Hasankeyf

Batman iline bağlı küçük bir ilçe merkezi olarak bilinen, Ortaçağ’ın önemli yerleşimlerinden Hasankeyf, il merkezinin yaklaşık 32 km güneydoğusunda, Mardin-Midyat eşiğinin doğu kesimine tekabül eden tarihi bölge Tûr Abdin’in kuzey yamacında, Dicle Nehri’nin, İran ve Kafkaslar’dan gelip Mardin-Midyat eşiği üzerinden Suriye ve Irak’ı birbirine bağlayan tarihi yolun geçişe en uygun yerinde hakim bir mevkide kurulmuştur.

Kaynaklarını Doğu Anadolu Bölgesi dağlarından alan Fırat ve Dicle nehirlerinin suladığı topraklar, ilk medeniyetlerin ortaya çıktığı, insanlık tarihinin en eski yerleşim yerlerinin başında gelmektedir. Grekler, bu bereketli topraklara “iki nehir arası” anlamına gelen Mezopotamya adını verirken, Müslüman Araplar aynı bölgeyi 7. yüzyılın ortalarındaki İslam fetihleriyle birlikte iki kısma ayırarak, güneyine Sevad veya Irak, kuzeyine de ‘ada’ anlamına gelen El Cezire demişlerdir. El Cezire bir süre sonra, buraya yerleştirilen Müslüman Arap aşiretlerinin adına nispetle Diyâr-ı Rabia, Diyâr-ı Mudar ve Diyâr-ı Bekr olmak üzere üç idari bölgeye ayrılmıştır. Hasankeyf, bu üç idari bölgenin en kuzeyinde yer alan ve günümüzde Yukarı Dicle Havzası’na denk gelen Diyâr-ı Bekr şehirleri arasında yer almıştır.

El Cezire ya da bir başka deyişle Yukarı Mezopotamya, tarih boyunca Yakındoğu kültürleri ile Anadolu kültürlerinin birleştiği, birbirine karıştığı bir kavşak konumunda olmuştur. Nitekim "Bereketli Hilal” olarak da adlandırılan bu bölgenin, uygarlık tarihindeki önemi, hemen her yerinde görülen binlerce yılın izlerini taşıyan höyükler, ören yerleri, anıtlar gibi çok zengin bir tarihi geçmişi günümüze ulaştıran kültür varlıklarından anlaşılmaktadır. Özellikle Batman Baraj Gölü altında kalan Hallan Çemi ile Neolitik Devrimin yaşandığı Çayönü, Nevalı Çori ve Göbekli Tepe gibi alanlarda yapılan kazılar, insanlığın ilk büyük aşaması olan Neolitik Çağ kültürlerinin bilinen kronolojisini 4.000 yıl daha geriye götürmüş ve MÖ 10.000 ile 6.000 yılları arasında bölgede var olan kültürlerin önemini ortaya koymuştur. Mezopotamya ile Anadolu'nun kesiştiği noktada yer alan konumuyla Hasankeyf'in de bu sürecin parçası olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Hasankeyf Höyük olarak adlandırılan alanda 2009-2011 yılları arasında yapılan kazılar, tarih öncesi devirlerden bugüne sürekli yerleşim görmüş olan Hasankeyf'in, Neolitik Devrimin gerçekleştiği yerleşimlerden biri olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Hasankeyf’i hem coğrafi hem de stratejik açıdan önemli kılan özelliklerinden biri de hiç şüphesiz Dicle Nehri’nin kıyısında kurulmuş olmasıdır. Toplam uzunluğu 1900 km olan ve bunun 523 kilometresinin Türkiye sınırları içerisinde uzandığı Dicle Nehri`nin, Hasankeyf çevresinde tabanının genişlediği ve burayı hem yerleşim hem de nehir taşımacılığına uygun bir liman haline getirdiği gözlenir. Hasankeyf çevresindeki birçok akarsu, çevresine hayat veren Dicle’yi cömertçe beslemektedir. Arazinin yükseltisi, eğimi ve iklim koşullarının uygunluğu ölçüsünde oluşmuş bu akarsular, ortalama 15-20 km uzunluğunda olup, akıntıları yönünde dik yamaçlı vadiler meydana getirmişlerdir. Tarih boyunca hem bereket, hem de korku kaynağı olan Dicle’nin, batıdan doğuya akarken bir kıvrımla hafifçe kuzeye Raman Dağları’na doğru yönelip, sonra hemen güneye döndüğü bir noktada, suyun binlerce yıl kalker kayalarını oyarak biçimlendirdiği derin kanyonlar ve binlerce mağara ile oluşturduğu eşsiz doğal biçimleniş, sığınmak için insanlara karanlık çağlardan bu yana çok cazip gelmiş olmalıdır. Bu sebeple tarih öncesi dönemlerden itibaren buranın yerleşim için uygun bir merkeze dönüştüğü anlaşılmaktadır. Nitekim son yapılan arkeolojik çalışmalarda ortaya çıkan somut veriler Hasankeyf sit alanı içerisinde prehistorik yerleşimlerin varlığını kanıtlamaktadır.

Yazılı kaynaklara yansıdığı şekliyle Hasankeyf ve içerisinde yer aldığı bölgenin erken dönem tarihi Asur-Hitit, Asur-Urartu, Roma-Pers ve nihayet Bizans-Sasani rekabetinin başlıca mücadele alanı şeklinde geçmiştir. Nitekim Hasankeyf'in kuruluşu da bu sürecin parçası olarak ortaya çıkmıştır.

Kipani'den Hasankeyf'e

Öte yandan Hasankeyf adının bizatihi kendi hikâyesi de bu sürecin ipuçlarıyla doludur. Adının kökeni ve anlamı konusunda çeşitli görüşler olmakla birlikte Asur Dönemine kadar uzandığı konusunda araştırmacılar ittifak halindedir. Buna göre Asur Kralı II. Asurnasibal’ın (MÖ 884-859) yıllıklarında geçen “Kipani” yer adı bugün Hasankeyf’in bulunduğu coğrafyayı ifade etmektedir. MS 1. yüzyıla geldiğimizde, Roma tarihçisi Plinius’un eserinde, şehrin adının Asur yıllıklarından biraz daha farklı olarak “Cephenia” şeklinde kullanımına şahit olunmaktadır. 6. yüzyıl Doğu Roma tarihçisi Procopius’un eserinde ise buranın ismi “Ciphas” olarak kayıtlıdır. Diğer taraftan Süryani kaynaklarında “Hesna Kepha” veya “Hesna de Kepha”, eski Ermenicede “Kentzy” yazılımıyla gördüğümüz Hasankeyf, Ortaçağ İslâm kaynaklarında ise “Hısn Keyfa” olarak geçmektedir. “Hısn” kelimesi Arapça kökenli olup “kale” anlamına gelmektedir. “Keyfa” kelimesinin ise “kaya” manasına gelen Süryanice kökenli “kifo”dan türetildiği tahmin edilmektedir. Dolayısıyla “Hısn Keyfa” Türkçe “kaya kale” anlamına gelmektedir. Şehrin ilk nüvesini teşkil ettiği yüz metre yüksekliğindeki yalçın ve yekpare bir kaya kütlesinin üzerine kurulması bu etimolojik açıklamaları doğrular mahiyettedir. Öte yandan şehrin adının bugünkü kullanım şekli olan Hasankeyf'e dönüşümüne ise 16. yüzyıldan itibaren rastlanmaktadır.

Sonuç olarak Hasankeyf’in adı, Asurca, İbranice, Süryanice ve Arapça gibi “Arami” (ya da “Arameik”) dil ailesinde kaya anlamına gelen “kepha, kipas, kefha, kaifa” gibi kelimelerle aynı kökten türemiştir. Herşeyi Latinleştiren Romalılar bile (Bizans'ı da sayarsak) MS 7. yüzyıla kadar süren egemenlikleri sırasında, yerleşimin Asurca adını yarı yarıya da olsa korumuş; buraya “Castrum Kepha” (Kaya Kalesi) demişlerdir.

Daha önce de işaret edildiği gibi Hasankeyf’in de içinde yer aldığı bölge, MS 2. yüzyıldan 7. yüzyıl ortalarına kadar nerdeyse beş yüz yıl boyunca, önce Roma-Pers, daha sonra ise Doğu Roma-Sasani arasında bir mücadele sahası haline gelmiştir. İşte bu mücadelenin devam ettiği süreçte Sasani saldırılarından usanan Doğu Roma İmparatoru II. Konstantinos (337-361) bir dizi önlemler almak zorunda kalmış ve bu süreçte Hasankeyf (Cepha)’e bir kale inşa ettirerek burayı Batman Çayı ile Siirt arasında uzanan tarihî Arzanene bölgesinin merkezi haline getirmiştir. Bu bilgi Hasankeyf'in bir ordugah şehir olarak kuruluşuna dair yazılı kaynaklara yansıyan yegane kayıttır. Doğu Roma İmparatorluğu için artık bir uç kalesi olan Hasankeyf’in bu tarihten itibaren stratejik öneminin daha da arttığını anlaşılmaktadır.

