Bir Savaş İki Hükümdar

26 Ağustos 1071 tarihinde gerçekleşen Malazgirt Savaşı, Hıristiyan Batı dünyasını temsil eden Bizans İmparatorluğu ile Müslüman Doğu’nun temsilcisi Büyük Selçuklular arasında meydana geldi ve tarihin akışında güçlü bir kırılmaya neden oldu. Savaş ile birlikte Türkler İslâm âleminin yegâne siyasî ve askerî temsilcileri haline gelirken, Bizans İmparatorluğu 1453 yılında İstanbul’un düşüşü ile sonuçlanacak olan kademeli bir gerileme sürecine girdi.

Alparslan portresi

11. yüzyılın başında Müslümanlar arasında ayyuka çıkan Sünnî-Şiî gerilimi Sünnî kavrayış lehine sükûnete kavuştu ve İslâm tarihi Sünnî siyaset eksenli bir akışta karar kıldı. Malazgirt ile birlikte oluşan güvenlik kaygısı, dolaylı olarak Hıristiyan düşüncesini de dönüştürdü. Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlık arasında asırlardan beri devam eden çatışma, yüzyılın sonunda Haçlı Seferlerinin düzenlenebilmesine imkân hazırlayan bir uzlaşı hattının oluşması ile kristolojik niteliğinden önemli ölçüde saparak “daha siyasal” bir zemine kaydı.

 

Malazgirt Savaşı’nın uzun vadede en fazla etkili olan sonucu, Bizans hâkimiyetindeki Anadolu coğrafyasını tehdit eden Türk ve Müslüman yükselişinin ivme kazanması oldu. Savaştan önce nispeten sistematik olmakla birlikte “yerleşme amaçlı” olmayan Türk akınları, 1071 yılından sonra “yurt bulup yerleşme” hedefine odaklanmış “topyekûn gelmelere” dönüştü ve Anadolu hızlı bir şekilde fethedilmeye başlandı. 1070’li yılların sonunda İznik’te Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurulması, Malazgirt Savaşı’ndan sonra Türklerin Anadolu’ya geliş biçimlerinde yaşanmış olan farklılaşmayı göstermesi bakımından çok çarpıcıdır. Bu bakımdan, Malazgirt Savaşı’nın Anadolu’nun Türkleşmesine giden sürecin başlangıç noktasını teşkil ettiğini belirtmekte bir sakınca yoktur.

 

Kısa, orta ve uzun vadede çok önemli sosyal, siyasî, ekonomik ve kültürel değişimlere neden olan Malazgirt Savaşı’nın, muharebe meydanında kozlarını paylaşan Selçuklu ve Bizans hükümdarlarının bireysel yaşantıları açısından da ilgi çekici bir eşik olduğu özellikle vurgulanmalıdır. 1071’den önceki yaşamları, siyasî hedefleri, hükümdarlık ettikleri devletlerin kendilerinden beklentileri ve askerî motivasyonları birbirlerinden farklı olan bu iki hükümdar, Malazgirt meydanındaki performansları ile tarihe imzalarını atmış ve tarihî rollerinin zirve noktasına erişmiş, ardından sahneden çekilmişlerdir. Bu zaviyeden hareketle her ikisinin de kuşbakışı portrelerini çizelim.

Malazgirt görsel

 

“İslâm’ın Padişahı” Sultan Alparslan

 

Artık iyice yaşlanmış olan (70’lerini görmüştü) ilk Selçuklu hükümdarı ve amcası Sultan Tuğrul Bey’in 1063 yılındaki vefatını takip eden kısa süreli bir siyasî gerilimin ardından Selçuklu tahtına çıkan Sultan Alparslan, babası Çağrı Bey ile özdeşleşen obasının askerî mirasını devralmış bir hükümdardı. Çocukluk dönemlerinden itibaren katıldığı savaşlarda elde ettiği askerî deneyimi ve cesareti ile ön plana çıkmış, özellikle ordu içerisinde büyük bir popülarite kazanmıştı. Askerî temeller üzerine kurulmuş bir devletin hükümdarı olmasının, onu çağının en önemli hükümdarı haline getirdiği söylenebilir. Tahta çıktıktan hemen sonra gerçekleştirdiği seferlerde elde ettiği başarılar ve tabir yerindeyse kendisine bağlanan umutları boşa çıkarmaması, Alparslan’ı kısa süre içerisinde İslâm dünyasının tamamında bilinen bir figüre dönüştürmüştü. Nitekim 1064 yılında Ani’yi fethettikten sonra Abbâsî Halife’sinin kendisine “Ebû’l-Feth” (Fethin Babası) unvanını vermiş olması, Sultan’ın Müslümanlar arasındaki imajını yansıtan bir durum olarak görülebilir.

 

Sultan Alparslan’ın örneğin Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’e kıyasla en önemli avantajı, amcası Tuğrul Bey’den hem güçlü hem de askerî ve siyasî hedeflerini belirginleştirmiş bir devlet teslim almasıydı. 1055 yılında Bağdat’a gelerek Abbâsî Halifeliği’ni Şiî siyasetin baskısından kurtaran Sultan Tuğrul Bey’den itibaren İslâm dünyasında Sünnî siyaset anlayışını temel alan sosyo-politik bir birlik tesis etme gayreti içerisinde olan Selçuklular, Şiî-Fâtımî Halifeliği’ni etkisiz hale getirmeyi öncelikli siyasî ve askerî hedef olarak benimsemişlerdi. Sultan Alparslan bir çeşit misyon yüklenmişti ve bu misyon doğrultusunda hareket etmekteydi. Nitekim Bizanslılar ülkesine doğru ilerlerken kendisinin Fâtımîleri hedef alan bir seferde olması, hükümdarlığı sırasında Şiî düşünce ile entelektüel anlamda da mücadele edilebilmesi adına Nizâmiye medreselerinin kurulması ve Abbâsî Halifesi tarafından “İslâm’ın Padişahı” olarak nitelendirilmesi de buna delalet eder.

 

Hem Büyük Selçuklu Devleti’nin askerî ve idarî bürokrasisinde hem de başta Bağdat olmak üzere İslâm dünyasının genelinde geniş tabanlı bir kabule mazhar olan, bir başka ifadeyle temsil gücü son derece yüksek olan Sultan Alparslan’ın bütün yaşamı bu meşruiyet dairesi içerisinde geçmişti. İslâm dünyasında birlik kurma nosyonuna odaklandığı için Malazgirt’te gerçekleşen savaş, en azından sözü edilen dönem için Selçuklular açısından beklenmedik bir durumdu ve bundan dolayı da bir savunma savaşıydı. Sultan Alparslan’ın savaştan önce düşmanı ile barış yapma çabası içerisinde olması, Bizans ordusunu durdurmak suretiyle elde ettiği büyük zaferin ardından Batı’ya doğru ilerlemek yerine “iç meselelerine” yoğunlaşması ve komutanlarına Anadolu’yu ancak Romanos’un ölümünden sonra “hedef göstermesi” bunu gösterir. Sultan, İmparator’un saldırısı ile bir anlamda “ara verdiği” kendi gündemine geri dönmüş, Malazgirt Savaşı’ndan kısa bir süre sonra ülkesinin doğusundaki sorunları çözmek üzere Türkistan seferine çıkmıştı. Bu sefer sırasında asi bir kale muhafızı tarafından öldürüldü. Hükümdarlık süreci İslâm dünyasında Selçuklu eksenli bir birlik kurma gayreti ile geçen Sultan Alparslan’ın ölümü de bu yolda oldu. Malazgirt Zaferi Selçuklu tarihinde kuşkusuz çok önemli bir rol oynayacak ve Sultan Alparslan’ın adının askerî tarihin kubbesine altın harflerle yazılmasını sağlayan eşsiz bir başarı olacaktı. Fakat Selçukluların bu büyük hükümdarı için Malazgirt, kendi büyük hedefleri doğrultusunda ilerlediği yolda karşılaştığı ve başarıyla aştığı bir engeldi sadece. Hızla koşarken beklenmedik bir saldırıya uğramış, durup saldırganın icabına baktıktan sonra yoluna devam etmişti.

Malazgirt Romanos illustrasyon

 

İmparator Romanos Diogenes

 

Adının karıştığı bir isyan hadisesi nedeniyle ölümle cezalandırılmayı beklerken İmparatoriçe Eudokia tarafından eş olarak seçilip 1068 yılında Bizans tahtına çıkarılan Romanos Diogenes de tıpkı Sultan Alparslan gibi iyi bir askerdi. İmparatorluğun askerî ve siyasî bir kriz yaşadığı dönemde hükümdar olarak seçilmesinin nedeni de buydu kuşkusuz. Nitekim o da bu beklenti ve umutlara karşılık vermeye çalışarak imparator olduktan hemen sonra Müslüman Türkleri durdurmak amacıyla Doğu’ya bizatihi iki sefer düzenlemiş, kendisinin katılmadığı bir üçüncü seferin de emrini vermişti. Saray bürokrasisi tarafından tahtta istenmeyen Romanos Diogenes, bu seferlerde elde etmeyi umduğu başarılarla hem yerini sağlamlaştırmayı hem de meşruiyet alanını genişletebilmeyi umuyordu. Bizans İmparatorluğu’nu uzun süreden beri tehdit etmekte olan Türkleri durdurabilmesi halinde imparatorluğunun üzerindeki kuşkuları dağıtabilecek ve böylece eşinin gölgesinden çıkarak gerçek bir hükümdara dönüşebilecekti. Bizans kaynakları tarafından da şahitlik edildiği üzere, bu ilk seferlerde elde ettiği mevzi başarıların ardından bile Romanos’un giderek otoriterleşme eğilimine girmesi bunu gösterir.

 

Yeterince hazırlanmadan ve anlaşılan biraz da aceleyle gerçekleştirdiği ilk seferlerden sonra tarihin gördüğü en büyük ordulardan birini toplayıp yeniden harekete geçen Romanos Diogenes’in talihsizliği, Sultan Alparslan’ın aksine askerî ve idarî bürokrasi tarafından desteklenmemesi, bir başka ifadeyle bir tür meşruiyet sorunu ile cebelleşiyor olmasıydı. Kendisini kabul ettirebilmek için büyük bir başarıya ihtiyacı vardı. Böyle büyük bir başarı ise ancak hükümdarlığının Bizans açısından yeri doldurulamaz nitelikte olduğunun anlaşılmasını temin edebilecek bir başarı olmalıydı ve bunun için de uzun süredir ülke açısından ciddi bir tehdide dönüşen ve Bizans coğrafyasında büyük bir korku uyandıran Türkleri durdurmak biçilmiş kaftandı. Bizans İmparatoru’nun imparatorluğu sırasındaki tutumlarını belirleyen ve özellikle de Malazgirt Savaşı’na giden süreçte onu yönlendiren temel motivasyon buydu. Bu ise son derece bireysel denebilecek bir motivasyondu ve Bizans’ın başarısını İmparator’un psikolojik durumuna, duygusal tepkimelerine bağlı hale getiriyordu. Özellikle de Bizans kaynakları, ordudaki düzensizlik ve plansızlığın, savaş planındaki beceriksizliklerin ve stratejik yetersizliklerin, en nihayetinde ise alınan korkunç hezimetin nedenini doğrudan Romanos’un hırslarına bağlama konusunda tereddüt etmemişlerdir. Nitekim İmparator’un savaştan hemen sonra tahtından indirilmesi ve gözlerine mil çekilerek ölüme terk edilmesi, onun kendi hırslarına kapılarak yenilgide başrolü oynadığının düşünülmesi ile ilgilidir.

 

Portrelerini kısaca ortaya koymaya gayret ettiğimiz Sultan Alparslan ile Romanos Diogenes’in hükümdar olarak işgal ettikleri farklı konumlar, hem savaşın sonucu ile bireysel kaderlerinde hem de devletlerinin geleceğinde etkili olmuştur. Bizans İmparatoru, önce hükümdarlık makamını tahkîm etmenin yolu olarak gördüğü savaşı ve daha sonra da hayatını kaybetmiş; Selçuklu Sultanı ise ülkesine yapılan saldırıyı bertaraf ederek kendi gündemine geri dönmüş ve bir süre sonra hayatını kaybetmesine rağmen devleti onun çizdiği perspektif üzere yükselişini devam ettirmiştir. Türkleri durdurmak isteyen İmparator’un sahneden çekilmesi onun hedefleri açısından tam tersi bir sonuç üretmesine rağmen Sultan’ın sahneden çekilmesi Türklerin Batı’ya ilerleyeceği öngörüsünün gerçekleşmesine engel olmamıştır. Bu ilgi çekici durumun, hükümdarların devletleri ile ilişkilenme biçiminden kaynaklandığı açık gibi görünmektedir.    

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER