Japonya'da Depremler

Arkeoloji, Sismoloji ve Toplum

Japonya’da, Deprem Arkeolojisi, 1980 ortalarında Akdeniz’de ortaya çıkan Arkeo-sismoloji ile eşzamanlı olarak gelişmiştir. Fakat bu iki çalışma alanı içerisindeki verilerin doğası birbirinden radikal biçimde farklıdır. Akdeniz’deki deprem etkileri üzerine yapılan arkeolojik araştırmalar ayakta duran binaların deformasyonuna, bina hasarlarına ve duvarların, temellerin yer değiştirmesine ve tahribat katmanlarına odaklanmaktadır: 

Temel platformları, temel taşları, yük yaşıyıcı kolonlar, dal örgü duvarları, ağır çatı iskeleti ve seramik çatı kiremitleri ile Çin sitilinde mimarı Üst: Yakushiji Tapınağı’ndaki Ana Salon’un ölçekli çizimi, geç 7. yüzyıl. Alt-sol: MS 698’de yapılan,

Japonya, Gregory Clancy tarafından “bir deprem ülkesi” olarak adlandırılmış ve Clancy’nin aynı başlıklı kitabında modern sismoloji disiplininin formülleri ve Japonların depremlere gösterdiği mimari yanıtlar detaylandırılmıştır. Tokyo, 1880 ve 1883 yılları arasında, Meiji hükümeti tarafından Japonya’ya getirilen üç İngiliz profesör, J.A. Ewing, T. Gray ve J. Milne ve onların Japon meslektaşı S. Sekiya’nın işbirliği sayesinde ilk sismografın geliştirilmesi için çok iyi bir laboratuvardı. 1883’ten sonra, Sekiya Seikei ve asistanı Omori Fusakichi, 1876’dan beri İmparatoluk Üniversitesi (Imperial College) Mühendislik Fakültesinde maden ve jeoloji profesörü olan, İngiliz maden mühendisi John Milne ile çalıştı. Sekiya, 1886’da Tokyo İmparatorluk Üniversitesinde dünyadaki ilk sismoloji profesörü oldu ve ardından onu 1896’da asistanı Omori takip etti. Omori, II. Dünya Savaşı sonrasına kadar bütün dünyada kullanılan ve Bosch tarafından Strassburg’da üretilen “yatay kayıt yapan sarkaç (horizontal recording pendulum)” sismografı geliştirdi.

Japonya, “Bir Deprem Ülkesi”

Japonya’nın depremlere olan açıklığı dört tektonik levhanın birleşme noktasında yer alan konumundan kaynaklanmaktadır: iki okyanus levhası olan Pasifik ve Filipin levhaları, Japon Adaları’nın üzerinde yer aldığı Kuzey Amerika ve Avrasya kıtasal levhaları altına dalma-batma (subduction) yapmaktadır. Erken Nara Devleti döneminde okur yazar topluluğun başlaması ile birlikte tarihsel olarak ilk deprem MS 599 yılında kaydedilmiştir ve bu tarihten itibaren sismografik izlemenin gelişine kadar olan döneme ait 25 ciltlik deprem kaydı yer almaktadır. 1844’de Japonya’da başlayan sismografik kayıtlar ise günümüzde 175 yıldan fazla bir veri birikimine dayanmaktadır. Bu kayıtlar üzerine yapılan araştırmalar Japonya’da genel olarak iki tür depremin olduğunu ortaya çıkarmıştır. Birinci tür depremler özellikle Wadati-Benioff bölgesi boyunca 700 kilometre derinliğe kadar dalma-batma yapan okyanus levhaları tarafından oluşmuşlardır. Yıkıcı dalma-batma depremleri 100 yıllık bir döngüde meydana gelirler. İkinci tür depremler ise yer kabuğunun üst 20 kilometre derinlikleri içerisinde meydana gelir ve aktif faylar nedeniyle oluşurlar: Japon Adaları doğu yönlü hareket eden Avrasya levhası ile batı yönlü hareket eden okyanus levhalarının arasında sıkıştığından bu depremler sıkışma depremleridir. Aktif fayların tekrar harekete geçme döngüsü herhangi bir A sınıfı bir fay üzerinde 1000 yılda bir, B ve C sınıfı faylar üzerinde 2000 yıl fakat AA sınıfı faylar üzerinde ise her 100-200 yılda birdir. Bu şekilde yüzlerce fay Japon karasını çapraz yönlü kesmektedir. Japon Jeoloji Araştırması (JGS – Japan Geological Survey) 1970 ve 1980’lerde tüm Japonya ve çevresindeki kıtasal yerkabukları boyunca yer alan aktif fayları haritalandırmıştır; bu haritalar inşaat sektörü tarafından ulaşılabilse de herhangi bir fay üzerindeki hareketlenmeyi -1995 yılında Kobe şehrini harap eden Nogawa fayınca meydana gelen beklenmedik depremde de görüldüğü gibi- önceden söyleyebilmek zordur. Bu olay sonrasında, Japon Meteoroloji Ajansı (JMA.go.jp), meydana gelen her depremin yerini, derinlik merkezini ve büyüklüğünü meydana gelişinden yaklaşık üç dakika gibi bir süre içerisinde raporlamaktadır. Japonya’dayken eğer bir deprem hissederseniz buradan kontrol edebilirsiniz.

Deprem Arkeolojisinin Gelişimi

JGS yüzey araştırmasına katılan jeomorfolog Sangawa Akira arkeolojik eserlere depremin verdiği zararı ilk kez tespit eden kişidir. 1980 yılları ortalarında, Sangawa, Osaka’da yer alan 4.-5. yüzyıllara ait bir mezar kümesi içerisindeki mezar hendeklerindeki kaymaları fark etmiştir. O günden beri hiç yorulmaksızın arkeolojik eserler üzerindeki deprem hasarlarının tespiti üzerine arkeologlarla görüşmektedir. Arkeolojik kazılar Nara kayıtlarından önceki depremlerin tespit edilebilmesine katkı sağlamış ve tarihte bilinen depremlerinin yıkımını ispatlamıştır. Sangawa’nın çalışmalarıyla bir alt disiplin olarak gelişen Deprem Arkeolojisi, Tefra Arkeolojisi ve Tsunami Arkeolojisi ile birlikte tarihöncesi Japon jeolojisi üzerindeki tektonik etkilere odaklanan üç bilim dalından biridir. Bu üç bilim dalı, geçmişte ve günümüzdeki dalma-batma bölgeleri inceleyen bir jeoarkeoloji türü olarak “Tektonik Arkeoloji” çatısı altında toplanmışlardır.

Japonya’da, Deprem Arkeolojisi, 1980 ortalarında Akdeniz’de ortaya çıkan Arkeo-sismoloji ile eşzamanlı olarak gelişmiştir. Fakat bu iki çalışma alanı içerisindeki verilerin doğası birbirinden radikal biçimde farklıdır. Akdeniz’deki deprem etkileri üzerine yapılan arkeolojik araştırmalar ayakta duran binaların deformasyonuna, bina hasarlarına ve duvarların, temellerin yer değiştirmesine ve tahribat katmanlarına odaklanmaktadır: tüm bu araştırmaların hepsi taşla ile yapılan inşalara dayanmaktadır. Fakat Japonya’da taş nadiren inşaat malzemesi olarak kullanılmıştır (bazı Çin stilindeki ahşap yapılarda kolon desteği olarak oyulmuş temel taşları, çakıl ve taş levha şeklindeki drenaj yapıları, mezar odalarında iri kaya parçası şeklinde ve Orta Çağ kalelerinde yüksek taş temeller gibi). Bu sebeple, doğada bozulmaya elverişli malzemelerle yapılan mimariler, arkeolojik kayıtlarda bir dizi direk çukuru izleri, temel çukurları ve diğer hendekler ve çukurluklar şeklinde temsil edilmektedirler. Direk çukuru üzerinde yapılan arkeolojik incelemede sediman deformasyonu depreme ait bir kanıt türüdür: fay kaymaları ve fay yüzeylerinin ortaya çıkması, sıvılaşma sürecinde kaynaklı kum patlamaları ve aynı zamanda toprak kaymaları, kırıklar ve çatlaklar görülmektedir. Sıvılaşma, kumlu veya çakıllı bir tabakanın kil gibi daha sert bir sediman tabakası ile kaplanmasıyla oluşur: eğer kum katmanı su ile doymuş ise, kum katmanı deprem sarsıntısı boyunca bir karışıma dönüşür (süspansiyon) ve artan basınç bu karışımın yüzeye püskürmesine neden olur.

Konut Mimarisi

Özellikle prehistorik dönemlerde iple bağlanmış eklem yerleri veya tarihi dönemlerde zıvana-delikli (mortiseand- tenon) ekleme yöntemini kullanan ahşap mimarisi bir deprem ülkesi için tuğla ve taştan daha uygundur. Bu kanı, 1872’den sonra İngiliz danışmanların Meiji hükümetine ahşap yerine tuğla kullanmaları yönünde teşvik etmelerinden sonra daha kesin hale gelmiştir. Bu yanlış davranışın sonuçları 1891’de Nobi depremi Nagoya şehrini vurduğunda sayısız tuğladan yapılmış yeni fabrikanın, değirmenlerin ve devlet binalarının yerle bir olmasıyla ortaya çıkmıştır. 1923’te, Tokyo’daki Kanto depreminde ayakta kalabilen bazı yapılardan bir tanesi de Kan’eiji Tapınağı’nda yer alan Çinsitilindeki bir “pagoda”dır. Bu tip bir mimarinin MS ilk yüzyıllarda Çin’de depremlere karşı dayanıklılık amacıyla yapılmış bir bina olarak gelişip gelişmediği tam olarak bilinmese de 5. yüzyıl ortalarında Japonya’ya ithal edildiğinde bu amaca çok iyi hizmet etmiştir. Dünyadaki en eski ahşap yapılar Nara’daki Horyuji Tapınağı’nın batı bölgesinde yer almaktadır. Bu tür mimariler üç ana özelliğe sahiptirler: topraktan bir temel platformu, taş kaideler üzerine oturan yük taşıyıcı kolonlar ve ağır seramik kiremitlerle yüklü çatıları desteklemek için özenle yapılmış ahşap kenetler. Taş temel kaideleri, depremlerle kolonların sallanmasına neden olan ilkel zemin izolasyon sistemleridir: ahşap kenetleme ise bu sallantı sırasında yapının esnemesine ve sonrasında da önceki orijinal pozisyonuna gelerek durmasını sağlar. Fakat bu ahşap sistem de hatasız değildir: depremlerde birçok ahşap yapı tahrip olmuştur; ama bu durumda yangınlar ahşap yapılarda ikamet edenlerin daha çok korktuğu bir deprem özelliğidir.

Amatör arkeolog Ito Tamekichi anti-sismik konut mimarisini dizayn etme girişiminde bulunan birkaç mimardan bir tanesidir: Nobi depreminden bile önce, 1890’da Ito, üçgen iskelet üzerine temellendirilmiş fakat çiviler ve metal bantlarla bir arada tutularak taş temel üzerine oturtulmuş “Safe from three Damages House” – “Üç Hasardan Korunan Ev” i (deprem, sel ve tayfun) dizayn etmiştir. Ne yazık ki, ahşap üzerine çalışan bir amatör olarak onun fikirleri egemen çevrelerce göz ardı edilmiştir. 1964’te, Japonya’daki ilk gökdelen olan Kasumigaseki binası, sonrasında Tokyo Üniversitesinde inşaat mühendisliği profesörü olan Muto Kiyoshi tarafından inşa edilmiştir. Muto, yapının zemin hareketleri ile iyi bir şekilde esnek olmasını sağlayan yenilikçi esnek çelik-iskelet örgü sistemini Kan’eiji Tapınağı pagodasından esinlenerek geliştirmiştir.

Fakat sismo-dayanıklı inşa uygulamalarını gerçek anlamda hızlandıran 1995’te yaşanan Kobe depremi olmuştur. Kauçuk rulman kullanan zemin yalıtım sistemi 1977’de Yeni Zelanda’da geliştirilmiş ve kısa sürede benimsenmiştir: sonrasında Japon Sismik İzolasyon Topluluğunda yönetici müdür olan Kani Nagahide tarafından 2009’da Japan Times’ın H. Nakata’sına sunulan rapora göre zeminizolasyon sistemleri uygulanan bina sayısı 1994’te 80’den 2009’da 2200’e çıkmış ve 5000’den fazla konutta da titreşim- izolasyon sistemi kurulmuştur. Ardından, daha hafif sıklet yapılarda “kaydırgaç” (“slider”) sistemleri ve “ray üzerinde döner top rulman” (“rotating ball bearings on rails”) sistemleri kullanılmıştır. Hybrid damper sistemleri, manyetik özellikleri manipüle ederek milisaniyeler içerisinde sıvı halden uygun güçteki katı hale geçebilen manyetoreolojik sıvıları kullanmaktadırlar. 1923 Kanto depreminden sonra sismik düşünceler Japon yapı yönetmeliklerine eklenmiştir. 1950’de Japonya ilk “Yapı Standardı Yasası’nı (Building Standard Law - BSL) düzenlemiş ve sonrasında periyodik olarak yasada değişiklikler yapmıştır. 1981’de BSL üzerinde yapılan değişiklikte, bir veya iki orta dereceli depremden sonra hasarsız ayakta kalabilmek ve bina ömrü boyunca daha büyük bir depremde yıkılmaması için gerekli olan minimum standartları belirleyen “Yeni Anti-sismik Dizayn Metodu” öne sürülmüştür. Bunlar çok iddialı standartlar olsalar da Japonya’da 2007’de tüm konut varlığının %30’u ve konut olmayan yapıların %40’ı sismik hafifletme için getirilen 1981 BSL yapı gerekliliklerini uyum sağlayamamıştır. Bu sebeple, ya sismik güvenlik düzenlemelerine uyan yeni binalar satın alınması ya da eski binaların metal eklem damperleri, eklem güçlendirmeleri, duvar ve açık yol takviyeleri (genellikle çapraz bağlantı elemanlarının eklenmesi ile) ile güçlendirilmesi gerekliliği açık bir şekilde ortadadır. Şu anki yürürlükteki yasa gereğince depreme dayanıklılık derecesini iki katına bile çıkarabilecek ahşap evlere uygulanabilecek birkaç iyileştirme uygulaması mevcuttur. Fakat, bütün risk ev sahibi tarafından üstlenildiğinden, ekonomik durum bu seçeneklerden birini yapmada veya hiçbir şey yapmama da önemli bir faktördür. Çin sitilindeki mimarinin ispat edilmiş esnekliğine rağmen BSL’nin yaşam konutlarında paslanmayan metal eklem tertibatları ve daha çok destek bağlantısı yanı sıra güce dayanıklı duvarlar kullanarak daha az esneklik gerektirmesi ilginçtir. Bu durum, sabitliği değil de daha çok yapının sismik dalgalardan izole edilmesini veya bu dalgalara karşı dayanıklı olmasını amaçlayan ticari yapılardaki trendlerle tezat oluşturmaktadır.

Tokyo’nun depreme yatkın bölgelerindeki 1981 yapı kanunu ile bağdaşmayan kiralık konutlar bu kanuna uyan diğer yapılara göre daha düşük kira bedeline sahiptirler: daha yüksek kira bedeli elde edebilmek ev sahiplerinin yapıları güçlendirmeleri için bir teşvik unsuru olarak kullanılabilir. 2002’de ev sahiplerine kiralık mülklerinde anti-sismik güçlendirmeler için devlet yardımı sağlanmış olsa da, Kiracı Koruma Kanunu, kiracının, mahkeme emri haricinde, her koşulda kira bedeli artışını reddetmesine olanak vermektedir. Bunun yanı sıra, yapı sigorta primleri binaların sağları ile çok gevşek bir biçimde ilişkilendirilmişlerdir. Böylece, ev sahipleri yapı güçlendirmede minimum finansal desteğe sahip olabilmektedirler. Bina denetlemeleri ile ilgili de sorunlar vardır. 1998’de, BSL’ye, kanunun uygulanmasını güçlendirilmek için özel taşeron iştiraklere yapı düzenleme yetkisi veren bir düzenleme getirilmiştir. 1998 ve 2007 yılları arasında yapı kanunun uygulanmasından sorumlu kamu ajansları %600’ün ve özel sektör ajansları %3700’ün (buradaki sıfırlar doğru, yazım hatası yok) üzerinde artış göstermiştir. Fakat 2005’te bir mimarın 21 yeni binanın yapısal dayanıklılık hesaplamalarında sahtecilik yaptığı bir skandal yaşanmıştır. Bu skandala bir inşaat şirketi ile geliştirme şirketinin, özel BSL denetleyicisi olarak dahil olduğu görülmüştür. Bu nedenle 2007’de BSL katılaştırılmıştır; bu da şirketlerin imar izinlerini almasını zorlaştırmıştır. Bu yukarıda bahsedilen durum, faydalı olması amacıyla yasal yollarla yapılan risk azaltma uğraşlarına insanın negatif etkisini açık bir şekilde göstermektedir. Buna rağmen Japon kanunları ve imar yönetmelikleri Dünya Bankası tarafından, Dünya Bankası’nın “Felaket İndirgeme ve Kurtarma Servisi (Global Facility for Disaster Reduction and Recovery - GFDRR)” bünyesinde yer alan “Dayanıklılık için Yapı Düzenlemesi Programı’nda” emsal olarak benimsenmiştir. Kademeli olarak geliştirilen Japon yapı yönetmeliğinin zamanla tahribat riskini azaltmada etkili olduğu görülebilmektedir. Devlet verilerine göre Kobe depreminde, 1976 yılı öncesinde inşa edilen binaların %76’nın, 1971 ve 1981 arasında inşa edilenlerin %21’nin yıkıldığı görülürken; 1981 sonrasında yapılan binaların sadece %3’nün yıkıldığı tespit edilmiştir. Kobe ve Kumamoto deprem verilerinin karşılaştırılması farklı kategorilerde benzer bir azalmaların varlığını ortaya koymaktadır:

Japonlar Depremi Nasıl Ölçüyorlar?

Depremlerin büyüklüğünün (magnitude) hesaplanması tarih boyunca çok çeşitli, alete ve uzaklık/derinliğe bağlı ve matematiksel olarak kompleks olmuştur; küresel olarak farklı sistemlerden gelen çeşitli ölçümlerin korelasyonunun sağlanması karmaşık bir iştir. Japonya’da bir büyüklük (magnitude) ölçer (M) geliştirilmiş ve Japon Meteoroloji Ajansı (JMA) tarafından “sismik moment” ölçümüne benzer olarak kullanılmaktadır: MJMA ≈ Mw. ‘Sismik moment’, kırılma içmerkezindeki elastik olmayan deformasyonu temsil eder. Ortalaması alınmış ve düzeltilmiş bir moment ölçümü (Mwp), günümüzde Japonya’da; Alaska ve Pasifik’teki tsunami uyarı merkezlerinde (ATWC ve PTWC) ve ayrıca ABD’de yer alan USGS- Amerikan Ulusal Deprem Bilgi Merkezi’nde (NEIC) rutin bir şekilde kullanılmaktır. Bu şekilde moment ölçüm sistemi diğer yaygın sismik dalga şiddeti ölçümleri ile zıttır: örneğin; mb (cisim dalgası), MS (yüzey dalgası) ve Mm (yer kabuğundaki (mantodaki) sismik dalgalar) şeklinde kullanılır (harfler kelimelerin İngilizce başharflerinden gelmektedir: b= body; S= surface; m=mantle). Bir başka deprem şiddeti ölçümü ise açığa çıkan enerji (Me) ile yapılır. Sarsıntı ile oluşan hasar, mesafe ve çeşitli bölgesel jeolojiye bağlı olarak kaybolan ve deprem içmerkezinden yayılan relatif miktardaki enerjiden kaynaklanmaktadır. Bölgesel sarsıntıın ölçülebilmesi için Japonya geneline yaklaşık 4200 Sismik Şiddet Ölçüm Cihazı konuşlandırılmıştır. Her bir ölçüm istasyonundan gelen bilgiler bir dakika içerisinde JMA genel merkezine otomatik aktarılır ve şiddet seviyelerinin etkilenen bölgeler düzeyinde haritalandırılması yapılır. Şiddet ölçümleri dışmerkezden olan mesafeye ve bölgenin jeolojik yapısına bağlı olarak çeşitlilik gösterebilir. Bu şiddet ölçümlerinin hepsi bir depremden hemen sonra, depremin zamanı, kesin lokasyon bilgisi (Lat/Long), deprem içmerkezi derinliği, şiddeti ve tsunami risk bilgileri ile birlikte eş zamanlı olarak JMA’nın internet sitesinde (JMA.go.jp) haritalanır. JMA Sismik Ölçeği değerleri, Modifiye Edilmiş (Değiştirilmiş) Mercalli Şiddet Ölçeği ile eşleştirilebilen 10 ayrı kategoride sınıflandırılmıştır. 0’dan 4’e kadar ve 5 alt (zayıf), 5 üst (güçlü), 6 alt (zayıf), 6 üst (güçlü) ve 7 şeklinde kategorize edilmişlerdir. Figür 6’da gösterilen değerler insanlara ve konutlara göre hazırlanmıştır; fakat JMA tarafından tren raylarına, gaz boru hatlarına ve diğer altyapı unsurlarına yönelik hazırlanan farklı yayınlar da mevcuttur. Yer kabuğunun üst kısmında yer alan henüz olgunlaşmamış aktif faylardan açığa çıkan deprem enerjisi olgunlaşmış faylarda veya derinlerdeki dalma- batma depremlerinde olanlarda olanlardan çok daha fazladır: bu sebeple yıkım ölçeği aktif faylarda dal-batma depremlerine göre çok fazla olma eğilimindedirler. Ne yazık ki, JMA internet sitesi hangi tür depremin hissedildiğini belirtmemektedir; fakat dış merkez lokasyonu ve iç merkez derinliği bununla ilgili ipucu verebilir. Eğer aktif faylar dalma-batma depremlerinden daha tehlikeli ise neden dalma-batma depremlerinde ölüm oranları çok daha fazladır? Bunun cevabı tsunmai riskinin olmasıdır. Dalma-batma depremleri okyanus levhalarını içerdiklerinden, su seviyesini etkilerler ve bu da okyanus boyunca yavaşça ilerleyen ama kıyıya ulaştıklarında genişleyip büyüyen dalgalar oluşturur. 2011 yılında, 9.0M şiddetindeki Tohoku-oki depreminin kendisi 850 ölüme sebep olurken sonrasında bu depremin tetiklediği tsunami, boğularak 19000’den fazla insanın canını almıştır.

Arkeolojinin Rolü

Arkeoloji sadece geçmişteki yaşam biçimlerinin anlaşılması için bir araç değil; aynı zamanda geçmişte yaşanmış doğal afetlerin ve insan yaşamı üzerindeki etkilerinin anlaşılması için bilgi sunan zengin bir kaynaktır. Afet Arkeolojisi geçmişte yaşanmış her türlü doğa olaylarını, taşkınları, volkanik patlamaları, deprem hasarlarını ve tsunami gibi olayları inceleyen yeni bir disiplindir. Yukarıda da bahsedildiği gibi, Sangawa’nın Japonya’da arkeoloji topluluğu ile yaptığı çalışmalarla yüzlerce yerleşim depremde tahrip olduğu belirlenmiştir. Bunlardan en iyi gözlemlenenler arasında sıvılaşma kaynamaları ve hendekler yer alırken çatlaklar ve fay yüzeyleri deprem etki alanının daha alt seviyelerinde rapor edilmiştir. Örneğin; Japonya’nın tipik çukur-direk çukuru (pit-andposthole) arkeolojisinde hendeklerin, depolama çukurları ve çukur-yapı çukurlarının sıvılaşma yolları tarafından tahrip edilmiş olabileceği gözlemlenebilmektedir. Bunlar insan yapımı kanallardan veya hendeklerden düzensiz şekilleri ve özellikle insanların yaptığında olduğu gibi bir dip kısmına sahip olmamaları sebebiyle fark edilirler; ve ayrıca bunlar doğrudan hendeğin veya kaynamanın oluşmasını sağlayan kumun bulunduğu yeraltı kum katmanları içerisine aşağıya doğru devam ederler. Bu tür sıvılaşma izleri arkeolojik buluntularda daha kolay fark edilebilir olmasına rağmen (eğer neye bakılması gerektiği bilinirse); materyal kültürü ile denk gelen yukarıda bahsedilen deprem etkileri, deprem olayının göreli olarak tarihlenebilmesinde bir araç olmaktadır. Depremlerin, inceleme altındaki kültürel katmanın herhangi bir tahribatına sebep olup olmadığından bağımsız olarak arkeolojik yerleşmelerdeki stratigrafik kesitlerde tespit edilen yumuşak- sediman deformasyonundan da anlaşılabilmesi mümkündür. Deprem olma sıklığının döngüsünü tespit etmeyle ilgilenen paleo-sismologlar depremlerin bu şekilde kültürel eşleştirilmesiyle tarihlenmesini en çok kullanan araştırmacılardır.

Arkeolojinin başka bir faydası da yeni olmuş bir deprem tahribatının yeraltı incelemesini yapabilmesidir. Örneğin; Kobe 1995 depreminde bazı Skinkansen trenlerinin ray hattında oluşan kaymalar ile bu hattın geçtiği Orta Jomon Dönemi (yaklaşık MÖ 2000) delta akıntı yönleri ilişkilendirilmiştir . Paleo-topografik arazi formlarının rekonstrüksiyonun yapılması, bu örnekteki avcı toplayıcıların faydalandığı Orta Jomon Dönemi nehir sistemlerinde olduğu gibi, çevre üzerindeki kültürel örüntünün anlaşılmasında büyük önem taşımaktadır. Bunun yanı sıra, Japonya’da gerçekleştirilen geniş ölçekli kazılarda sadece yerleşme içi kültürel materyaller değil; aynı zamanda yerleşme dışında da yer alan topografik unsurlar sıklıkla gün yüzüne çıkarılmaktadır. Bu durum özellikle 2011 Tohoku-oki depreminin tetiklediği Sendai Ovalarında gerçekleşen prehistorik tsunami tahribatlarının tespitinde açıkça görülmüştür. Saino Hirohiko Sendai Şehri Eğitim Bakanlığı’nda çalışan bir kamu arkeoloğudur (emekli). Saino, Japonya’da Tsunami Arkeolojisi’nin gelişmesinde en başta gelen figürdür. Sendai Ovalarında yürüttüğü arkeolojik kazılar sayesinde Orta Yayoi dönemine yaklaşık MÖ 100 yıllarına tarihlenen tsunami katmanlarını tespit etmeyi başarmıştır. O dönemin otonom yerleşmeleri, çevre alüvyal alçak arazilerde pirinç yetiştirmeye imkân veren sahil sırtlarını ve sahildeki nehir setlerini iskan etmişlerdir. Burada gerçekleşen tsunami bu 20 yerleşmeden 13’ünün yok olmasına neden olmuş ve sonrasında bu bölge yaklaşık 400 yıllığına iskan görmemiştir. Kıyı düzlükleri en sonunda tekrar kolonize edildiğinde, toplum acil durumlar için işgücünü ve üretim fazlası stoğu yeniden düzenleyebilecek hiyerarşik yöneticiler altında organize olmuştur. Japonya’daki tsunami verisi ve diğer volkanik felaketleri üzerine yapılan çalışmalar sosyal organizasyon seviyesinin herhangi bir felakete insanların verdiği tepkiyi iyileştirdiğini ve bu felaketten kurtulma kabiliyetini etkilediğini açıkça göstermiştir. Son olarak günümüzde yaşanan deprem felaketlerinde arkeologların önemli rolünden bahsetmemiz gerekir. 2011’de yaşanan Tohoku-oki depremi ve tsunamisinde birçok müze ve kültürel miras tahrip olurken koleksiyonların bulunduğu depolar çökmüş ve dağılmış, sudan zarar görmüştür. Bürokratik kamu arkeoloji kurumlarının yanı sıra akademik ve gönüllü arkeoloji kuruluşlarınca gösterilen reaksiyon gönüllü olanları Japonya’nın kuzeydoğusuna müze koleksiyonlarını deprem yıkıntılarından temizlemede ve kurtarmada yardımcı olmaya göndermek olmuş ve hatta bazı kamu arkeologları bir yıllığına görevlendirilmiştir. Okamura ve meslektaşlarının Antiquity dergisinde rapor ettiğine göre Kobe depremini izleyen iki yıl içerisinde, 20 yıllık arkeolojik incelemeye eş değer bir çalışmanın binaların, yeni evlerin, ofislerin ve fabrikaların hazırlanmasında yeniden inşa edilmesinde yürütüldüğü belirtilmiştir. Benzer bir çalışma Japonya’nın kuzeydoğusunda gerçekleşen 2011 depremi ve tsunami sonrasında da yapılmıştır.

Depremlerle Yaşamak

Eric Force, Akdeniz-Himalaya antik Tetis tektonik bölgesindeki “eski uygarlıklar üzerinde tektonik aktivitelerin etkisi” üzerine bir kitap yazmış ve toplumun depremler nedeniyle sürekli olarak zarar görmesi toplumlarda daha büyük bir dayanıklılığın ortaya çıkmasına neden olduğunu, sosyal kurumları yeniden dizayn etmeye zorladığını, değişiklik ve gelişim için fırsat doğurduğu -ki bunların hepsi ilk baştaki bir yıkımdan kaynaklanmasına rağmen- hipotezini öne sürmüştür. Bu düşünce depremin verdiği hasarları hesaplamada ve insanların depremlerle nasıl yaşamayı öğrendiğini idrak etmede çok geniş ve genelleyici bir yaklaşımdır. Bu hipotezin Japonya özelinde ne kadar geçerli olduğu tartışmalıdır; özellikle volkanik patlamalar, tsunamiler, taşkınlar, kuraklıklar, yangınlar, toprak kaymaları -ki depremlerden daha korkutucudur- ve hastalıklar gibi (örneğin çiçek hastalığı) diğer yıkıcı olayların da tarihin yönünü değiştirmesinde etkisi olmuştur. Bununla birlikte, geleneksel olarak toplumda depremlere, faydalı özellikleri ile de bilinen, Japon takımadaları altında yaşayan dev bir yayın balığının sebep olduğu yönünde bir inanış vardır: Clancey, Deprem Ülkesi kitabında, Japonya’da yayın balığının kötü ve iyi talihi dağıttığına yani bir nevi depremlerin sosyal düzenleyici olarak düşünüldüğünden bahseder. Batılı araştırmacılar Japon halkını, takım adalarda bir yaşam mücadelesi içinde düşünür ve yaşananları kaderciliğin somutlaşmış hali olarak algılarlar. Bu hayatın faniliği, aynı kiraz çiçeğinin güzel fakat kısa ömürlü olması gibi, erken dönem saray şiir sanatına ve Orta Çağ savaş sanatı yazıtlarına girmekten daha çok edebidir. Bu tür bir zihniyetle yapılmış bu ruhsal direniş, Budizm’de yer alan ahiret konseptleriyle birlikte, bazı kişisel acıları rahatlatmaktadır. Belki de yaşamın kendisi dış faktörlere tehlikeli bir şekilde koşullu olduğu için burada daha çok ortak menfaate değer veren, gruba yönelik bir ideoloji gelişmiştir. Buradaki yardımsever kültürün varlığı, Kobe ve Tohoku-oki depremleri, 2011’deki tsunami ile mücadelenin yanı sıra 2019 Ragbi Dünya Kupası finalleri sonrasındaki temizlikte, yardımlaşma derneklerinin ve bireylerin zorluğu kabul edip üstesinden gelmesinde kanıtlanmıştır! Yeniden olma döngüsü dışında depremleri veya şiddetlerini önceden tahmin edebilmenin imkanı yoktur; tarihi dönemler içerisinde henüz kırılmamış kör fay hatlarıyla da ilgili hiçbir bilgimiz yoktur. Önceden tahmin etmenin yerine, Japonya bir deprem olduktan sonra uyarı yapmaya odaklanmaktadır. JMA sismik monitörleri depremin odağını, büyüklüğünü ve bölgesel sismik şiddetini içeren veriyi, her gün geliştirilerek artan doğruluk oranıyla ivedilikle, deprem olmasından 20 saniyelik bir süre içerisinde iletmektedir. Deprem Erken Uyarı Sistemi (the Earthquake Early Warning – EEW) sayesinde JMA anında medyaya uyarılar gönderebilmekte ve böylece trenlerin yanı sıra diğer taşıt trafiği yavaşlatılabilmekte, hassas nitelikteki iş sektörleri ve seri üretim merkezleri askıya alınabilirken; evinde olan ve ofiste çalışan insanlar sığınmaları yönünde uyarılmakta veya tahliye için yönlendirilebilmektedir. Japon Yayın Kuruluşu (NHK) özel bir tonda olan uyarıyı (birbirini izleyen iki yarım ton üzerine üç çan sesi) yayınlar; bu sesi duyan insanlar kendi bölgelerindeki idari yönetim veya şehir meclisinin yayınladığı yönlendirmeleri takip edebilirler. Deprem döngüsünün bilinmesi, öngörülü bir bilimin geliştirilmesinde çok önemlidir, arkeologlar sıradan bir kazı çalışması yaparken bile oldukça önemli bir role sahiptirler. Bu arada, EEW ve tsunami uyarı sistemlerinin risk dahilinde olan tüm ülkelerde de yaygınlaştırılması birincil görev olmalıdır.

EN ÇOK OKUNANLAR

Macaristan’da Zırhı, Silahları ve Atı İle Gömülmüş Avar Savaşçısı Bulundu

Déri Müzesi'nden arkeologlar, Macaristan'ın kuzeydoğusunda, Ebes yakınlarındaki bir Erken Avar mezarında eksiksiz bir lamel zırh seti ortaya çıkardılar. Bu eser 7. yüzyılın ilk yarısına tarihlenmektedir ve şimdiye kadar büyük ölçüde sağlam ve orijinal konumunda keşfedilen ikinci Panoniyen Avar lamel zırhıdır. İlki 2017 yılında Ebes'in sadece 16 kilometre güneyindeki Derecske'de bulunmuştu.

SON İÇERİKLER