğrenci gönderilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’deki hâkim olan paradigmanın teorik ayağını Türk Tarih Kurumu (1930) oluşturmaktaydı. Kurucu liderin öncüsü olduğu bu paradigmanın ayağını Alman etkisi ile devam ettiren ilk kuşak Türk arkeologların sosyal-sınıfsal karakteri oluşturmaktaydı. Bu geleneğin oluşmasında, Türk arkeologlarının ağırlıklı olarak Almanya’da eğitime gönderilmesi ve Hitler’in iktidarından kaçan Alman akademisyenlerin Türk üniversitelerinde istihdam edilmesi ile sağlamlaştırılmıştır. Bu ilk kuşak arkeologlar, yeni kurulan arkeoloji bölümlerini kendi görmüş oldukları tedrisat bağlamında şekillendirme fırsatı bulmuşlardır. Bir anlamda Alman arkeolojisinin muhafazakarlık ve pozitivizmi birleştiren yapısı, Türkiye’deki arkeolojiye transfer edilmiştir. İstanbul, Ankara veya taşranın köklü ve nüfuzlu ailelerine mensup kurucu ailelerin çocukları- Cumhuriyet öncesinde Almanya’ya gönderilen Osmanlı hanedanından gelen- Arif Müfid Mansel (1905-1975), zamanın Müze-i Hümayunun Müdürü Aziz Ogan’ın kızı Jale İnan (1914-2001), Osmanlı yönetici sınıfına ait bir aileye mensup olan Ekrem Akurgal (1911-2002), yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Eğitim Bakanı ve zamanın TTK Başkanı Hasan Cemil Çambel’in kızı Halet Çambel (1916-2024), taşra eşrafından köklü bir aileye mensup Remzi Oğuz Arık (1899- 1954) sayılabilir. Bunların yanı sıra, Sedat Alp (1913-2006), Afif Erzen (1913-2000), Rüstem Duyuran (1914-1992), Tahsin Özgüç (1916-2005), Nimet Özgüç (1916-2015) gibi pek çok Alman eğitimi almış arkeolog ve müzecileri arasındadır. Alman disiplini ile arkeoloji eğitimi alan bu isimlerle yeni Türkiye Cumhuriyeti kendi arkeolojisini iki dünya savaşı arasında ve sonrasında dünyaya duyurmaya başlamıştı.

Davet ile gelen yabancı bilim adamları ile bu gençlerin ortaya koyduğu bilimsel çalışma ve sonuçlarını, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni ulus devlet ideolojisi olarak, I. ve II. Türk Tarih Kongrelerini yaparak bütün dünyaya yayma fikri de yine kurucu lidere aitti. Dolayısıyla bu genç arkeologların yaptığı kazı ve araştırmalar, gerek Türk Tarih Kongresi’nde verdikleri bilimsel bildirilerde, önemli buluntuların bu kongre sırasında sergilenmesi ile bütün Dünyaya tanıtılması sağlanmıştır. Bir anda önemli pek çok yabancı dergi ve gazetede, Kemalist Türkiye’deki bu inanılmaz değişim yer bulmaya başlamıştı.

Dönemin en iyi okullarında eğitim alan bu gençlerle birlikte devlet kimliği inşa etme çalışmaları, belli bir ivme kazanmıştı. Özellikle geçmişe vurgu, arkeoloji ve antropoloji bilimlerinin 1930’lu yıllarda ön plana çıkmasını sağlamıştı. Bu dönemde arkeoloji daha önce hiç olmadığı kadar ön plandadır ki, edebiyatçı Demirtaş Ceyhun, yıllar sonra 1930’lu yılları, ‘Arkeologlar ve Arkeolojik Kazılar Dönemi’ olarak tanımlar. Türk kimliğinin kökeninin Anadolu olduğunu kanıtlamaya yönelik çalışmalar, özellikle Orta Anadolu’daki höyüklerde arkeolojik kazılara ağırlık verilmesi ile somutlaştırılmıştı. Orta Anadolu’daki bu kazıların gerisinde kalmakla birlikte, sürekli savaş ve işgallerle anılan Trakya’da arkeolojik kazılara başlanmasının anlaşılabilir, farklı bir anlamı ve önemi vardır. O yıllarda yayılımcı bir politika güden batılı emperyal ülkelerin Pan-Helenistik düşüncesine karşı Atatürk ulus-devlet bilinciyle toplumda bir kimlik bilinci oluşturmayı hedefliyordu. Örneğin İtalya’nın faşist lideri Mussolini’nin Anadolu’yu hala Roma’nın bir eyaleti görmesi, Karadeniz’de Pontus iddiası vb. Bunlardan biri olan Bulgarların Doğu Trakya’yı yeniden işgal hedefi ancak Türkiye Trakya’sında bilimsel çalışmalarla sonlandırabileceği düşüncesi arkeolojik araştırma ve kazıların yapılmasının temel nedeni olmuştur. Kanımca Orta Anadolu’daki höyük kazıları, Türk ulusunun kökenini, Türkiye Trakya’sındaki tümülüs kazıları ise yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin balkan sınırları için arkeoloji bilimiyle dünyaya verilen bir mesajdır…

Devamı; Aktüel Arkeoloji Dergisi 100. Sayı “Atatürk ve Arkeoloji”

EN ÇOK OKUNANLAR

Tarlada Yürüyüş Yapan Kadın 2150 Gümüş Sikke Buldu

Prag'ın güneydoğusundaki Kutnohorsk kentinde tarlada yürüyüş yapan bir kadın, çiftçilik faaliyetleri sırasında yüzeye çıkan birkaç gümüş sikkeye rastladı. Çek Cumhuriyeti'nde şimdiye kadar bulunan en büyük erken ortaçağ sikke istifini açığa çıkardığının farkında değildi.

SON İÇERİKLER