Diğer taraftan şehirde bu döneme ve daha öncesine ait tarihi eserler bulunmaması, onun henüz küçük bir müstahkem mevki özelliğinin dışına çıkamadığını göstermekle birlikte 5. yüzyılın ortalarına doğru Nesturî piskoposluk merkezi olduğu da bilinmektedir. Nitekim klasik ilk çağda Kipas veya Cepha (Cefa) adı verilen şehir 451 yılındaki Khalkedon (Kadıköy) konsili sırasında, piskoposluk merkezi olarak anılmaktadır. Fakat buna rağmen daha sonraki yüzyılda da Hasankeyf’in askeri yönü ağır basan, müstahkem bir mevki olarak kaldığı anlaşılmaktadır. Nitekim 6. yüzyılın meşhur Bizans tarihçisi Prokopius, tıpkı Mardin gibi Hasankeyf’i de Tûr Abdin bölgesinde yer alan daha küçük kaleler içerisinde saymaktadır. Bu durumun 7. yüzyılda da değişmediği, Diyâr-ı Bekr şehirlerinin fethinden bahseden İslâm kaynaklarında adı geçmeyen tek yerin Hasankeyf olmasından anlaşılıyor. Fetih kaynaklarında adı zikredilmese de Hısn Keyfa’nın 640 yılında Tûr Abdin’i fetheden İyâz b. Ğanm komutasındaki İslâm ordusu tarafından alınmış olması kuvvetle muhtemeldir. Bu arada, 607 yılı civarında Bizans topraklarına yönelik büyük bir saldırı başlatan Sasani birliklerinin, bölgede yer alan diğer pek çok şehirle birlikte Hasankeyf’e de saldırarak burayı zapt ettiği ve kalede bulunan Bizanslıların tamamını kılıçtan geçirdiği belirtilmektedir. Ancak İslâm fethinin hemen öncesinde Yukarı Dicle Havzası’nın tekrar Bizans hakimiyetine girdiğini biliyoruz ki Hasankeyf de aynı durumda olmalıdır.

İslâm kaynakları içerisinde Hasankeyf’ten bahseden ilk müellif 10. yüzyıl coğrafyacılarından Makdisi’dir. Makdisi Hasankeyf’ten, müstahkem bir kaleye sahip, çok sayıda kilisenin bulunduğu, imkanları geniş bir şehir olarak bahseder ve ilave olarak içme suyunun Dicle’den temin edildiğini söyler. Şehir hakkındaki ilk bilgileri edindiğimiz Makdisi’nin, Hamdani dönemi coğrafyacılarından olduğu ve bu yüzyılda Diyâr-ı Bekr bölgesinin de, Hamdani ailesinin elinde bulunduğu hatırlandığında, Hasankeyf’in stratejik konumu sebebiyle söz konusu dönemin siyasi hadislerinde rol almış olabileceği akla gelse de elimizde bunu doğrulayacak herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Ancak 10. yüzyılın sonlarına doğru Diyâr-ı Bekr’deki Hamdani yönetimine son vererek, bu bölgede kurulacak olan Mervanoğulları emirliğinin temellerini atan Hümeydiye Kürtlerinden Bad b. Dostuk’un yaklaşık yedi yıl süren (983-990) mücadelesinde kendisine hareket üssü olarak Hasankeyf’i seçmesinden de anlaşıldığı gibi Hasankeyf, Hamdani döneminin hemen sonrasında bir ara yeni bir siyasi oluşumun merkezi olarak görülür. Zira Ortaçağ İslam kaynaklarından İbnü’l-Esir, Dicle kenarında bulunan Hasankeyf’in bölgedeki en müstahkem kalelerden biri olduğu ve Bad’ın karısı ve aile fertlerinin de burada bulunduğunu belirtirken bu duruma dikkat çekmektedir. Nitekim 990 yılında Hamdanilerle yapılan muharebede Bad’ın ölümü üzerine yanında bulunan yeğeni Ebu Ali Hasan b. Mervan, hızla Hasankeyf’e hareket etmiş ve burada bulunan dayısı Bad’ın karısıyla evlenerek yönetimi devralmıştır. Ancak Mervanoğulları emirliğinin gerçek kurucusu kabul edilen Ebu Ali Hasan’ın emirliğine başkent olarak Hasankeyf yerine Meyyâfârikîn (Silvan)’i tercih etmesi ve arkasından gelen emirlerin de ikinci başkent olarak Amid (Diyarbakır)’i kullanmaları Hasankeyf’i tekrar gözden düşürmüş ve gelişimini de bir asırdan fazla bir süre ertelemiştir. Bu döneme ilişkin kaynaklarda Hasankeyf adının, bir iki önemsiz ayrıntı dışında nerdeyse hiç geçmemesi de bunu doğrulamaktadır.

Hasankeyf Artukluları (1102-1232)

Melikşah’ın emriyle 1085 yılında Mervanoğulları hakimiyetine son verilmek suretiyle Diyâr-ı Bekr’in tamamının Selçukluların eline geçmesi, bölgenin diğer şehirlerinde olduğu gibi Hasankeyf’te de yeni bir dönemi, Türkmen Beylikleri dönemini başlatmıştır. Melikşah’ın ölümü sonrası Suriye Selçuklularının hakimiyetine giren Hasankeyf, kısa bir süre sonra, 1096’da Mardin ve Nusaybin ile birlikte Musul Emiri Kürboğa’nın eline geçmiştir. Ancak bu durum da fazla sürmemiş, 1102 yılında Kürboğa’nın ölümüyle vekili Türkmen Musa’nın Musul’a hakim olmak için Artuklu Sökmen’den sahibi olduğu Hasankeyf karşılığı yardım istemesi, Kudüs’ten ayrıldıktan sonra uzun süredir kendisine merkez arayan Sökmen için iyi bir fırsat olmuş ve bu tarihten itibaren Hasankeyf’te Artuklu hakimiyeti başlamıştır.

12. yüzyılın ortalarından itibaren Diyâr-ı Bekr’in tamamına hükmedecek olan Artukoğulları’nın bölgedeki ilk şubelerinin başkenti olan Hasankeyf, kendi adıyla da anılacak bu Türkmen beyliğinin 130 yıl boyunca (1102-1232) siyasi ve kültürel merkez olarak hizmet etmiştir. Tarihinin en görkemli kesitini meydana getiren bu dönemde Artuklu beylerinin büyük gayretiyle Hasankeyf, saraylar, camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, çarşılar ve muntazam sokaklarıyla kale kasabası durumundan çıkıp mamur bir şehir görünümüne bürünmüştür. Nitekim 12. yüzyılın ikinci yarısında Hasankeyf’i ziyaret eden adını bilmediğimiz bir müellif şehir hakkında şu bilgileri vermektedir; “Çok müstahkem bir kalesi olup dağların arasında mağaradan köyleri vardır. Dicle’ye bakan kısmı hariç dağlarla çevrili olup buralarda da köyler vardır. Ayrıca bunların içerisinde güzel yapılı evler de bulunmaktadır. Diğer taraftan Hısn Keyfâ’da Dicle’nin iki yakasını birleştiren güzel yapılı kemerli bir de köprü vardır ki Emir Fahreddin Kara Arslan tarafından 1116 yılında yenilenmiştir. Bu kemerli köprünün altında çarşılar, hanlar, hamamlar ve güzel meskenler bulunmaktadır. Şehirdeki yapılar kireç taşındandır.”. Daha muhtasar olmakla birlikte benzer ifadeleri Ortaçağ’ın meşhur Müslüman coğrafyacılarından Yâkût’ta da görmekteyiz. Müellif hakim yükseklikteki muazzam kalesiyle büyük bir şehir olduğunu belirttiği Hasankeyf’in nehrin iki yakasına da yayıldığını söyler ve hemen akabinde de bu iki yakayı bağlayan bir köprüye dikkat çekerek gezdiği hiçbir yerde bundan daha ihtişamlısını görmediğini özellikle vurgular.

Esasında Yâkût’un Hasankeyf köprüsü hakkındaki bu ifadeleri, şehrin ticari konumu ve buna paralel olarak da Artukluların ulaştığı ekonomik güce işaret etmektedir. Çünkü daha önce aktif olmadığı anlaşılan alternatif kuzey-güney ticaret yolu bu güzergah üzerindeki en uygun geçişi temin eden Hasankeyf’in Artukluların eline geçmesiyle değişmiş ve 12. yüzyıldan itibaren aktif hale gelmiştir. İşte görenleri hayrete düşüren Hasankeyf köprüsü de bu aktivitenin en bariz göstergesidir. Bu ifadeler ile aşağıda nakledeceğimiz ve daha çok Artuklu devrine işaret eden İbn Şeddâd’ın kayıtlarından da anlaşılacağı gibi söz konusu dönemde şehir; hükümet merkezi ve bir kısım yapılarla beraber meskenlerin bulunduğu yukarı şehir yani kale ile günümüzde de ikamet edilen ve daha ziyade çarşılar, pazar yerleri ve diğer sosyal işlevi olan yapıların bulunduğu aşağı şehir ve kaynaklarda “Rabat” olarak geçen, karşı yaka denilebilecek Dicle’nin sol yakasındaki üçüncü kesimden meydana gelmiş olduğu söylenebilir. Nitekim günümüzde harabelerin yayılma sahası da eski şehrin o dönemdeki genişliği hakkında bir fikir vermektedir.

Hasankeyf Artuklularının tarihine kısaca bakacak olursak, özellikle Sökmen adlı Türkmen Beyi, Haçlılar karşısında gösterdiği kahramanlık ve başarılarla ün salmış, halefleri tarafından her zaman örnek alınmıştır. Sökmen, Çökürmüş ile birlikte Harran üzerine yürüyen Haçlı ordusuna karşı birlikte hareket etmiş, 1104 yılında Belih Çayı kenarında Türk-İslam kuvvetleri Haçlı ordusunu yenilgiye uğratmış, orduyu kumanda eden Edessa (Urfa) kontu Baudoin ve Haçlı prensi Joscelin İslâm ordusu tarafından esir alınmıştır. Sökmen’in Haçlılar karşısında kazandığı bu başarı, Haçlı saldırılarından bunalan İslâm dünyası için büyük bir moral olmuş, ayrıca Sökmen’in çevresindeki itibarı da artmıştır.

Sökmen’in ardından, 1105 yılında, Hasankeyf Artuklu tahtına çıkan İbrahim’in hakimiyeti kısa sürmüş; onun ölümünün ardından 1108’de 36 yıl gibi uzun bir süre bu mirası taşıyacak Rüknüddevle Davud, beyliğin yönetimini eline almıştır. Hasankeyf Artuklularında en uzun süre hüküm sürmüş olan Rüknüddevle Davud’un dönemini İmadeddin Zengî’nin Musul emiri olmasından önce ve sonra diye ikiye ayırmak yerinde bir tercih olur. Çünkü Davud, özellikle hâkimiyetinin ilk yıllarında Hasankeyf Artuklularının topraklarını genişletmekle meşgulken, İmadeddin Zengî’nin ortaya çıkışıyla birlikte siyasetini belirleyen en önemli unsur Zengî’nin faaliyetleri olmuştur. Zamanının ve emeğinin çoğunu İmadeddin Zengî ile mücadeleye ayıran Davud, topraklarına saldıran Zengî’ye aynı sertlikte cevap vermekten çekinmemiştir. Döneminde oldukça aktif bir siyaset izleyen Davud, ortak düşmanlara, yani Bizans ve Haçlılara karşı, bölgedeki Türk beyleriyle birlikte hareket etmekten geri durmamıştır.

Rüknüddevle Davud’un vefatının ardından idareyi eline alan ve en önemli Artuklu emirlerinden biri olan Fahreddin Kara Arslan (1144-1167), hâkimiyetinin ilk yıllarında topraklarının önemli kısmını kaybetmişse de İmadeddin Zengî’nin ölümüyle yaşanan idarî boşluktan faydalanarak Hasankeyf Artuklu topraklarını oldukça genişletmiştir. O, babası Davud’dan daha mutedil ve barışçı siyaset izlemiş, Nureddin Zengî ile çok kez ortak hareket ettiği gibi, Mardin Artukluları ile de dostluk tesis etmiştir. Kaynakların ifadesine göre Kara Arslan tebaasına kendisini sevdirmiş ve onların refah seviyesini de yükseltmiştir. Ayrıca halkı toprakları işlemesi için teşvik etmiştir. Bugün bulunabilen en eski Hasankeyf Artuklu sikkesi de Kara Arslan devrine aittir ki bu sikkeler de gayrimüslim tebaaya gösterilen tolerans ve hoşgörünün izlerini görmek mümkündür.

Kara Arslan’ın ardından on sekiz yıl kadar süren Nureddin Muhammed (1167-1185) devrinde, Hasankeyf Artukluları ilk zamanlar Nureddin Zengî’ye, onun ölümünden sonra ise, Selahaddin Eyyûbî’ye tâbi olmuşlardır. Nureddin Muhammed, özellikle Selahaddin Eyyûbî ile barışçıl bir siyaset izleyerek bölgedeki nüfuzunu artırma yoluna gitmiştir. O, El Cezire’deki Türk beyleri Selahaddin Eyyûbî’ye karşı birleştiğinde bile, Selahaddin Eyyûbî’yle ittifak yapmaktan çekinmemiştir. Hasankeyf Artukluları bu ittifakın ödülü olarak birçok yeri ele geçirmiş, hepsinden önemlisi Amid’i almıştır. Nureddin Muhammed devrinde halkın refah seviyesi artmış, çeşitli imar faaliyetleri gerçekleştirilmiştir. Nureddin Muhammed döneminin en eleştiriye açık tarafı ise, onun gerek Nureddin Zengî’den gerek Eyyûbî sultanından bağımsız olarak neredeyse hiçbir siyasi olayda aktif olarak rol oynayamamış olmasıdır. Hasankeyf Artuklularına iyi bir dönem yaşatamayan Kutbeddin II. Sökmen, 1201 yılında Hasankeyf’teki sarayının damından düşerek ölmüştür. Küçük yaşta tahta çıkması sebebiyle, hâkimiyetinin ilk yıllarında daha çok vezirlerin tahakkümünde bir idare sürmüştür. Selahaddin Eyyûbî’nin yeğeni ile evlenmesi onun itibarını artırmışsa da, kısa süre sonra Eyyûbî sultanının ölümü bu ayrıcalığının kaybolmasına neden olmuştur. Kısa bir taht krizinin ardından hakimiyeti eline alan ve devrinde Eyyûbîler’le, Anadolu Selçukluları arasında denge siyaseti izleyen Hasankeyf Artuklu hükümdarı Nâsıreddin Mahmud 1222 yılında vefat etmiş, onun ardından yerini Rükneddin Davud almıştır. Bu arada Ortaçağ’ın meşhur tarihçisi İbnü’l-Esir’in Rafizilikle suçladığı ve “feylosofların dinine inanırdı” diye tenkit ettiği Nâsıreddin Mahmud’un, sibernetik ilminin kurucusu olarak kabul edilen devrin dehası Ebu’l İz el-Cezeri’yi sarayına başmühendis tayin ederek yazılmasını emrettiği eseriyle günümüze ulaşmasını sağlayan Artuklu hükümdarı olduğunu da belirtmeliyiz.

12. yüzyılın sonlarına doğru Diyâr-ı Bekr’de artan Eyyûbî baskısı 1232 yılında Melik Kamil tarafından Hasankeyf Artuklularının ikinci başkenti konumundaki Amid’in zaptıyla neticelenmiş ve hemen akabinde de beyliğin asıl başkenti Hasankeyf’e yönelen Eyyûbî güçleri aynı yılın baharında şehri teslim almışlardır. Bu sırada beyliğin başında Rükneddin Mevdud (1222-1231) bulunmaktadır. Böylece Hasankeyf’te 130 yıllık Artuklu yönetimi yerini Eyyûbî yönetimine bırakmış, Melik Kamil de Amid ile birlikte Hasankeyf’i oğlu Necmeddin Eyyub’a vermiştir. Bu tarih aynı zamanda Hasankeyf’te iki buçuk asra yakın hüküm sürecek olan ve Hısn Keyfâ Eyyûbîleri adıyla anılacak Eyyûbî kolunun müstakil bir meliklik olma sürecinin başlangıcını ifade etmektedir.

Böylece Hasankeyf’in stratejik bir kale olmanın ötesine geçerek, bölgenin en önemli şehirlerinden biri olma vasfını kazandığı 130 yıllık Artuklu devri sona ermiş, Hasankeyf’i her açıdan daha da yukarı taşıyacak yeni bir devir başlamıştır. Hasankeyf, Artuklulara başkentlik yaptığı bu yüz otuz yıllık süreçte oldukça parlak bir dönem yaşamış, buradaki imar faaliyetleri artmış, şehir bünyesinden birçok bilim adamı yetiştirmiştir.

Hasankeyf Eyyubileri (1232-1516)

İlk Hasankeyf Eyyubi meliki el-Melikü’s-Salih Necmeddin Eyyub’un (1232-1239) Hasankeyf Eyyûbî hâkimiyeti, el-Melikü’l-Kâmil’in ölümüne kadar, Mısır’daki Eyyûbî Devleti’nin tabiiyetinde sürmüştür. Daha sonra ise Eyyûbî tahtını ele geçirme planlarını uygulamaya geçirmekle uğraşmıştır. Bu arada Hasankeyf’te oğlu Turanşah’ı naip olarak bırakmıştır. Turanşah (1239-1249), babası Mısır sultanı olana kadar Hasankeyf Eyyûbîlerinde naip vasfıyla bulunmuş, sonrasında babası tarafından buranın idarecisi olarak atanmıştır. Mısır’daki Eyyûbî sultanının ölümü (1249), Turanşah’a Eyyûbî sultanı olmanın kapılarını açmıştır. Necmeddin Eyyub’un ölümü üzerine karısı, Hasankeyf Eyyûbî meliki Turanşah’ı idareyi ele alması için Mısır’a çağırmıştır. Turanşah, vakit kaybetmeden Mısır’a giderek, Eyyûbî sultanı olmuştur. Hasankeyf’ten ayrılırken yerine, on yaşındaki oğlu el-Muvahhid Takıyyeddin Abdullah’ı bırakmıştır. Harzemşahlar’ın Hasankeyf Eyyûbî topraklarına yaptığı tacizler, Moğol tehlikesi ve Amid’in elden çıkması onun döneminde yaşanan başlıca olaylardır.

Turanşah’ın ardından Hasankeyf Eyyubi Meliki olan el-Muvahhid Takıyyeddin Abdullah’ın kırk beş yıl gibi uzun bir süre hâkimiyet sürmesine rağmen, dönemi hakkında kaynaklarda fazla bilgi bulunmamaktadır. Bunun sebebi muhtemelen, bölgedeki Moğol baskısı ve bu baskıya karşın el-Muvahhid’in pasif bir siyaset izlemesi olabilir. Hasankeyf’te hâkimiyetini sürdürebilmek için hiç şüphesiz büyük gayret sarfeden el-Muvahhid, 1293-1294 yılında vefat etmiş, yerine oğlu el-Melikü’l-Kâmil Seyfeddin Ebûbekir geçmiştir. Çok küçük yaşta Hasankeyf Eyyûbî meliki olan Muvahhid döneminde, Mısır Eyyûbî Devleti sona ermiş, Çengiz’in torunu Hülagu’nun komuta ettiği Moğol orduları İslam topraklarına girmiş, hatta Abbasi hilafetine son vermiştir. Bu süreçte Diyar-ı Bekr’de Moğol saldırılarından nasibini almıştır. Muvahhid’in ardından Hasankeyf Eyyubi tahtında kısa sürelerle gördüğümüz Seyfeddin Ebubekir ve el-Melikuz’z Zahir iktidar günlerinde İlhanlıların baskı ve tazyikleriyle uğraşmış ve onlara karşı Memlûkları desteklemişlerdir.

Hâkimiyetinin ilk yıllarında daha çok imar faaliyetleriyle ilgilenen el-Melikü’s-Salih (1303-1326), ayrıca Artuklu Köşkleri’nin de bulunduğu “Salihiye Bahçeleri” diye nam salan mesire yerinin düzenlenmesiyle meşgul olmuştur (1317). Orduda ıslah hareketlerine girişmiş, asker sayısını artırmış, öte yandan devlet kanunlarında yeni düzenlemeler yapmıştır. Diğer taraftan el-Melikü’s-Salih, İlhanlılara karşı Memlûklara yakın durmuş, Karakoyunlu Türkmenleriyle iyi ilişkiler kurmuş, ayrıca topraklarındaki eşkıyalık faaliyetlerini bertaraf etmiştir.

Bölgede İlhanlı hâkimiyetinin zayıfladığı bir dönemde idareyi ele alan el-Melikü’l-Âdil Muciruddin Muhammed (1326-1335), kardeşi gibi imar faaliyetlerine büyük önem vermiş, böylece İlhanlılardan kalan kötü izleri silmeye çalışmıştır. 1327 yılında, Büyük Cami’nin (Camiü’l-Kebir) inşasını başlatmış, sonraki yıl kalenin ve çarşının onarımı ile meşgul olmuş, kalenin kuzey tarafında Dicle Nehri’ne bakan saraylar ve evler yaptırmıştır. Aynı yıl, yerinde daha önce kilise yer alan, bugün kalenin içinde kalıntıları halen mevcut bulunan Ulu Cami’nin yapımını başlatmıştır. 1329’da kaledeki burçların, sarayların, kale duvarlarının, evlerin yenilenmesiyle ilgilenmiştir. Bunların dışında kalenin kuzey köşesinde yer alan Küçük Saray’ı inşa ettirdiği gibi, su kanalları vasıtasıyla çevredeki dağlardan kaleye ve şehre su getirmiştir (1331).

İlhanlıların Hasankeyf üzerindeki izleri silinmeye çalışılırken, Karakoyunlu Türkmenlerinin bölgedeki faaliyetleri şehrin yeniden iskanı için yapılan gayretleri sekteye uğratmıştır. 1339 yılında bölgenin iktisadî yapısı hakkında önemli bilgiler veren Hamdullah Mustevfî’ye göre, Hasankeyf’in durumu 14. yüzyılın ilk yarısında hiç de parlak değildir. Yine müellifin Hasankeyf için verdiği 85 bin dinarlık yıllık gelir miktarı, çevresindeki birçok merkezin yıllık gelirlerinden daha düşüktür. Bunun en önemli nedeni daha önce bahsettiğimiz üzere İlhanlıların bölgedeki yıkımlarıdır. Hiç kuşkusuz İlhanlıların bölgedeki olumsuz faaliyetleri Hasankeyf’i de etkilemiş, şehir harabeye dönmüştür. Hısn-ı Keyfa Vekâyinâmesi’nin bildirdiğine göre, bir ara şehrin durumu o kadar kötüleşmiştir ki Hasankeyf Eyyûbî melikleri bile mağaralarda oturmak ve idareyi buradan sağlamak zorunda kalmışlardır.

