İskenderiye Mekanik Okulu

İnsanın doğayla ilk karşılaşmasının, onun en mutlu anı olmadığını söylemek için elimizde yeterince veri bulunmaktadır. Belki deneyim sonucu olarak değil ama imgelem gücümüzle dünyamızın her zaman bu denli dingin bir doğallığa sahip olmadığını öngörebiliriz. Bu yüzden insanın yeryüzünde belirdiği ilk andan itibaren karşılaştığı olağanüstü belirsizliklerin içerisinde hayatta kalmayı başarmasının büyük zorluğunu hayal edebiliriz.

Antik İskenderiye kentinin, muhtemelen MÖ 1. yüzyılda, Mısırlı VII. Kleopatra'nın hükümdarlığı sırasında (MÖ 51-30) ortaya çıktığı şekliyle rekonstrüksiyonu. Courtesy of Ancient History Magazine / Karwansaray Publishers/worldhistory

Aynı şekilde aklının ışığında doğal olayların yarattığı baskıyı anlamak, anlamlandırmak ve açıklamak için ne denli emek ve zaman harcadığını da anlayabiliriz. Öte yandan zamanın sıra düzeniyle belleğine düşen yaşantısının izleriyle, doğa karşısında her geçen gün daha etkin olmasını sağlayan bir vaziyet alış geliştirmeyi başardıkça, insanın güçlendiğinin idrakine vardığını da öngörebiliriz. Bütün bunlara ek olarak, doğanın yılgınlık yaratan baskısına rağmen hayatta kalmayı öğrendikçe, insanın ister istemez güçlü olmayı her zamankinden daha fazla istediğini de günümüzdeki güçlü ve buyurgan birey, devlet ve toplum örneklerinden çıkarsayabiliriz. Öyleyse insanın güçlü olma isteğinin veya güç arzusunun doğa karşısında adeta bir efendi-köle diyalektiği bağlamında gerçekleştiğini ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Başka bir deyişle, doğanın gücünü derinden duyumsayan insan, merak, ilgi ve öğrenme yoluyla elde ettiği kazanımlarıyla doğa karşısında giderek efendi olma yoluna girmiş ve bu yolda etkileri günümüze ulaşan çok sayıda başarı örneği sergilemiştir. Başarının kodları bugünden geçmişe bakıldığında praksis olarak belirtebileceğimiz teknik veya teknolojik araçlar üzerinden görünürlük kazanırken, aynı zamanda doğada olup bitenleri temaşa ederek theoria oluşturduğu da açıktır. Zira insanın olaylar ve olgular konusundaki vaziyet alışlarını ve merakını yöneten temel etmenlerin başında hayatta kalma arzusunun olduğunu bilim ve düşünce tarihi araştırmaları ortaya koymuştur. Bu durumu theoria ve praksis açısından söylemek gerekirse, tanıma, bilme ve kontrol etme biçiminde gerçekleşen bir bilme ve eyleme süreci yaşayan insanın, giderek deneyimden doğan bilme sürecine eşlik eden en önemli duygusunun hayatta kalma arzusunu gerçeğe dönüştürmesini sağlayan güç arzusu olduğu, sadece geçmişte değil, yukarıda değinildiği üzere günümüz dünyasında da aynen gözlenmektedir.

Piri Reis’in İskenderiye haritası, Kitab-ı Bahriye. ©Wikipedia

Güçlü olmak veya gücü istemek, aslında insanın doğal bir parçası olduğu tabiattan kopmak, kendisini ondan farklı kılmak ve en sonunda da ona üstün olduğunu göstermek için sürekli ve vazgeçemediği tutkusunun dışa vurumudur. Doğa kadar güçlü, düzenli, büyük ve uyumlu bir bütün oluşturmak arzusu, aslında insanın ulaşmak için kendisine hedef olarak belirlediği bir tamlık, olgunluk, yetkinlik ve yeterliliğin, kısaca özgür olmak üzere içine girmek durumunda kaldığını hissettiği bir mücadelenin itici gücünü oluşturmaktadır. Varoluşçu filozof Jean Paul Sartre’ın (1905-1980) ısrarla vurguladığına benzer bir biçimde söylersek, ulaşamayacağı bir tamlıkla veya noksansızlıkla kendisini taciz eden insanın bu bitimsiz güç isteğinin veya hissinin aynı zamanda insanın doğaya öykündüğünün ve onu taklit ettiğinin bir göstergesi olduğu da hatırlanmalı ve dolayısıyla insanın doğayla olan mücadelesinin temelde bir ikilem taşıdığına dikkat edilmelidir. Şöyle ki insan bir yandan doğaya üstünlük sağlamak istemekte, bir yandan da doğadaki uyum, düzen ve güce öykünmektedir. Ancak insanın bu ikilemini de yadsımamak gerekir. Çünkü insan doğaya öykünmektedir, zira doğanın bir parçasıdır. Doğayla birliktedir ve birlikte var olabileceğinin de farkındadır. Bununla birlikte, parçası olduğu doğada gerçekleşen pek çok doğa olayından ürkmekte, tedirgin olmakta ve korkmaktadır. Süreklilik haline gelmiş bir korkuyla yaşanamayacağına göre, insanın kendisini, doğa karşısında korkusunu giderecek bir düzleme taşıma gayreti ve arayışı içine girmesi aslında doğal ve yerinde bir tepki olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda değerlendirildiğinde, öykünmenin altında yatan sebebin aslında korktuğunu tanımak, bilmek ve hatta taklit etmek olduğu anlaşılmaktadır. Bu psikolojik ve epistemolojik fiili durum bir süre sonra süreklilik gösteren bir davranış örüntüsüne evirilmiş, bu evrimleşme ise başlangıçtaki güçlü doğa zayıf insan pozisyonundan insan-doğa dengesinin kurulmasına, giderek doğanın insanın emrine girmesiyle veya büyük ölçüde insanın güç arzusunun kontrolüne geçmesiyle, şimdilik adeta zayıf doğa güçlü insan pozisyonuna ulaşmayla sonuçlanmış gibi bir izlenim yaratmaktadır. Evrenin nasıl oluştuğundan başlayarak, galaksiler arası gözlemlerde bulunmayı sağlayan araçlara ve dünyayı hayal edilmeyecek denli küçük bir uzama çeviren iletişim ve ulaşım gereçleriyle homo mecanicus haline gelen insanın nerede duracağını kestirmek olanaklı değilken, makine ve kontrol sistemlerine olan merakının da yeni olmadığını söylemek yerinde olacaktır. Bu sürecin birinci adımını insanın tarihî gelişimi içerisinde bir anima rationalis (akıllı canlı) olarak doğayı kontrol etmeyi başarması, ikincisini doğayı kontrol etme başarısının giderek insanın kendisini bir homo faber (beceri varlığı) hâline getirmesine imkân tanıması, üçüncüsünü kazandığı becerilerle gittikçe zenginleşen ve yaşama çeşitliliği kazanan insanın homo economicus (iktisat varlığı) olması ve dördüncüsünü ise kazandığı bilgi, güç ve zenginlik ile homo mecanicus (teknik insanı) haline gelmesi oluşturmaktadır. Bütün bunlar ise insanın doğa ile giriştiği mücadelede adım adım ilerleyerek, doğa karşısında bilimsel ve teknik bir gelişme kaydetmeyi başardığının göstergeleridir. Kısacası tanımanın yarattığı güvenin anlamaya ve bilmeye evrilmesiyle doğanın gizlerinin aslında insanın kendisini güvende hissetmesinin ip uçlarını içerdiğinin farkına varılmış ve böylece yeni bir doğa ve insan ilişkisi evresine geçilmiş, başlangıçta korkunun belirlediği doğa karşısındaki vaziyet alışın yerini de artık bilmeden doğan güvenin biçimlendirdiği yeni bir vaziyet alış geçmiştir. İnsanın doğa karşısında evrimleşen vaziyet alışı, tanıma ve bilmeden doğan bilgi artışına bağlı olarak giderek güç istemeye dönüşmüş, bu istemenin programlı hale gelmesiyle de güç istenci doğmuştur. Doğa karşısındaki vaziyet alışının bilgiyle olan bağının her geçen gün arttığını fark eden insan artık bir şeyi istemek şeklinde gerçekleşen saf istemeyi değil, bilgiyi istemeyi öne çıkarmış, artık bilgi sadece ve sadece bilgi olduğu için istenen bir değere dönüşmüştür. Eski Mısır, Mezopotamya, Hint, Çin ve Babil gibi uygarlıklarda önemli gelişmeler kaydeden bilgi edinme süreçleri, Antik Grek dünyasında ise sistemli ve yöntemli bir yapıya kavuşturulmuştur. Başarmanın yarattığı dayanılmaz çekiciliğe kapılan insan önce doğanın yalın işleyişinin kurallarını ve yasalarını edinmesini gerçekleştiren theoria etkinliğinde bulunmuş, ardından praksis etkinliğine yönelmiş, her iki etkinlikten edindiği başarılarını nihayetinde birbirini besleyen kaynaklara dönüştürmesi gerektiğini kavrayarak kendi kendine işleyen ve doğa karşısında inanılmayacak denli güçlü olmasını sağlayan araç-gereçler ve makineler yapmayı başarmıştır. Bu başarının ilk örneklerine çok eski dönemlerden itibaren rastlanmakla birlikte, sistemli bir araştırma alanı haline getirilmesi ve kurumsal bir niteliğe kavuşturulması ancak İskenderiye Mekanik Okulu’nda gerçekleşmiştir…

Devamı; Aktüel Arkeoloji Dergisi 95. Sayı “ Antik Dönemde Eğitim”

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER