Göbekli Tepe ve Hac

Nesilden nesile çalışarak Göbekli Tepe’yi inşa eden insanlar bir bakıma hac yolcuğu yapıyordu. Biz onların yarattıklarını görmek için bu çıplak kayalık dağa çıkarken, onlar bu uzak yere, burayı yaratmak için geliyorlardı. Göbekli Tepe insanların yaşadığı bir yer değil, gelip gittiği bir yerdi.

Göbekli Tepe kazı alanının havadan görünüşü. © DAI, Göbekli Tepe Kazı Arşivi

Şanlıurfa yakınlarında bulunan Göbekli Tepe, son yıllarda uluslar arası bir hac alanı haline gelmiştir. 20 yıl önce, Klaus Schmidt bölgedeki araştırmalarına henüz başlamadan önce Göbekli Tepe, bir Türk-Amerikan yüzey araştırması ekibi tarafından oluşturulan bölgenin arkeolojik alanları listesinden bilinmekteydi. Kazıların başlamasının ardından ortaya çıkarılan sıra dışı anıtlar ve etkileyici heykeller ile birlikte, Göbekli Tepe tüm dünyaca bilinen bir arkeolojik alan haline gelmiştir.

Kazının ilk yıllarında, Alman arkeolog Klaus Schmidt tarafından yapılan bu olağanüstü keşif yalnızca sınırlı bir prehistorya çevresi tarafından biliniyordu. Son 10 yılda, ilk olarak arkeoloji dergilerinde yer alan makaleler, daha sonra National Geographic gibi çeşitli türden popüler dergiler ve tüm dünyada izlenen belgesellerle, Göbekli Tepe gitgide daha popüler hale geldi. Alana gelen ziyaretçi sayısı her geçen yıl daha da artarak, günde birkaç kişiden yüzlercesine ve hatta bugün binlercesine ulaştı. Her geçen gün hızla popülerliğini arttıran Göbekli Tepe, bugün Mısır Piramitleri, Atina’daki Parthenon Tapınağı, İngiltere’deki Stonehenge ya da Truva gibi dünyanın en ünlü arkeolojik alanları arasına girmeyi başarmış ve çekici bir ziyaret merkezi haline gelmiştir.

Türkiye’nin güneydoğusunda, uzak bir dağ sırtında yer alan bu 12 binyıllık prehistorik alanın, dünyanın dört bir yanından gelen insanlar için neden bu kadar çekici olduğunu tanımlamak zordur. Göbekli Tepe’ye gelen ziyaretçilerin çoğunun geldikleri yer hakkında fazla bilgiye sahip olmamaları ancak buraya ulaşma ve burada olma çabaları, bunun basit bir meraktan daha öteye gittiğini gösterir. İki yıl önce, bir belgesel projesi için Göbekli Tepe’ye geldiğimde ziyaretçilerden bazılarıyla tanışma fırsatım oldu. Mezuniyet hediyesi olarak kızını Göbekli Tepe’ye getiren Kanadalı bir anne ve bir dergide Göbekli Tepe’nin fotoğraflarını görüp, burayı kendi gözleriyle görmesi gerektiğine ikna olan Barselonalı genç bir foto-muhabir o günkü ziyaretçiler arasındaydı.

Göbekli Tepe’ye gitmeden önce, arkeolog arkadaşlarımın birçoğu oradaki anıtsal yapıları ve taşları görmem gerektiğini ve bu ziyaretin onlar için hayatlarındaki en etkileyici deneyimlerden biri olduğunu söylemişlerdi. Alana gittiğimde, Klaus Schmidt ile birlikte yuvarlak planlı yapılardan en geniş olanının içerisine girme ayrıcılığını tattım. Orada, çevremdeki anıtsal dikilitaşların arasında durduğumda hissettiklerim, benim için Ayasofya veya Süleymaniye Camii’ne veya kendi ülkemdeki en büyük katedrallerden birine girdiğim zaman hissettiklerime benzerdi. Göbekli Tepe’nin üzerimde bıraktığı bu etkiyi açıklamak benim için çok zor. Bende bu etkiyi bırakan diğer yerleri ziyaret etmeden önce o yerler hakkında bilgiye sahiptim. Örneğin Ayasofya’yı inşa ettiren Roma İmparatoru Justinianos ve Hristiyan liturjisi hakkında veya Kanuni Sultan Süleyman adına Mimar Sinan tarafından inşa edilen Süleymaniye Camii hakkında bilgiye sahiptim.

Ancak, her ne kadar Güneybatı Asya Bölgesi Neolitik Dönemi alanında uzmanlaşmış bir prehistoryan olsam da, bu yuvarlak planlı yapıların ve onları oluşturan uzun, kabartmalı dikilitaşların ne anlama geldiğini bilmiyordum. Dikilitaşların yüzeyinde yer alan öküz, tilki, yabandomuzu, akrep, yılan veya uzun bacaklı kuş gibi hayvanların betimlendiği kabartmalar görsel açıdan oldukça güçlü ve etkileyici. Ancak bu taşların, 12 binyıl önce bu kabartmaları yapan veya onları gören kişilere ne ifade ettiğini tahmin edemiyorum. Göbekli Tepe beni büyülüyor, ancak onun gizemini çözemiyorum.

Sanıyorum ki Göbekli Tepe’nin herkes için böylesine büyüleyici ve çekici olmasının nedeni anıtsallığının ve görselliğinin böylesine güçlü bir şekilde etkileyici olmasının yanı sıra Göbekli Tepe’nin bizim için tam bir bilmece olması. Göbekli Tepe’yi ziyaret edenler alanın, anıtsal taşların ve görselliğin büyüsüne kapılır. Eğer Göbekli Tepe’ye gittiyseniz, burayı asla unutamazsınız. Onu anlamasanız da, üzerinizde kalıcı bir etki bırakır.

Göbekli Tepe’deki anıtsal taş çemberler, kullanım ömürleri dolduktan sonra moloz ve toprak ile kasıtlı olarak doldurularak, kullanılmaz hale getirilmişlerdi. Nico Becker, DAI, Göbekli Tepe kazı arşivi

Bir hac yolculuğuna çıkmak için belirli bir inanca sahip olmaya gerek yoktur. Geleneksel bir hac rotası izleyen ve kutsal bir hac merkezine yolculuk eden ancak herhangi bir dine bağlı olmadığını söyleyen kişilerle tanıştım. Bu yolculuğa çıkmak ve kendilerini yakın hissettikleri bu yerlere gitmek onlar için yeterliydi. Bu deneyim onlara, hac yolculuğuna çıkan inançlı kişilerin hissettikleri ile aynı şekilde hissettiriyordu.

Hac yolculuğunun çekici olmasının bir nedeni de uzun bir geçmişi olan bir geleneği yaşıyor olmak, uzun yıllar boyunca pek çoklarının ziyaret ettiği aynı kutsal yere gidiyor olmaktır. Mısır’daki Gize Piramitleri veya Truva Antik Kenti gibi dünyaca ünlü (ancak kutsal olmayan) bir yere gittiğimizde, burayı bizden önce ziyaret eden milyonlarca turisti düşünmek yerine bu yerlerin antik çağlardaki önemini düşünürüz. Söz konusu Mısır Piramitleri olduğunda, Antik Mısır Krallığı’nın, firavunların ve “Sonsuzluk Evi” adı verilen kraliyet mezarlarının önemi aklımıza gelir. Bir bakıma, hayal gücümüzde kutsal krallarının huzurunda antik Mısırlılarla buluşuruz. Truva’ya gittiğimizde, hayal gücümüzde kendimizi Truva halkıyla beraber, Homeros’un, Truva’nın kuşatılmasıyla ilgili epik hikayesini dinlerken ve bir zamanlar orada olan kalenin harap olmuş surlarını ve ışıl ışıl zırhları ve parlak silahlarıyla savaşçıları hayal ederken buluruz.

Göbekli Tepe’ye gittiğimizde, binlerce yıl önce bu uzak kireçtaşı dağına tırmanan insanların ayak izlerini takip ettiğimizi düşünürüz. Ancak Antik Mısır veya Truva örneklerinde olduğu gibi, Göbekli Tepe’deki insanları hayal edemeyiz, çünkü Göbekli Tepe’deki insanların kim olduğunu bilmiyoruz. Onları, Antik Mısır Krallığı veya Homeros’un dünyasında olduğu gibi tarihsel bir bağlama yerleştiremeyiz. Göbekli Tepe’den bu kadar etkilenmemize sebep olan, onun gizemini korumasından kaynaklanır. 10 binyıl önce yaşamış olan bu insanlar hakkında bildiğimiz tek şey, onların Göbekli Tepe’deki anıtları meydana getirdikleridir. Nesilden nesile çalışarak Göbekli Tepe’yi inşa eden insanlar bir bakıma hac yolcuğu yapıyordu. Biz onların yarattıklarını görmek için bu çıplak kayalık dağa çıkarken, onlar bu uzak yere burayı yaratmak için geliyorlardı. Göbekli Tepe insanların yaşadığı bir yer değil, gelip gittiği bir yerdi.

Onlar kimdi? Kaç kişilerdi? Ne kadar mesafeden geliyorlardı? Ve her şeyden önemlisi, onları bu zorlu yolculuğa çıkmaya, bu çıplak dağda çalışmaya iten şey neydi? Ortaya çıkarmak için bu kadar çok çalıştıkları anıtların anlamı neydi? Taşlar üzerindeki imgeler onlara ne ifade ediyordu? Göbekli Tepe’deki kazılar devam ettikçe ortaya tamamen beklenmedik, eşsiz ve son derece etkileyici bir manzara çıkmaktadır. Kazı ilerledikçe, arkeologlar daha basit sorulara cevaplar bularak yavaş yavaş ilerliyorlar. Bu insanlar bu taşları madenden çıkarmak ve şekillendirmek için hangi araç-gereçleri kullanıyorlardı (milyonlarca taş alet mi)? Dağda çalışırken ne yiyorlardı (etrafa atılan kemiklerden bölgede avlanan çeşitli hayvanların etini yediklerini ve yeni yeni buğday yetiştirmeye başladıklarını anlıyoruz)?

Taşın madenden çıkarılması, şekillendirilmesi, taşınması, dikilitaşlar üzerindeki kabartmaların yapılması ve taşların dikilmesi için çok sayıda yetişkin erkeğin – basit bir köyde bulunabileceğinden çok daha fazla kişi - işgücüne ihtiyaç duyulmuş olmalıdır. Ayrıca bu çıplak ve kayalık dağda böylesine büyük bir işgücünün haftalarca, hatta aylarca kalması için destek sağlayacak çok sayıda başka insanlar da olmalıydı. Suyu taşıyan, yemeği hazırlayan ve taşıyan, hayvanları avlayan insanlar olmalıydı. Büyük olasılıkla, bugün Göbekli Tepe’nin yoğun bir gününde alana gelen insan sayısına yakın bir sayı olmalıydı. Bu insanlar, çalışma sezonunun sonunda alandan ayrılırlarken, 12 veya 15 dikilitaştan oluşan taş çemberlerinden birini ortaya çıkarmış olmanın gururunu taşıyor olmalılardı. Bugün bir veya iki saatlik bir geziden sonra alandan, gördüklerimizin canlı hatıralarıyla, asla unutmayacağımız zihinsel imajlarla ve Göbekli Tepe’de geçirdiğimiz zamanı her hatırladığımızda bizde merak uyandıracak sorularla ayrılırız.

Göbekli Tepe ve Arkeoloji

Klaus Schmidt Göbekli Tepe’ye ilk adım attığı gün, hayallerinin kazı alanını bulduğunu biliyordu. Yüzeyde görünen şekilli taşların, Prof. Harald Hauptmann ile birlikte çalıştığı Fırat Vadisi’ndeki Nevalı Çori höyüğünde bulunan eşsiz taşlara benzediğini fark etti. Prof. Schmidt, Göbekli Tepe’nin olağanüstü önemini fark edebilecek dünyadaki sayılı arkeologlardan biriydi. Alandaki araştırmalarına 1994 yılında, Urfa Müzesi ve Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından ortak yönetilen araştırma projesi ile başlayan Prof. Schmidt’in ortaya çıkarttıkları, Neolitik Dönemle ilgili tüm bildiklerimizi alt üst etti.

Neolitik Döneme ait olan Göbekli Tepe’de yapılan radyo karbon analizleri, Göbekli Tepe’nin 12 binyıl önceye tarihlendiğini ve en az 1400 yıllık bir süre boyunca kullanıldığını gösterdi. Böylesine çok sayıda insanın alandaki aktivitesinin kalıntıları, 300 metre çapında ve 15 metre yüksekliğinde dev bir höyük oluşturdu. Göbekli Tepe bugün, üzerinde bulunduğu beyaz kireçtaşından oluşan çıplak dağlık araziyle tam bir zıtlık içerisinde kahverengi topraktan oluşan yuvarlak bir tepe görünümündedir.

Arkeologlar uzun bir süre boyunca Neolitik Dönemi, Güneybatı Asya bölgesindeki insanların tarım ve hayvancılığa başladıkları dönem olarak görüyorlardı. Göbekli Tepe’nin bulunduğu bölge de, avcı-toplayıcılıktan tarıma geçiş döneminin yaşandığı yerin tam ortasında yer alıyor. Göbekli Tepe’nin aktif olduğu dönemde, yani Neolitik Dönemin ilk başlarında, Türkiye’nin güneydoğusu ve Suriye’nin kuzeyinde yaşayan avcı-toplayıcı topluluklar, büyük oranda yabani bitkiler yiyerek ve avlanarak yaşıyorlarsa da, ilk kez buğday yetiştiriciliğine başladılar.

Tarihöncesi avcı-toplayıcı insanlar hakkındaki görüşümüz büyük ölçüde, günümüzde Güney Afrika veya Batı Avustralya’da yaşayan topluluklar gibi çağdaş avcı-toplayıcı insanlar ile ilgili bildiklerimizden oluşur. Onları, doğanın elinde, günden güne uçlarda yaşayan insanlar olarak canlandırırız ve küçük gruplar halinde, sık sık göç eden, yalnızca beraberlerinde taşıyabildikleri eşyalara sahip olan insanlar olarak düşünürüz. Ancak Güneybatı Asya bölgesindeki avcı-toplayıcı topluluklar, belgesellerde veya antropoloji kitaplarında gördüklerimizden tamamen farklıydı. Güneybatı Asya bölgesinde yaşayan topluluklar binyıllar boyunca yabani tahıl (buğday ve arpa), mercimek, bezelye, fasulye ve nohut yetiştirdiler ve hasatlarını depoladıkları kalıcı yerleşim yerlerinde, çok sayıda insan bir arada yaşamaya başladılar.

Son yıllarda, Göbekli Tepe çevresinde yapılan yüzey araştırmalarında ve Türkiye’nin güneydoğusundaki Dicle Vadisi ile Suriye’nin kuzeyindeki Fırat Vadisi’nde yürütülen kurtarma kazılarında, Göbekli Tepe ile aynı döneme tarihlenen önemli mimari kalıntılara ulaşılmıştır. Ortaya çıkan sonuçlar, Göbekli Tepe çevresinde yaşamış olan, daha gelişmiş ve görece daha büyük ölçekli topluluklar olduğunu ortaya koymaktadır. Göbekli Tepe’deki anıtsal yapıların yapımı için küçük boyutlu bir köy topluluğu yeterli olmayacağından, arkeologlar buranın çevredeki tüm toplulukların bağlı olduğu bir ‘merkezi alan’ olduğuna inanmaktadır. Göbekli Tepe’deki dikilitaşların üzerindeki kabartmalarda yer alan motif ve imgelerin birçoğuna, hatırı sayılır mesafelerdeki çeşitli yerleşmelerde de rastlanmıştır. Dicle Vadisi’nde, Batman ve Hasankeyf yakınlarında süren kazı çalışmalarında yeni keşfedilen bazı yerleşmelerde aynı sembollere rastlanmıştır. Suriye’nin kuzeyinde, Fırat Vadisi’nde yer alan yerleşmelerde de yine benzer semboller görülmüştür. Öyleyse, Göbekli Tepe’yi, 120 kilometrelik bir alandan fazlasına yayılan bir kültürel ve sosyal ağ üzerindeki toplulukların bir araya geldiği bir ‘merkezi alan’ olarak düşünebiliriz.

Göbekli Tepe yerleşime uygun bir yer değildi. Ancak, üzerinde bulunduğu dağ etraftaki bereketli toprakların bir uçan diğer ucuna görülebildiği müthiş bir manzara sunuyordu. Güneyde, kuzey Mezopotamya Cezire bölgesinin kuzeybatı köşesindeki düzlük bölgeye, doğuda, Balikh Nehri vadisine ve kuzeyde, Balikh Nehri’nin yükseldiği büyük havzaya kadar uzanan bir manzaraya sahipti. Havanın açık olduğu bir günde, kuzeyde, hala yabani buğdayların bittiği Karacadağ’ın bazalt tepeleri görülür.

Göbekli Tepe’yi ziyarete gelenler için, ana kazı alanı ilk görüşte oldukça şaşırtıcıdır. Çok geniş görünen bu alan höyüğün derinlerine kadar inmektedir. Ancak tüm alanın planına bakıldığında ana kazı alanı oldukça küçük görünmektedir. Şimdiye dek elde edilen verilerin çoğu, alanın görece küçük bir kısmından gelmektedir. Alanda şimdiye dek farklı türlerde jeofizik araştırmalar yapılmış, ana kazı alanında ortaya çıkarılanlara benzer büyük boyutlu diğer dairesel yapıların toprak altında olduğu tespit edilmiştir. Alanın kuzeybatısında açılan yeni kazı alanında da benzer büyük boyutlu dairesel yapılara rastlanmıştır.

Kazının ana odak noktası, 4 adet büyük boyutlu dairesel yapının toplandığı alandır. Klaus Schmidt, bunların bağımsız duran yapılar olmadığına, zaten mevcut olan höyük içerisine açılan silindir biçimli oyukların içerisine yerleştirildiklerine inanmaktadır. Yapıların inşası başlamadan önce, 1500 metreküplük bir toprağın kazılarak, anıtsal taş çemberler için yer açıldığını düşünmek oldukça hayret vericidir. Anıtsal taş çemberlerinin her birini bir, iki veya üç adet iç içe geçmiş taş duvar çevrelemekte ve en fazla 20 metre çapında bir alan oluşturmaktadır. Ana duvarın temelinin çevresinde ise sekiye benzer bir taş yapı yer almaktadır. Dairesel planlı yapıların her birinin merkezinde bir çift T biçimli dikilitaş yer almaktadır. Yapının çevre duvarını ise, 12 adet T biçimli, nispeten ufak boyutlu, duvar ve seki içerisine yerleştirilmiş dikilitaş çevreler. Dikilitaşların boyu 3 ila 5.5 metre uzunluğundadır. İlk bakışta, ziyaretçiler için böylesine etkileyici olan, yapıların ölçeği ve dikilitaşların boyutudur. Ancak yapıların inşa edildiği dönem göz önünde bulundurulduğunda -11.000 yıl önce inşa edilmişlerdi- ilk izlenimler kültür şokuna dönüşür.

Ziyaretçi, birbiri ardına bu yapıları gezerken, her dikilitaşın birbirinden farklı olduğunu fark eder. Bazıları şaşırtıcı biçimde sade olan dikilitaşların yüzeyinde yalnızca bir hayvan kabartması – büyük azı dişleri olan bir yaban domuzu, kükreyen bir erkek aslan, dev bir yaban öküzü – yer alır. Diğerleri, uzun bacaklı kuşlar, yılanlar, akrepler ve örümcekler gibi çeşitli yaratıklardan oluşan karmaşık tasarımlara sahiptir. Yapılardan en büyüğü ve en iyi korunmuş olanı D Yapısı’dır. Ziyaretçiler için yapılan ahşap yürüyüş yolundan aşağıya bakıldığında, yapının zemininin ana kayanın düzleştirilmiş yüzeyi olduğu görülür. Yapının çevre duvarında, insanların yapıya giriş çıkış yapmış olabileceği herhangi bir açıklık yoktur. Şimdiye kadar ortaya çıkarılan merkez dikilitaşlarından en uzun olanları 5.5 metre uzunluğundadır (ancak taşın çıkarıldığı yerde yatay pozisyonda ve bitmemiş durumda bulunan 7 metre uzunluğunda bir dikilitaş saptanmıştır). Merkez dikilitaşlarının her biri, taştan oyulan bir dikdörtgen kaideye açılan yarık içerisinde durmaktadır. Merkez dikilitaşlar üzerinde, hafif kabartma olarak oyulan insan kol ve elleri vardır. Böylece bu dikilitaşların aslında insan formuna sahip oldukları ve T biçimli taşın dar kenarının figürün ön kısmı olduğu anlaşılır. Elin parmakları, ayrıntılı bir kemer tokasına sahip bezemeli bir kemer üzerindeki “karın” üzerinde birleşir. Kemerden, bir tilkinin postundan – arka ayakları ve kuyruğu belirgin biçimde betimlenmiştir - yapılmış olan bir peştamal sarkmaktadır.

Figürlerin dar ön kısımlarına doğru baktığımızda, “boğaz” kısımlarında “boyun” etrafına takılı bir gerdanlıktan sarkan bir kolye ucu taktıklarını görürüz. Bele takılan kemerlerde olduğu gibi, kolyelerde de sembolik tasarımlar vardır. Son olarak, eğer bu figürlerin elleri ve kolları, bellerine taktıkları kemerleri ve boyunlarında kolyeleri varsa, öyleyse dikilitaşın üst kısmındaki T biçimini oluşturan kısım da kafaları olmalıdır. Ancak bu kısımların kafa olduğuna dair herhangi bir özellik bulunmamaktadır. Ne kulak, ne de herhangi bir yüz hattına sahip değillerdir. Öyleyse bu insan kolu, eli, kıyafeti ve süsüne sahip olan ancak yüzü olmayan dev figürler nedir? Yapının zemininde oturduğunuzu hayal edin. Kafanız, figürün beli etrafındaki kemerin olduğu seviyede olacaktır. Kafa olduğu düşünülen dev taş bloğu ise sizden çok yüksektedir ve görmeyen gözleriyle başınızın üzerinden uzaklara bakmaktadır. Göbekli Tepe’deki kabartmalı dikilitaşlar müthiş ancak aynı zamanda oldukça gizemlidir. Merkezde yer alan bu figürler kim? Yapıyı çevreleyen ve merkezdeki iki figüre eşlik eden, daha ufak boyutlu diğer 12 figür kim? Prof. Schmidt alana ilk geldiğinde T biçimli dikilitaşlardan en büyük olanların bazılarının tepeleri görünüyordu. Kazılar sırasında, yapıları ve dikilitaşları açığa çıkarmak için, yüzlerce ton toprak ve molozun kazılması gerekti. Kazı ilerledikçe, toprak ve molozun yapıların içerisine kasıtlı olarak döküldüğü anlaşıldı. Tamamen toprak ve moloz ile kaplı anıtsal taş çemberleri kazılırken harcanan emek, bu yapıların inşa edilmesi için gereken alanın açılması sırasında harcanan muazzam emeği de gözler önüne serdi. Kasıtlı olarak toprakla kaplanan bu yapıların uzun süre açıkta durmadığını da düşünmek için yeterli sebep vardır. Yapıları çevreleyen dikilitaşlar sıkı bir şekilde duvar ve sekinin içerisine yerleştirilmiştir ancak yapının merkezinde yer alan dikilitaşlar, içine yerleştirildikleri oyukta iyi dengelenmiş bir şekilde serbest duruyordu. Yapıların içerisinde burada yapılmış herhangi bir aktiviteye dair pek fazla ize rastlanmadığından, merkezde yer alan bu dikilitaşların uzun bir süre boyunca desteksiz bir şekilde durduğunu söylemek zordur. Öyleyse bu taşları ocaktan çıkarmak, taşımak, inşa etmek, oymak ve dikmek için harcanan bunca emek, zaman ve becerinin ardından, yapılar neden tamamen doldurularak, kullanılmaz hale getiriliyordu? Bu heybetli ve gösterişli anıtları gizlemenin nedeninin ne olduğuna dair henüz bir ipucu yok, ancak nedeni her ne ise oldukça etkili olmalıdır.

 

Göbekli Tepe’yi inşa eden ustalar ve burada çalışan heykeltıraşlar hakkında üç şey söyleyebiliriz. İlk olarak, ne Göbekli Tepe’de, ne de Göbekli Tepe’ye yakın bir yerde yaşıyorlardı. İkincisi, çok fazla sayıda kişiye ihtiyaç vardı ve işçiler toprağı kazmak, taşları çıkarmak, oymak, taşımak, anıtları dikmek, yüzeylerindeki kabartmaları yapmak ve yapıların çevre duvarlarını inşa etmek üzere farklı zaman dilimlerinde çalışmak üzere alanda toplanıyor olmalılardı. Ayrıca inşaat ve heykeltıraşlık işlerinde aktif olarak çalışanları destekleyen çok sayıda insan bulunuyor olmalıydı. Ayrıca bu tür büyük ölçekli operasyonları planlayan ve yöneten usta kişiler de görev alıyor olmalıydı. Göbekli Tepe’nin bulunduğu yaylanın yakın çevresinde hiçbir yerleşim yerine rastlanmamıştır ancak 150 kilometreyi bulan geniş bir alanda, aynı sembolik imgelere rastlanan çağdaş yerleşmeler bulunmuştur. Bu yerleşmelerin bazılarında, normal konutların yanı sıra, büyük, dairesel formlu, yer altı yapılarına rastlanmıştır. Bu yapılar da, aynı Göbekli Tepe’de olduğu gibi, kullanım süreleri dolduğunda kasıtlı bir şekilde kullanılmaz hale getirilerek, toprak ve moloz ile kaplanmıştır.

Göbekli Tepe’deki anıtsal yapıların inşasında çalışacak kişilerin çok geniş bir alandan geldiği ve inşaatın yüzyıllara yayıldığı düşünülmektedir. Prof. Schmidt, Göbekli Tepe’nin, farklı yerlerden insanların bir araya geldiği ve ortak ideolojilerinin bir ifadesi olarak anıtların inşaatında çalıştıkları, tüm bölge için kutsal olan bir “merkezi alan” olduğunu düşünmektedir.

Üçüncü ve son olarak, Neolitik Dönem ile ilgili, küçük gruplar halinde hareket eden avcı-toplayıcı grupların zamanla küçük köylerde yaşayan basit çiftçilere dönüşmesi yönündeki görüşümüz, Neolitik insanlarının sosyal ve kültürel dünyalarının boyutunu, karmaşıklığını ve kapsamlılığını hafife almaktadır. Anıtsal mimari, sofistike heykeller ve sembolizmin, yaklaşık 5000 yıl önce, Mezopotamya ve Mısır’da ilk medeniyetler ile birlikte ortaya çıktığı düşünülmektedir. Göbekli Tepe’nin keşfi, medeniyetlerin ortaya çıkışından çok uzun bir süre önce, tarım öncesi toplulukların, sosyal gelişmişliğinin boyutunun yeniden düşünülmesini sağladı.

Klaus'un Ardından

Bu yazının aslında Klaus Schmidt tarafından yazılması planlanmıştı ancak ne yazık ki kendisini 20 Temmuz Pazar günü aniden kaybettik. Arkeoloji dünyası bu ani kayıpla sarsıldı ve Göbekli Tepe’de bu zamanlarda başlaması planlanan kazı sezonu şimdilerde başlamak için mücadele veriyor. Prof. Schmidt, 2 yıldır, kazılmış olan alanın hava koşullarından korunmasını öngören bir koruma çatısı projesi üzerine çalışıyordu. Koruma çatıları, çelik ayakları kazı alanlarının dışında kalacak şekilde tasarlandı. Koruma çatısının çelik ayaklarının ana kayaya kadar indiği kısımda yürütülen kazıların önümüzdeki sonbaharda bitmesi ve yeni koruma çatılarının 2015’te inşa edilmesi planlanıyordu.

Klaus Schmidt, eğitim hayatını ilkin Erlangen daha sonra ise Heidelberg Üniversiteleri’nde prehistorya bölümlerinde tamamladı. Heidelberg Üniversitesi’nde, Harald Hauptmann’dan eğitim aldığı sırada ilk kez Türkiye’ye gelen Prof. Schmidt, Keban Barajı’nın yapımı öncesinde Norşuntepe kazısında Prof. Hauptmann’ın ekibinde yer aldı. Norşuntepe malzemesi üzerine hazırladığı doktora tezini 1983 yılında tamamladı. Ardından, Atatürk Barajı’nın yapımı öncesinde bir diğer kurtarma kazısı olan Nevalı Çori Neolitik yerleşmesinde Prof. Hauptmann ile birlikte görev aldı. Schmidt, Nevalı Çori kazısında görev aldığı sürede Türkiye’ye duyduğu sevgiyi kanıtlamış ve Neolitik Dönemin sunduğu sorularla büyülenmişti. Nevalı Çori’de çalışma deneyimi, hayatının geri kalanı için bir yol çizdi. Nevalı Çori kazılarında, normal konut yapılarının yanında, ortada bir çift dikilitaş ve çevresinde bir taş duvar ve seki içerisine yerleştirilmiş dikilitaşlar bulunan özel bir tür yer altı yapısına rastlandı. Nevalı Çori’de bulunan stilize T biçimli dikilitaşlar ve sıra dışı taş heykeller, Klaus Schmidt’in Şanlıurfa bölgesinde benzer yapılar aramasına ve Göbekli Tepe’yi keşfetmesine yol açtı. Yüzeyde görülen Erken Neolitik Döneme ait heykel parçaları ve büyük T biçimli dikilitaşların tepeleri, onu bu alanın sıradan bir yerleşim yeri olmadığına ikna etti. Klaus Schmidt Göbekli Tepe’ye ilk geldiği gün, bu alanın onun bir arkeolog olarak hayatının geri kalanını meşgul edeceği yer olduğunu söylemiştir. Ne yazık ki, gerçekten de böyle oldu.

Klaus Schmidt’in Göbekli Tepe’de yaptığı keşifler arkeoloji dünyasında duyulduğunda, pek çok arkeolog kendi gözleriyle görmek için alanın yolunu tuttu. Klaus Schmidt her seferinde ziyaretçilerle birlikte alanı gezerek, onları kazı hakkında bilgilendirdi, sorularını yanıtladı. Göbekli Tepe dünyaca ünlü bir alan haline geldiğinde, Klaus Schmidt dünyanın dört bir yanında konferans vermeye ve her türden dergi ve gazetede Göbekli Tepe hakkında yazmaya davet edildi. Göbekli Tepe’de bir belgesel çekiminde yönetmen Klaus Schmidt ile bir saatlik bir röportaj yapmak istemişti. Klaus Schmidt daha sonra, bunun o sezon Göbekli Tepe’ye gelen beşinci belgesel ekibi olduğunu ve hepsinin de çekimde kendisinin de yer almasını istediklerini söylemişti.

Göbekli Tepe’nin ünü her geçen gün daha da arttıkça, sıra dışı keşifler de gitgide çoğaldı. Böyle bir arkeolojik kazının başkanlığını yapmanın baskı ve sorumlulukları da gitgide fazlalaştı. Bize böylesine eşsiz bir arkeolojik alanı kazandırdığı için hepimizin Klaus Schmidt’e büyük bir şükranlık borcu var. Koruma çatıları tamamlandığında, Göbekli Tepe’deki kazılar devam edecek. Şüphesiz yeni sürprizler, yeni heyecanlar ve yeni sıra dışı keşifler olacak. Ancak Göbekli Tepe her zaman Klaus Schmidt’in, onun prehistorya aşkının ve Türkiye’nin bir eseri olacak.

EN ÇOK OKUNANLAR

Tarlada Yürüyüş Yapan Kadın 2150 Gümüş Sikke Buldu

Prag'ın güneydoğusundaki Kutnohorsk kentinde tarlada yürüyüş yapan bir kadın, çiftçilik faaliyetleri sırasında yüzeye çıkan birkaç gümüş sikkeye rastladı. Çek Cumhuriyeti'nde şimdiye kadar bulunan en büyük erken ortaçağ sikke istifini açığa çıkardığının farkında değildi.

SON İÇERİKLER