Dinin Tarihöncesini Öğrenebilir Miyiz?

Arkeologlar, antropologlar ve bilişsel psikoloji üzerine çalışan bilim insanları nihayet tarihöncesi dönemlerde dinin evrimsel sürecini anlamak için yeni yollar geliştirmeye başladılar.

Antropologlardan öğrendiğimize göre, dinsel inanışlar ve uygulamalar evrenseldir, ancak olağanüstü derecede çeşitlilik gösterirler. Tüm dinlerin ortak ve yaygın olan üç özelliği vardır. Bunlardan ilki, dinsel inanış ve uygulamaların toplumun üyeleri arasında paylaşıldığı ve her bireyin dinsel inanış anlayışının oldukça kişisel olduğudur. Fakat ortak dini uygulamalar ve ritüellerin tümü, bireyleri bir dini inanç toplumu olarak birleştirir. İkincisi, dinsel inanışlar tanrı ya da tanrılar gibi insanüstü varlıkların otoritesi ve rolleriyle birlikte düşünülür. Bu tanrı ya da tanrılar birçok yönden bizim gibi olduklarından, (yanlış yaptığımızda kızan ya da bizlere yardımcı olduğu düşünülen) “insan”mış gibi algılanır. Üçüncüsü, ortak dinsel inanış ve uygulamalar (örneğin, zekat vermek ya da ramazan ayında oruç tutma gibi) zordur. Ancak bunlar, toplumları bir arada tutan ve onlara son derece önemli deneyimleri paylaşmasına olanak sağlayan önemli yollardandır. Son olarak din, diğer topluluk aktivitelerinde olduğu gibi, aynı şekilde düşünme, aynı şeyi hissetme ve hep beraber aynı şeyleri yapma gibi (şarkı söylemek, dans etmek ya da ziyafet şölenleri) şeyleri kullanır. Bu nedenle dini uygulamayı diğerlerinden farklı kılan şey, insanüstü varlıkla ilgili olması ve insanların bu varlıklarla olan iletişimi ve onlar adına düzenledikleri ayinlerdir.

1880 yılında keşfedilen Altamira Mağarasında bulunan bizon resmi. Kuzey İspanya

Yakındoğu’daki en eski uygarlıklar – Mısır’daki firavun krallıkları, Güney Irak’taki Sümer kent-krallıkları ve Orta Anadolu’daki Hitit Krallığı – dinsel inançlarını, tanrıları için inşa ettikleri tapınaklar, tanrılar ve onlara tapınan kimselerin heykelleriyle dışa vurmuşlardır. Hatta geriye, ritüellerin nasıl yapıldığının ya da ritüeller sırasında dile getirilen sözlerin kayıtlarını barındıran yazıtlar da bırakmışlardır.

Tarihöncesi dönemlere baktığımızda – henüz yazı icat edilmemişken – işler biraz daha zorlaşır. Kavram karmaşası da bu zorluğun bir parçasıdır. Bir yerleşmenin çoğunluğunu oluşturan ve diğer evlere benzemeyen yapıları fark etmek kolaydır. Ancak bu yapılar gerçekten bir tapınak mıdır? Kadın biçiminde yapılmış küçük ölçekli zarif bir figürin gerçekten bir tanrıçayı mı simgeler?

Sorunun ikinci parçasını, küçük ölçekli özerk bir toplum yaşantısına diğer bir deyişle ihtiyaç duyduğu ve yiyebileceği kadarını üreten ve sadece işlerin yürümesi için üzerine sorumluluk alan bir topluma alışkın olmamamız oluşturur. 150 yıl önce, tıpkı günümüze kadar hayatta kalmayı başarmış küçük ölçekli avcı toplayıcı grupları “ilkel” olarak belgelemiş etnograflar gibi, ilk arkeologlar da tarihöncesi insanları “ilkel” olarak değerlendirmişlerdir. Ancak yakın zamanda küçük ölçekli toplumların inançları, mitleri ve ritüellerinin basit fakat “ilkel” olmadığı anlaşılmıştır.

Altamira mağarasındaki resimlerin bir reprodüksiyonu. Deutsches Museum, Munich.

Şimdilerde her şey çok çabuk değişiyor. Bilişsel bilim, evrim, psikoloji ve antropoloji üzerine çalışan araştırmacılar, tarihöncesi toplumların, ritüellerin ve dinin evrimiyle ilgili yeni düşünceler, teoriler öneriyor. Arkeologlar da insanların ürettikleri “şeylerin”, çoğunlukla bir anlam yaratmak için yapıldığını fark etmeye başladılar. Araştırmalardaki bu yeni eğilimler, heyecan verici yollarla birbirine bağlanmakta ve Anadolu’nun tarihöncesi arkeolojisi de bu yeni gelişmelerin merkezinde durmaktadır.

Avusturya’da bulunan Willendorf Venüsü

Öyleyse ev benzeri yapılar, sadece havaya karşı bir korunak ve yemek pişirilip yenen bir yer olmaktan çok daha fazla görevi üstlenmiş olmalıdır. Bu evlerin büyük bir işgücü ve materyal ile sağlanan zengin mimari içeriği ve bakımı gereklidir. Özen ve çabanın bu yaratıcı yatırımı, bir kurum olarak ailenin öneminin maddesel tanımını ortaya koyar.

150 yılı aşkın bir süre önce Charles Darwin, biyolojik evrim teorisini yayınlamış ve biyolojik türler olan insanoğlu için temel çıkarımlarda bulunmuştur. Çok uzun zamandır, biyolojik evrimin aşamalı olarak modern insanı şempanze ve gorillerden ayırarak bugünkü biz insanlara doğru nasıl şekillendirmiş olduğunu biliyoruz. Bu fiziksel değişimlerin yanında, yine aşamalı olarak, insanların daha tecrübeli, daha karmaşık ve daha çeşitli bir yaşam için gerekli donanımı ve aletleri üretmesini sağlayan kültürel yetenekler geliştirdiğini de öğrendik.

Avusturya’da bulunan Willendorf Venüsü

Fakat geçtiğimiz yıllarda, bilişsel ve evrimsel psikoloji üzerine çalışan bilim insanları, bizlere insan beyninin karmaşıklığının ve boyutunun evrimsel artışı ve beynin insan topluluklarının daha büyük ve birbirine bağlı hale gelmelerindeki rolüyle ilgili yeni bir anlayış kazandırdı. Psikolog Robin Dunbar bunu “sosyal beyin hipotezi” olarak adlandırmaktadır. Beyin ve beynin karmaşıklığı, insan topluluklarının boyutu ve karmaşıklığı, insan kültürünün tecrübesi ve karmaşıklığı gibi her türden evrimsel gelişimin temposu zamanla artmıştır. Kendi türümüz homo sapiens’in yaklaşık 200 milyon yıl önce ortaya çıkmasıyla, sosyal ve kültürel gelişimin temposu, insan beynini yöneten biyolojik evrimden çok daha hızlı ilerlemiştir. Başka bir deyişle, türümüz topluluk olarak büyüme ve birbirine bağlı hale gelmeyi kültürel araçlar yoluyla nasıl yukarı doğru geliştireceğini öğrenmiştir.

1903 yılında keşfedilen Castillo Mağarası, el betimlerinin olduğu panel. Kuzey İspanya

İnsan topluluklarının boyutlarının büyümesi yeni çözümler gerektiren zorlukları da beraberinde getirmiştir. İşte bu noktada “din” kavramı devreye girer. Gelişen insan topluluklarının yüzleştiği en ciddi zorluklar, tüm bireyleri gönüllü olarak ortak fayda için işbirliği yapmaya ve hazıra konan kimselere karşı (müşterek bir toplumda yaşamanın getirdiği faydalardan herhangi bir katkı sağlamaksızın yararlanmaktan mutluluk duyan kişiler) korumaya teşvik eder. Psikologlar da ortak ritüel ve inançların toplumu birarada tutmada iyi bir yol olduğunu düşünmektedirler.

Birlikte şarkı söyleme ya da beraber dans ederken paylaşılan ritimlerin heyecan, duygu ve tahmin gibi beyinde yarattığı kimyasal reaksiyonlarla ilgili (örneğin futbol seyircisinin birlikte şarkı söylemesini izleyin!) nöro-bilimsel kanıtlar da vardır. Antropologlar da küçük ölçekli toplumların ritüellerindeki dansları, şarkıları ve müzikleriyle ilgili birçok örnek verebilir.

1903 yılında keşfedilen Castillo Mağarası, el betimlerinin olduğu panel. Kuzey İspanya

Bunların yanı sıra, Batı Avrupa’da çeşitli mağara yerleşmelerinde bulunmuş, bazısının 40 binyıl önceye tarihlendiği, kemikten yapılmış flütler gibi ilk müzik aletlerinin varlığını da biliyoruz. İnsanların bir topluma ait olma duygusunu kuvvetlendiren bir başka yol ise; topluluk üyelerine, yaşadığı topluluğu ayrıştıran ve diğerlerinden ayıran belirli nitelikler yaratmaktır. Bu nitelikler belki de üyelerin birbirlerini selamlaması, kıyafetlerdeki bir detay ya da giyilebilen belirli bir sembol olabilir. Ancak bu ayırt edici nitelikler çoğunlukla görünür simgelerdir.

Ortak müziğin ilk işaretlerinden önce, yaklaşık 100 milyon yıl önce bile, atalarımız deniz kabuklarından, delinmiş devekuşu yumurtası kabuğundan kolyeler yapmaya başlamış, kırmızı aşı boyasını vücutlarını boyamak için kullanmışlardır. Görünen o ki, atalarımız daha o zamanlar yaşadıkları toplumların bir üyesi olduklarını çeşitli yollarla göstermeye başlamışlardır.

100 milyon yıl önceye kadar giden, kaya sığınakları ve mağaralara bilinçli bir şekilde gömülmüş mezarlara ilişkin birkaç örnek de mevcuttur. Bu gibi mezarların yer aldığı en erken örnekler, İsrail’in kuzeyindeki mağaralarda bulunmuştur. Bu mezarların bilinçli bir şekilde yapıldığını, vücudun sırtlan ve çakal gibi leş yiyici hayvanlardan korunmasına yetecek derinlikte mezar çukurlarının açılmış olmasından biliyoruz. Ayrıca bu insanlar, deniz kabuklarından yapılmış süs eşyaları ve aşı boyasıyla birlikte gömülmüşlerdir.

Brassempouy Venüsü ya da Leydisi olarak bilinen fildişi kadın heykelciği.

Bazı arkeologlar, insanların ölmüş yakınlarını böyle özenli bir şekilde gömmesinin bir ritüele ve ölümden sonra yaşam inancına kanıt olabileceğini tartışmaktadır. Fakat bazıları da bu gömülme biçiminin mutlaka ölümden sonra yaşama dair dinsel bir inanca işaret etmediğini, bunların sevgi ve kederle alakalı olan davranışlar ve gelişmekte olan insanlık duygusunun bir işareti olabileceğini düşünmektedirler.

Bu ilk bilinçli gömüt uygulamalarının ritüeller (ortak ve resmileşmiş bir dizi eylem) eşliğinde yapılmış olduğuna hiç kuşku yoktur. Çünkü bu gömütler birbirine benzer.  Ancak, ritüellerin tümünün bir din gerekliliğinin parçası olmadığını unutmamamız gerekir. Bir dini törenin parçası olmayan, eğlence, kutsallık ve ciddiyet içeren çok sayıda ritüel ve seremoni örneği vardır. Dinin kanıtı olmadan,  gömüt ritüellerinin ardında yatan gerekçeyi ölümden sonra yaşam inancına bağlamak mümkün değildir.

Fransa’nın güneybatısı ve İspanya’nın kuzeyindeki mağaralarda, 100 yıldan uzun bir zaman önce keşfedilen olağanüstü resimleri herkes görmüştür. Bu oldukça çarpıcı bizon, boğa ve at betimleri, 20. yüzyılın başlarında bazı Avrupalı ressamların hayal gücüne de ilham kaynağı olmuştur. Birçok insan için, bu resimlerin ve yine mağara yerleşmelerinde bulunmuş üç boyutlu, küçük kadın heykelciklerinin “ilkel” Paleolitik Dönem avcıları tarafından yapılmış olduğuna inanmak zordu. Fakat mağaralarda yapılan özenli kazı çalışmaları, tabanlarda bulunan basit yontma taş aletleri yapanlarla, bu resimleri yaratanların aynı insanlar olduğunu göstermiştir. 

Ancak son yıllarda çok daha şaşırtıcı bilgilere ulaşılmış ve yeni gelişen tarihleme yöntemleri bu eserlerin kesin yaşını saptayabilmek amacıyla, daha çok Avrupa’da bulunan bu küçük boyutlu kadın heykelcikleri ve mağara duvarı resimlerine uygulanmıştır. Şimdilerde, bu resimlerin ve oldukça yaratıcı heykelciklerin bazılarının yaklaşık 40 binyıl önce Avrupa’ya gelerek Neanderthal türünün yerine geçen Homo sapiens’in yaptığı ilk şeyler arasında yer aldığı söylenmektedir. Diğer taraftan, oldukça benzer başka resimler 14 binyıl öncesine kadar yapılmaya devam etmiştir.

Yüzyıl önce, mağara sanatının henüz keşfedildiği ve ne kadar eski oldukları belirlenmeye çalışıldığı zamanlarda, insanlar sürekli Buz Devri avcılarının “ilkel” taş aletleriyle, antropologlar ve Hıristiyan misyonerlerce tanımlanan ve dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan “ilkel” avcı toplayıcı grupları karşılaştırmaktaydı. Mağara sanatı bilmecesi için yaygın olarak önerilen açıklama, resimlerin büyü ile ilişkili olduğuydu. Bu açıklama, “ilkel” toplumların basit büyülerle düşündüğü çağdaş dinlerin yanı sıra açıklığa kavuşur ve sadece uygar insanlar uygun dinlerin gereklerini kabul edebilirlerdi.  

Birçok insan, dinin kısmen biz insanlara benzeyen, ancak bazı yönleriyle insanlardan oldukça üstün doğaüstü varlık ya da varlıklara olan ortak bir inancı içerdiği konusunda hemfikirdir. Dinlerin birçoğuna da ritüeller eşlik eder. Bir antropolog ve aynı zamanda psikolog olan Pascal Boyer, günümüzde yaşayan birçok küçük ölçekli toplumun antropologlar tarafından belgelenen inançla ilgili uygulamalarını kullanarak, neredeyse her toplumun tanrılar ve ruhlar gibi doğaüstü varlıklara inanç anlamında bir dine sahip olduklarını gözlemlemiştir. Boyer bu “doğaüstü varlıkları”; ölümsüz, görünmez, herşeyi bilen ya da çok güçlü, aynı zamanda bizim yaptığımız ya da yaptığımız birşeyde başarısız olduğumuzda sinirlenebildikleri için birçok yönden biz insanlara benzeyen varlıklar olarak tanımlar.  

Bu noktada sormamız gereken soru şudur: toplumlar ilk ne zaman bu güçlü doğaüstü varlıklarla ilgili düşünceler oluşturmaya başladı? Günümüz toplumlarında yaşayan insanlar, doğaüstü varlıklara (bir ya da daha fazla tanrı) dinsel bir inançla bağlanırlar. İnsanlar antik dönemde de (Yunan, Roma, Mezopotamya ya da Mısır uygarlıklarında) aynı şekilde doğaüstü güçlere sahip insan benzeri tanrılara inanırlardı. Bazı araştırmacılar, insanların hizmetini talep eden, güçlü ve insan benzeri tanrılarla ilgili düşüncelerin, yaklaşık 5000 yıl önce ilk krallıklar ortaya çıktığında, kralların gücünü pekiştirmek amacıyla oluşmuş olduğunu düşünmektedirler. Kimi psikologlar da tanrıların insanüstü otoritesinin ölçeğinin, insan topluluklarının ölçeğinin artmasıyla doğru orantılı bir şekilde geliştiğini önermektedir. Diğer bir deyişle, yüzlerce, binlerce, hatta milyonlarca insanın biraraya geldiği, büyük ölçekli insan toplulukları geliştikçe, sonsuz, kapsayıcı ve üstün bir otorite sağlayan insan benzeri tanrılarla ilgili dinsel inançlar oluşturmuşlardır.

Şimdilerde, insanüstü otorite ve güce sahip insan benzeri varlıklarla ilgili dinsel inançların ilk ne zaman ortaya çıktığı sorusuna yeni bir cevabımız var gibi görünmekte. Görünen o ki Yakındoğu’nun ilk krallıkları, ilk büyük ölçekli toplumsal örgütlenmeler değil. Türkiye’nin güneydoğusunda yer alan Göbekli Tepe ve Nevali Çori gibi yerleşmelerde, insan biçiminde insanüstü tanrıların ilk betimleri ortaya çıkmıştır.

20 binyıl önce, Güneybatı Asya’nın avcı toplayıcı grupları hem sosyal hem de yiyecek tedarik etme biçimi bakımından değişmiştir. Aşamalı olarak yerleşik hayata geçilmiş, toplumlar göçer yaşam yerine, tüm mevsim süresince tek bir yerde, son olarak da tüm yıl boyunca kaldıkları kalıcı yerleşmelerde yaşamaya başlamışlar ve giderek daha geniş topluluklar haline gelmişlerdir. 12 binyıl önce, eski göçer avcı toplayıcı grupların on kat büyüklüğünde, yüzlerce insandan oluşan kalıcı yerleşmeler ortaya çıkmıştır. Yüzlerce insanın birarada olduğu ve yerleşmenin hemen yakınından elde edilebilen kaynaklara ve toprağa bağımlı bir yaşam, çok büyük bir işbirliği ve her türden kural ve düzen gerektirmekteydi. Psikologlar ve antropologlar, ortak ritüel ve inançların, her bir bireyin sadece az sayıda insanla ilişkili olduğu ve herkesin birbirini iyi tanımadığı bir toplum içinde yaşamak için gerekli olduğu düşüncesindedirler. Böyle bir toplumda bireyler, güvenilebilir olduklarını işbirliği yapma derecesiyle gösterebilirler. Ritüellere katılmak da, topluma olan bağlılığı gösteren etkili bir araçtır.  

Ayrıca bu yeni yerleşik toplumlar, kendilerini değiş-tokuş ve paylaşım gibi ilişkiler içine sokan ve böylece güven duygusu yaratan çeşitli iletişim ağlarıyla birbirine bağlıydı. Önceleri, bu iletişim ağlarının toplumların ekonomik ihtiyaçlarını karşıladığı önerilmiştir. Orta Anadolu’daki kaynaklardan gelen obsidyenlerin, Ürdün Vadisi’ndeki Eriha’ya, hatta daha güneye, Ölü Deniz’in ötesindeki yerleşmelere kadar gittiğini biliyoruz. Bu kadar uzak yerleşmelerde, onbinlerce çakmaktaşı aletin arasında, birkaç parça obsidyenin var olması, bizlere bu toplumların bölgeler boyunca birbirleriyle iletişim halinde olduklarını gösterir.  Ancak bu durum, bu egzotik, parlak ve siyah renkli küçük obsidyen dilgilerin toplumlar arasındaki iyi ilişkilerin bir göstergesi olarak değerli olduklarını da gösterir. Bunun gibi başka birçok değerli materyal daha vardır. Ürdün’ün iç kısımlarındaki yerleşmelerde bulunmuş Akdeniz’den gelen deniz kabukları, Kızıl Deniz’den Orta Anadolu’ya giden deniz kabukları, yeşil malakitten yapılmış boncuklar ve serpantinden yapılmış kolyeler gibi… Bu materyaller, tüm Güneybatı Asya boyunca uzanan değiş-tokuş ağlarıyla toplumdan topluma taşınmıştır.

Son olarak, Göbekli Tepe ve Nevali Çori’de ortaya çıkarılan yeni keşiflerle, toplumları birbirine bağlayarak işbirliği ve güvenin bölgesel birliği içine sokan bu yoğun değiş-tokuş ve paylaşım ağlarıyla ilgili bilgilerimizi birleştirebiliriz. Göbekli Tepe’de büyük yuvarlak yapılar içinde yer alan sıradışı monolitikler, tüm bölgede geniş ölçekli ve kalıcı toplumların ortaya çıktığı zamana, 10. binyıla tarihlenir. Şimdilerde dinin evrimiyle ilgili ortaya atılan teorilerden bağımsız olarak, Göbekli Tepe kazı başkanı Klaus Schmidt, 2006 yılında yayımladığı kitabında, birer heykeltraşlık eseri olan bu büyük boyutlardaki monolitiklerin insan benzeri tanrı betimleri olduğunu ve bu nedenle yapıların da tapınak olduğunu öne sürmüştür. Schmidt, ayrıca bu yapıları inşa etmek için taşları ocağından çıkarmak, şekillendirmek, yerine yerleştirmek, ayağa kaldırmak gibi birkaç toplumun işbirliğini gerektiren işgücüne de dikkat çekmiştir.  

Bu nedenle Klaus Schmidt, büyük ölçekli toplumlar ile kutsal otorite altında insanları bir arada tutan ortak bir din sistemine olan ihtiyacı birbirine bağlayan bilmecenin bir parçasını oluşturur. Bunun yanında, toplumların birbirleriyle olan sosyal ilişkilerini yöneten değiş-tokuş ağlarıyla ilgili verilere de sahibiz. Göbekli Tepe’de tüm olarak korunagelmiş en uzun monolitik çifti D yapısının merkezinde bulunur. Parmaklarını göbeğinin altında birleştirmiş elleri ve kollarıyla betimlenmiş, kemerlerinin tokaları asılmış tilki postuyla süslenen ve üzerinde yer alan kazınmış sembolleriyle bu monolitiklerin insan biçiminde yapılmak istendiği çok açıktır. Bu yüzden, bu devasa figürlerin T biçimindeki üst kısımlarını oldukça şematize edilmiş bir baş olarak tanımlamamız mümkündür.

Pascal Boyer, tanrıların birçok bakımdan insanlara benzediklerini ancak aynı zamanda da bazı durumlarda mantığa aykırı olduklarını öne sürmüştür. Bu figürler şematik insan figürleridir ancak devasa boyutlardadırlar. Figürlerin kemer kısmı karşısında duran kişinin göz hizasına denk gelirdi, baş kısımları ise kişinin göremeyeceği kadar yüksekte kalırdı. Ancak biz modern ziyaretçiler bu iki merkezi figürün başlarını yakından görebilmemizi sağlayan yürüyüş yollarıyla yerleşmenin etrafında gezinebiliyoruz. Bu nedenle, bu başların fark edilir bir insan uzvuna sahip olmadığını da görebiliyoruz.

Psikologlar, ilk çocukluk çağından itibaren tanıştığımız veya konuştuğumuz insanların özellikle gözlerine baktığımızı söylerler. Yüzdeki en önemli uzuv kişinin gözleri olduğundan, ilk kez tanıştığımız bir insana bile nasıl cevap vereceğimize neredeyse hemen karar verebiliriz. Fakat yapılara hükmeden bu masif, monolitik figürler ilginç bir şekilde bizlere kendileri hakkında hiçbirşey söylemezler. Bu figürler baskın ve esrarengiz bir görünüme sahiptirler. Hiçbirimizin görmeye alışık olmadığı en güçlü heykeltıraşlık eserleri arasında yer alırlar.

10-12 binyıl önce insan eliyle yapılmış, bu yeni keşfedilmiş arkeolojik alanlar sıradışı bir biçimde etkileyici bir mimari ve heykeltıraşlık eserleri sergilerler. Göbekli Tepe zaten bu güçlü betimleri görmek için dünyanın dört bir yanından gelen insanlar için neredeyse bir hac yerine dönüşmüştür. Bu betimler, tarihöncesi dönem üzerine çalışan arkeologlar kadar, dinin evrimiyle ilgilenen bilişsel ve evrim bilimci, psikolog ve antropologlar gibi birçok bilim insanını da heyecanlandırmaktadır. Birlikte çalışma ve birbirinden farklı uzmanlık alanlarının verilerinin birleştirilmesiyle, Göbekli Tepe ve onun çağdaşları kapsamında yapılacak kolektif çalışma, bu tarihöncesi insanlarının anıtsal başarılarını anlamada daha derin bir anlayış sağlayacaktır.

Kaynak: Aktüel Arkeoloji Dergisi “İnancın Kökeni” 

EN ÇOK OKUNANLAR

Tarlada Yürüyüş Yapan Kadın 2150 Gümüş Sikke Buldu

Prag'ın güneydoğusundaki Kutnohorsk kentinde tarlada yürüyüş yapan bir kadın, çiftçilik faaliyetleri sırasında yüzeye çıkan birkaç gümüş sikkeye rastladı. Çek Cumhuriyeti'nde şimdiye kadar bulunan en büyük erken ortaçağ sikke istifini açığa çıkardığının farkında değildi.

SON İÇERİKLER