Son zamanlarda İlhanlı baskısı biraz hafiflemiş gibi gözükse de onların bıraktığı kötü izleri silmek hiç de kolay olmamıştır. El-Melikü’s-Salih ve el-Melikü’l-Âdil Muciruddin Muhammed (1326-1335) dönemlerinde, Hasankeyf’te yoğun bir imâr faaliyeti yaşanmasına rağmen, Hamdullah Mustevfî buranın harap görüntüsünün devam ettiğinden bahsetmiştir. Diğer taraftan Karakoyunlu Türkmenlerinin Hasankeyf Eyyûbî topraklarında konaklamaları ve Kürt aşiretlerinin isyan girişimleri de şehrin bu harap görüntüsünün diğer nedenleri olarak sayılabilir.

Hasankeyf Eyyubi tahtının yeni sahibi, cesur, zeki ve devlet işlerine hâkim, aktif bir kişi olan el-Melikü’l-Âdil Şehabeddin Gazi (1342-1366) âlimleri, fakihleri, şairleri, edipleri korumuş ve desteklemiştir. İlme önem vermiş olan hükümdar, Hasankeyf’e gelen âlimlerin burada ihtiyaçlarını karşılamış ve onlara maaş bağlamıştır. Tebaasına da adaletle muamele eden hükümdarın döneminde emniyet artmış, imar faaliyetlerine önem verilmiştir. Şeref Han Bitlisi’ye göre Hasankeyf Eyyûbî hükümdarlarının şanı en yüce olanı odur. Yirmi dört yıl gibi uzun bir süre Hasankeyf Eyyûbî meliki olarak gördüğümüz Şehabeddin Gazi’nin devrinde yaşanan siyasî gelişmeleri üç ana başlık altında özetleyebiliriz. Bunlar, Karakoyunlu Türkmenleriyle yaşanan şiddetli çatışmalar, Kürt aşiretlerinin isyanlarının bastırılması ve Erzen Beyliği üzerine yapılan seferlerdir.

Daha sonraki süreçte bazı meliklerin kısa süren hâkimiyetlerinin ardından el-Melikü’l-Âdil Ebû’l-Mefâhir I. Süleyman Devri (1378-1424) iktidarı eline almıştır. Hasankeyf’teki Eyyûbî hâkimiyeti hakkında en kapsamlı bilgiye ulaştığımız Hısn-ı Keyfa Vekâyinâmesi adıyla bilinen kaynağın onun döneminde yazılmasına rağmen, onun hâkimiyet yıllarına ait bölümün tespit edilememiş olması nedeniyle Hasankeyf Eyyûbîleri’nin en uzun, belki de en parlak zamanlarının yaşandığı bu dönem hakkında yeterince bilgiye sahip değiliz. Yine bu devirde bölgede ortaya çıkan Akkoyunlu nüfuzu, Hasankeyf için yeni bir iktidarın habercisi olmuştur. Nihayetinde Hasankeyf 1462 yılında Akkoyunlu hakimiyetine girmiş ve 20 yıl kadar onların idaresinde kalmıştır.

Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın en önemli amaçlarından bir tanesi mevsimlik göç yolları üzerinde bulunan Hasankeyf’i alarak, bu güzergâhın güvenliğini ve emniyetini sağlamaktır. Uzun Hasan’ın, kendi döneminde önemli bir ticaret merkezi olan Hasankeyf’i ele geçirerek, Tebriz’i Haleb ve Bursa’ya bağlayan ticaret yolunun yönetimini de ele geçirmek istediği anlaşılmaktadır. Anadolu’da bir başka eşi olmayan Zeynel Bey Türbesi gibi bir yapıyı Hasankeyf’e kazandıran bu Türkmen devletinin buradaki macerası kısa sürmüş, 1482 yılında Hasankeyf’te Eyyûbî hâkimiyeti yeniden başlamıştır. Hasankeyf’teki bu ikinci dönem Eyyubi hakimiyeti pek parlak ve uzun süreli olmamış, kısa süre sonra şehir bölgenin önemli şahsiyetlerinden İdrisi Bitlisi’nin de yardımıyla Osmanlı hakimiyetine girmiştir. 1516 yılında Yavuz Sultan Selim adına Hasankeyf’te basılan sikke, burada söz konusu tarihte artık Osmanlı hâkimiyetinin başladığını göstermektedir. Yine Hasankeyf’te bulunan Küçük Mescid’de yer alan 1517 tarihli Osmanlıca kitabe, bu yapı inşa edildiğinde burada Osmanlı hâkimiyetinin var olduğuna işaret etmektedir.

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER