Ayasofya'nın "Halk Bilimi"

Ayasofya bir harikadır! Güzelliği ve boyutu büyülüyor ve bir açıklama bekliyor. Nasıl tasarlandı ve nasıl inşa edildi? O muazzam kubbesi tekrar eden depremlere nasıl direndi? Bu yapının güzelliğinin kaynağı ne ve yüzyıllar boyunca bütün inaçları ve ulusları nasıl bu kadar etkileyebiliyor, nasıl bu kadar ilham verebiliyor?

Bu sorular hala tarihi ve mimari araştırmalar yapan bilim insanları arasında tartışma konusu ve gelecekte de tartışılmaya devam edecek. Ancak profesyonel eğitimi olmayan birçok ziyaretçi hep aynı soruyu soruyor ve kendi cevaplarını önce kendileri veriyor. Bu amatör anlatılar zengin ve büyüleyici bir literatürü ortaya koyuyor.  Her ne kadar bu kelime kesin anlamını yansıtmadan birçok düşünce ve yaklaşımı bir araya getirse de biz buna Ayasofya’nın “halk bilimi” diyebiliyoruz. Yapının halk bilimi, iliminden daha az ilgi çekici değil. Tabi ki amatör gözlemcilerin geçmişteki tanımlamaları günümüz bilim insanlarını ve bilimsel düşünen amatörleri ikna etmeye yetmeyecektir. Ancak bu tanımlamaların özellikle de hayal gücünü harekete geçirme ve ilahi gücü düşündürme konusundaki ısrarlı yeteneği bize Ayasofya hakkında çok şey anlatabilir.

6. yüzyılda yapının inşası ile başlayan ve günümüze kadar devam eden popüler Ayasofya yorumlarını destekleyecek güçlü kanıtlar vardır. Burada kapsamlı bir açıklama sunmak zor. Bunun yerine 9., 15. ve 19. yüzyıllara ait olan hikayelere odaklanarak farklı dönemlerden birer “halk bilimi” örneği sunacağız. Seçilen tüm örneklerde en az bir tutarlı tema işe yarar. Amatör yorumcular Ayasofya’nın fiziksel yapısına ve görünümüne son derece özen gösterirlerdi. Sorularına, sadece inançları ve dünya görüşleri doğrultusunda cevap aramazlardı, aynı zamanda yapının kendisine ait olan ayrıntılı bilgi de onlar için önemliydi. Hadi 9. yüzyılda isimsiz bir amatör tarafından yazılan, yapının en erken, en uzun ve en etkileyici anlatımlarından biriyle başlayalım. Grekçe başlığı “Ayasofya’nın Öyküsü”. Başlığın sadeliği, içeriğindeki karmaşayı ve çeşitliliği başarılı bir şekilde gizliyor. Yazar, Ayasofya’nın inşasından üç yüzyıl sonra yazıyor, yapının tasarımı ve uygulaması ile ilgili ayrıntılı bilgiler sunuyor. Hemen hemen hepsi kurgu- hayal ürünü, kesinlikle tarihsel bir araştırmaya dayanmıyor. Yine de yazarın hayal gücü, yapının nesnel detayları hakkında derin bir merakla şekillenmiş. Örneğin, Efes, Roma ve Kyzikos sütunlarından bahsederek, yapı malzemelerinin kaynağı hakkında detaylı açıklamalar yapıyor. Kilisenin boyutunu genişletmek için bitişikteki mülkleri satın alan imparatorun çabalarından bahsediyor. Hatta yapının inşası sırasında, inşaat işçilerinin harcı karıştırırken nasıl bir yol izlediklerine dair tarifler de veriyor.

Özel bir anekdot, yazarın yapıya ve yapının görünümüne yönelik yakın ilgisini ortaya çıkartıyor. İnşaat işçileri galerilerin üzerindeki tonozları inşa ederken, amirleri saraya çağırılır. Amir, işçileri yemeğe gönderir ve malzemeleri koruması için oğlunu inşaat alanında bırakır. İmparatorluk sarayından “göz alıcı parlaklıkta bir cübbe giymiş güzel yüzlü” bir haremağası görünür. Amirin oğluna işçileri geri çağırmasını söyler ve amir dönene kadar orada nöbet tutacağına söz verir. Çocuk saraydaki babasının yanına gider ve ona olanları anlatır. İmparator bütün haremağalarını yanına çağırır ancak çocuk hiçbirini tanımıyordur. Böylece o parlak cübbeli adamın bir melek olduğu anlaşılır. İmparator çocuğa bir daha asla Ayasofya'ya gitmemesini emreder, böylece “melek söz verdiği gibi orada sonsuza kadar nöbet tutacaktır.” O melek bugün de oradadır ve “kiliseyi, tanrı adına, dünyanın sonuna kadar koruyacak”.

İlk bakışta, bu hikaye saf bir fantezi olarak görünebilir. Önemli olan şu ki yazar mele ğin söz verdiği yerin kesin konumunu verir: “kubbeye ulaşan üst kemerin payandasının sağ tarafında.” Buranın seçimini yapmış olması yazarın hem mühendislik hem de sanat bilgisini gösterir. Mühendislik açısından bakılırsa, dört büyük payandası yapısal tasarımın özünü oluşturur ve yapının büyük kubbesini destekler. Sanatsal açıdan bakıldığında, apsisin her iki tarafında yer alan mozaikteki iki melek figürü, tam anlamıyla çocuğun gördüğü gibi, parlak cübbeli ve güzel yüzlüdür. Galeriye giderseniz, doğudaki payandalardan birinin yanında durur ve koridorun karşısına bakarsanız, karşıdaki meleğin muhteşem görüntüsünü göreceksiniz. Belki de hikayenin kaynağı buydu – acaba yazar mozaikteki meleklere bakınca onları yapının tanrısal koruması olarak mı gördü? “Ayasofya’nın Öyküsü”, Bizanslı yazarlar tarafından sık sık kopyalanmış ve birçok Ortaçağ el yazmalarında korunmuştur. Hikayeye olan ilgi Osmanlı Döneminde de ısrarla devam etti. Fatih Sultan Mehmed, metnin Farsçaya uyarlanmasına önderlik etti ve 1474 yılına ait olan antik Yunanca bir nüshası hala Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde saklanıyor. 1491 yılında oluşturulan anonim bir Türkçe vakayiname de çocuğun ve kutsal koruyucunun hikayesini anlatıyor, ancak önemli değişiklikler yaparak. Çocuk artık amirin oğlu değil çırağı ve inşaat işçileri yemeğe gönderilmiyor, sermaye eksikliğinden dolayı inşaat tamamen durduruluyor. İnşaat malzemelerini koruyan çocuğa “ışıltılı yüzlü” kutsal bir kişi görünüyor ve çalışmanın neden durdurulduğunu soruyor. Sebebini öğrenince hazinenin yerini söyleyeceğine söz veriyor. Çırak görev yerinden ayrılmakta tereddüt ediyor ve kutsal kişi o dönene kadar malzemeleri koruyacağına yemin ediyor. Çocuk ustasına ve bir grup bilge adama durumu anlatıyor.  Ziyaretçinin kutsal olduğunu anlıyorlar ve çocuğun oraya geri dönmesini yasaklıyorlar. Bunun yerine kendileri gidip kutsal kişiyi ziyaret ediyorlar. Onlara hazinenin yerini söylüyor ve inşaat devam ediyor. Kutsal kişi çocuğun geri dönmeyeceğini anlayınca kandırıldığını fark ediyor ve ortadan kayboluyor.

İlginç bir şekilde, hikayenin bu versiyonu, altı yüzyıl önceki Yunan masalı gibi, kutsal kişi ile çocuğun karşılaştığı lokasyonun kesin tanımını içeriyor ancak tamamen farklı yeri gösteriyor. Yazar Ayasofya’nın mihrabına bakan kapıdan girip sola dönerseniz beyaz mermerden dikdörtgen bir sütunla karşılaşacağınızdan bahseder. Çırak dönene kadar orada kalacağına yemin eden kutsal kişi, aslında gitmemiştir sadece görünmez olmuştur. Bu sütun belirli bir güce sahiptir ve ziyaretçiler onu elleriyle ovup bıçaklarla kazımaya gelirler – bu durumda bu sütunun bronzla kaplanmış olması gerekiyor. Açıkça bu, Ayasofya’nın kuzeybatı köşesindeki, gerçekten bronzla kaplanmış olan ve ziyaretçilerin hala dokunarak dileklerinin yerine getirilmesini bekledikleri “ağlayan sütun”a meşhur bir göndermedir. 1491 yılına ait olan anonim vakayiname ayrıca yapının kutsal koruyucusunun kimliğinde de bir değişime işaret ediyor. Tanıma göre o asla bir melek olarak adlandırılamaz – aslında, çoğu hikayede sadece bir “kutsal kişi”dir. Fakat yazara göre “bazı insanlar bu kutsal kişinin Aziz George olduğunu söylüyor. Yaygın bir Anadolu inancında, Aziz George, Ayasoya ile ilgili hikayelerde kısa sürede önemli bir rol üstlenen Hz. Hızır ile özdeşleştirilir. Örneğin, 17. yüzyılda yazan Evliya Çelebi, Ayasofya’nın merkezindeki kubbenin hemen altındaki noktanın “binlerce kutsal adamın bu büyük peygamberle konuşmanın mutluluğunu yaşadığı yer”, Hızır’ın makamı olduğundan bahseder.

Şimdiye kadar yazıldığını düşündüğümüz tüm kaynaklar ediplerin eserleridir. Hiç şüphesiz ki tüm bu yazarlar, Ayasofya hakkında dilden dile dolaşan meşhur hikayelerden haberdardı ve bu hikayeler kendi eserlerini etkilemişti. Ancak, sözlü geleneklerin transkriptlerine doğrudan ulaştığımız halk biliminin akademik araştırmalarda konu haline gelmesi ancak 19. yüzyılda gerçekleşti. Bu döneme ait olan bir hikaye kubbenin Hızır ile olan ilişkisini anlatmada ve bizi melekler konusuna geri döndürmeye yardımcı olur. 1894 yılında, Henry Carnoy ve Jean Nicolaïdès “Konstantinopolis’in Halk Bilimi” üzerine Fransızca bir cilt yayınladı. Kayseri İncesu’da doğmuştu ve eğitimine devam etmek için kendi hemşerileriyle ilişkili hikayeleri topladığı İstanbul’a taşındı. Ankaralı ilahiyat öğrencisi Hamdi Hoca’nın kendisine söylediklerine bir bakalım:

Ramazan ayında bir gün, sarhoş bir adam Ayasofya’nın kubbesinin altına uzanmaya gitti. Bu sırada cemaat namaz kılmak ve imamın vaazını dinlemek için toplanmıştı.  Sarhoş tam sırt üstü yattığı anda Hızır peygamber kendisine yaklaştı ve dedi ki “Burada durmaya utanmıyor musun?” Adam Hızır’ı kolundan yakaladı ve kubbeyi gösterdi. Hızır Allah’ın meleklerinin kendi vaazlarını verdiğini gördü ve adamın bunu daha rahat izlemek için sırt üstü yattığını anladı. “Gitmene izin vermek istemiyorum” dedi adam. “Sen Hızırsın. Senin varlığını ortaya çıkartacağım ve insanlar seni lime lime edecekler.” Fakat Hızır kaçmayı başardı. Hızır kaçar kaçmaz bu sarhoş adamın ismine kitabından baktı, fakat bulamadı. Tanrıya seslendi: “Rabbim! Bu adamın ismi neden kitabımda yok? Onun bir aziz olduğu kesin!” Ve Tanrı cevapladı “Hızır, senin kitabında ismi yer almayan birden fazla peygamber var ve birden fazla aziz.”

Daha önceki çocuk ve kutsal koruyucu hikayesinde olduğu gibi, bu da yapıya ve yapının inşasına dayanıyordu. 19. yüzyılda kubbeye bakan kişi, melekleri görebilecekti - Osmanlı Döneminde hiçbir zaman tamamıyla gizlenmemiş tek figürlü mozaikler olan pandantiflerin kutsal varlıkları. Kümbetin içinde, bu söylemlerin içeriğini bulabilecekti. Kubbenin tepesinde 1848-1849 yıllarında hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin yaptığı, Kur’an 24:35, Nur suresi yer alır. En başta sorduğumuz sorulara dönelim ve Ayasofya’nın halk biliminin onu daha iyi anlamamız konusunda yardımcı olup olmayacağını soralım. Elbette hikayeler binaya yakından bakmamızı, yapısının ve tasarımının belirli ayrıntılarına dikkat etmemizi sağlar. Ayrıca yapının güzelliğinin ve ziyaretçileri büyülemeye devam etme yeteneğinin kaynağına daha da yaklaşmamıza neden olurlar mı?

Bu soruya en az iki cevap var. İlki, hikayeler genellikle insan ve ilahi güç arasında arabuluculara yer verir. Melekler, azizler ve peygamberler – bunların hepsi cennet ve yeryüzü arasında gidip gelen, birinin diğerini anlamasına yardımcı olan elçilerdir. Ayasofya da ikisinin arasında bir yerde yerini alır. Ne tam anlamıyla dünyanındır ne de dünyadan ayrıdır. 10. yüzyılda Ayasofya’yı ziyaret eden ve çarları Vladimir’e rapor sunan Rus büyükelçilerinin meşhur hikayelerini anımsayın: “cennette mi yoksa yeryüzünde mi olduğumuzu bilmiyorduk!” İkinci cevap ise kilise içindeki belirli lokasyonlara yönelik referanslara dayanmaktadır.

Yukarıda bahsettiğimiz üç hikaye de bizi zemin seviyesindeki ağlayan sütundan, gallerilere ve kubbenin tepesine kadar Ayasofya’nın tüm görkeminde gezdirir. Ve tabi ki halk bilimi, Ayasofya’nın bu dünyada yer almasına rağmen öteki dünyaya yönelik bakış açılarını nasıl etkilediğini de gösterir. Bu doğaüstü veya tarif edilemez bir durum değildir, somut ve görünürdür. Ayasofya işlevindeki birçok değişikliğe rağmen, hala insan sanatının ilahi olanla yakınlaşma yeteneğini somutlaştırmaya devam ediyor. 

 

EN ÇOK OKUNANLAR

Macaristan’da Zırhı, Silahları ve Atı İle Gömülmüş Avar Savaşçısı Bulundu

Déri Müzesi'nden arkeologlar, Macaristan'ın kuzeydoğusunda, Ebes yakınlarındaki bir Erken Avar mezarında eksiksiz bir lamel zırh seti ortaya çıkardılar. Bu eser 7. yüzyılın ilk yarısına tarihlenmektedir ve şimdiye kadar büyük ölçüde sağlam ve orijinal konumunda keşfedilen ikinci Panoniyen Avar lamel zırhıdır. İlki 2017 yılında Ebes'in sadece 16 kilometre güneyindeki Derecske'de bulunmuştu.

SON İÇERİKLER