Koloni Kentinden İmparatorluk Başkentine İstanbul

Kronik yazarı Eusebios’u dikkate alırsak, İstanbul (Byzantion) MÖ 660 yılında, yani günümüzden yaklaşık 2668 yıl önce kurulmuştu. Ancak Antik Çağ kolonilerinin ya da kent-devletlerinin kuruluş tarihleri kesinlikten uzaktır. Yine de başka tarihsel ve arkeolojik veriler ile birlikte dikkate alındığında, Byzantion’un bir koloni olarak kuruluşunu MÖ 7. yüzyıl içine yerleştirmek yanlış olmayacaktır.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Byzantion’un bulunduğu yerde ilk iskânın ne zaman başlamış olduğu değil, koloni ya da özgün adlandırmasıyla apoikia olarak kuruluşunun anlaşılması gerektiğidir. Aksi takdirde, Byzantion’un bulunduğu yerde ve çevresinde insanoğluna ait ilk izler çok daha öncesine, tarihöncesi çağlara kadar gitmektedir.

Buradaki yazımızın konusunu ise bir koloni yerleşmesi olan Byzantion oluşturmaktadır. Her ne kadar Romalı yazar Plinius, Byzantion kurulmadan önce onun yerinde Lygos adlı bir köy bulunduğunu söylese de bu ilk köy yerleşmesine ait herhangi bir iz bulmak kuşkusuz neredeyse imkânsızdır. Kaldı ki Byzantion’undan günümüze kalan kalıntıların önemli bir kısmı Roma İmparatorluk Dönemi’ne ait olup Hellenistik Çağ öncesine tarihlenen çok az eser vardır. Günümüz topoğrafyası ve silüeti ise –daha ziyade camiye çevrilmiş kiliseler, sarnıçlar ve su kemerleri ile- kentin en fazla Bizans dönemine ait bir fikir verebilmektedir ki bu da Byzantion’un Constantinopolis’e dönüşmesinden sonrasına aittir.

Antik Çağ’da Byzantion, günümüz İstanbul’u ile aynı alanı kaplamıyordu. Diğer bir deyişle gerek esas yerleşim mahallinin yeri, gerekse yüzölçümü olarak farklıdır. Yerleşim mahallinin yeri açısından bakıldığında Byzantion’un yeri bugünkü Topkapı Sarayı ve Ayasofya’nın kapladığı alan üzerinde kurulmuştu. Yani kabaca Sarayburnu ve hinterlandı Byzantion’un çekirdeğini oluşturuyordu. Bu koloni kenti Hellenistik Çağ’da büyümüş, Roma İmparatorluk Dönemi’nde ise Eminönü ve Fatih İlçelerinin bulunduğu alana ve biraz daha fazlasına yayılmıştı. Antik Dönem Byzantionu günümüzde “Tarihi Yarımada” olarak da adlandırılan alana yayılmıştı. Kuşkusuz bu sınırların dışında Byzantion’a bağlı ufak köy yerleşmeleri de vardı. Hatta âdeta bir balık çiftliği olan Derkos Gölü (Terkos) de Byzantion’un sahip olduğu doğal kaynaklardan biriydi.

Efsaneye göre Byzantion’u Orta Yunanistan’daki Megara kentinden gelen kolonistler kurmuşlardı. Ancak yapılan araştırmalar bunun sadece efsaneden ibaret olmadığını, gerçeklik boyutunun olduğunu göstermiştir. Fakat olasılıkla Megaralılara başka yerlerden, özellikle Kalkhedon (Kadıköy) ve Miletos’tan gelen kolonistler de katılmıştı. Hatta Romalı tarihçi Tacitus (MS yak. 56-120) kuruluşu Atinalılara bağlar. Bu konuda araştırma yapan Krister Hanell, Byzantion ile Megara arasındaki bağları ortaya koymuştur.

Bir görüşe göre, Megaralıların başında kurucu (oikistes – ktistes) olarak Byzas vardır; nitekim kentin adı da Byzas’tan gelir (= Byzantion = Byzas’ın yeri). Byzantion’un kuruluşuna ilişkin mitolojik öykü şöyledir: Argos Kralı Inakhos’un kızı olan Io, aynı zamanda Argos kentindeki Hera tapınağının da rahibesidir. Bir gün tanrılar tanrısı Zeus, Io’yu görüp ona aşık olur. Zeus’un karısı Hera, kocasının başkasına âşık olduğunu öğrenince kıskanır ve Io’yu Zeus’tan ayırmanın yollarını arar. Zeus, Io’yu Hera’nın gazabından korumak için onu inek biçimine sokar. Fakat Hera, ineğin kendisine verilmesini ister ve Io’yu alarak bin gözlü dev Argos’u başına nöbetçi olarak diker. Zeus, tanrı Hermes’i göndererek devi uyutup öldürtür. İnek kılığındaki Io, devden kurtulmuştur ama Hera bu kez ona bir at sineğini musallat eder. Sinek ısırdıkça Io’nun canı yanar; Trakya’dan İstanbul Boğazı’na gelir; Boğazı geçerek Anadolu yakasında kıyıya çıkar. Bu öyküden dolayı İstanbul Boğazı’nın adı “İnek Geçidi” anlamına gelen “Bosporos” adını alır. Io, Antik Çağ’da “Altın Boynuz” (Khrysokeras) olarak anılan Haliç’i geçtikten sonra bir kız çocuk dünyaya getirir; adını Keroessa koyar. Keroessa’nın Deniz Tanrısı Poseidon’dan Byzas adlı bir çocuğu olur. Byzas büyüyünce annesinin kendisini dünyaya getirdiği yerde bir kent kurar. Kentin adı kurucusu Byzas’tan dolayı Byzantion olarak adlandırılır. Byzantion adının sonundaki –ion eki yer anlamına gelmekte olup (Byzas’ın yeri) Anadolu’da bu şekilde üretilmiş koloni veya kent-devleti örnekleri vardır. Ayrıca Byzantion adı Trak kökenlidir. Her ne kadar Byzantion’un kuruluşunda Megaralıların rolü önemliyse de, Trak ve Anadolu unsurları da bulunduğundan, Byzantion’u salt bir Hellen koloni kenti olarak görmemek gerekir. Kentin kurucusu olarak gösterilen Byzas ise olasılıkla daha geç bir tarihte üretilmiş bir isimdir. Byzantion’un Roma İmparatorluk Dönemi sikkelerinde, ön yüzde, Byzas’ın miğferli ve sakallı başı ile adı (BYZAS) yer alır. Bu sikkelerin arka yüzünde betimlenen gemi ise bir görüşe göre, Byzas’ı ve kolonistleri Megara’dan Byzantion’a getiren gemidir.

Byzantion’un kurulması, Ege ve Akdeniz dünyasında çok sayıda koloninin kurulduğu “Büyük Kolonizasyon Dönemi”ne rastlamaktadır. Bir Orta Yunanistan kenti olan Megara’da Byzantion’un kurulması kararının nasıl alındığını bilmiyoruz. Bu tür kararlar bazen tek bir kişi veya bir grup tarafından alınabileceği gibi, ana kentteki halkın çoğunluğu tarafından da alınabilirdi. Olasılıkla Halk Meclisi’nde (Demos) ve Hükümet işlerinin yürütüldüğü Bule’de bu konu ele alınmış ve koloniyi kuracak kişi belirlenmişti. Koloniyi kurmakla görevlendirilen kişi koloni kurma kararı ve yeri konusunda Antik Çağın en önemli kehanet merkezlerinin başında gelen Delphoi’daki Apollon Kehanet Merkezine danışıp onay almış olmalıydı. Aslında Megaralıların danışacakları ya da fikir alacakları bir başka koloni daha vardı: Kalkhedon (Kadıköy). Kalkhedon, İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında yine Megaralılar tarafından kurulmuştu; dolayısıyla Megaralılar için aynı bölgede yeni bir kent kurmak, pek fazla zor olmamıştı. Yine de denizaşırı yolculuğun zorluğu, varılacak yerdeki tehditler ve yerel halkla yapılacak olası mücadele nedeniyle olasılıkla önce sadece Megaralı erkekler Byzantion’un olduğu yere gelmiş olmalıydılar. Koloni kurulduktan sonra ya da en azından işler yoluna girdikten sonra Megaralı kadınlar ve çocuklar da gelmişlerdi. Ancak şurası da gerçektir ki Byzantion kurulduktan sonra da bölgedeki yerli kabilelerin, özellikle Trakların saldırılarına maruz kalmış ve ekili ürünleri bu kabileler tarafından hasat mevsimi arifesinde yağmalanmıştı.

Kuşkusuz koloninin kurulması yalnızca inşa faaliyetleriyle sınırlı değildi. Toplumsal ve idari bir yapı da gerekliydi. Yukarıda söylediğimiz gibi bir Megara kolonisi olan Byzantion’u bu statüsüyle bir “apoikia” (= koloni) olarak adlandırmak gerekir. Her ne kadar ana kent ile benzer bir toplumsal ve kültürel bir yapı söz konusu olsa da, Megara’nın diğer kolonilerinde devletin başı “basileus” olmasına karşılık, Byzantion’da “hieromnamon” idi. Devletin en yüksek diğer görevlileri ise strategion’da oturan strategoslar’dı. Byzantion’un, üyelerinin “pentekaideka” olarak adlandırıldığı bir meclisi vardı. Byzantion’da tam hukuka sahip vatandaşların yanı sıra “metoikoi” olarak adlandırılan özel statüye sahip yabancılar da yaşıyordu. Aristoteles’e atfedilen Oikonomika adlı eserde bunlardan söz edilmektedir. Kentte ikâmet eden yabancılar toprak sahibi olamıyorlardı. Yine aynı eserden öğrendiğimize göre Byzantionlular ekonomik kriz dönemlerinde devlet arazilerinden ekili olan toprakları belli bir süre için, boş arazileri ise süresiz kiraya veriyorlardı. Mallarına el konulan din adamlarına ise gymnasion, agora ve liman civarındaki devlete ait kamu arazileri veriliyordu. Karadeniz’de seyrü sefer halindeki gemiler de kriz dönemlerinde geri çağrılıyordu.

Aristoteles’ten, Byzantion’daki bazı meslek grupları hakkında da bilgi sahibi olabiliyoruz: balıkçılar, tuz tüccarları, hokkabazlar, medyumlar, büyücüler vb. Bu kişiler kazançlarının üçte birini vergi olarak veriyordu. İstanbul ve civarında ele geçen Hellenistik Dönem’e ait mezar taşlarında bir astronom, bir ebe ve Byzantion’da görev yapan Mylasalı (Milas) bir yargıcın adı geçmektedir.

Balıkçılık Antik Çağ’daki en önemli doğal gelir kaynaklarından biridir. Byzantion kenti de balıklardan sağladığı gelirle refah düzeyini artırmıştı. Her yıl Boğaz’dan geçerek Karadeniz’den Ege’ye göç eden palamutlar âdeta Byzantion’un sembolü olmuştu. Özellikle “Altın Boynuz” olarak ün yapan Haliç palamut kaynıyordu. MS 1. yüzyıl yazarı Yaşlı Plinius Haliç’e “Altın Boynuz” denmesinin nedeninin bu körfezde kaynayan balıklardan dolayı olduğunu söylemektedir. Antik Çağın içi meyve dolu bereket boynuzu (cornucopiae) Byzantion’da içi palamut dolu bereket boynuzuna dönüşmüştü. Altın ile anlatılmak istenen, palamut balıklarından başka bir şey değildi. Balıkçılığın Byzantion için çok önemli olduğunu bu kentte basılmış sikkelerin üzerinde yer alan balıklardan ve balıkçılıkla ilgili araç gereç tasvirlerinden anlıyoruz. Byzantion, ayrıca, sahip olduğu Derkos ya da Delkos (Terkos) Gölü ile Daskylitis Gölü’nden de –daha geç dönemdeki bir kayıta göre- yılda 100.000 kg. balık elde edebilmekteydi. Balıkçılık o derece önemli bir sektördü ki, Aristoteles, Politika adlı eserinde toplumdaki sınıflardan söz ederken verdiği örnekler arasında Byzantion’daki balıkçıları da saymaktadır. Strabon ise Byzantion’un balıkçılıkta dünyada üçüncü olduğunu söylemektedir.

Byzantion, olasılıkla başından itibaren karşı kıyıdaki Kalkhedon ile dostça ilişkiler içine girmişti. Her iki kentin ilk dönem sikkelerinde ön yüz tipleri aynıdır; her ikisi de ön yüz tipi olarak ineği seçmiştir. İnek, Byzantion sikkelerinde yunus üzerinde, Kalkhedon siklerinde ise buğday başağı üzerinde tasvir edilmiştir. MÖ 2. yüzyılda bu dostluk öylesine ilerlemişti ki bu kez kentler kendi adlarını sikke üzerine yan yana koymuşlardı. Byzantion’un komşularıyla dostluk ilişkileri Roma İmparatorluk Dönemi’nde de sürmüş, bu kez Nikaia (İznik) ve Bizye (Vize) ile dostluk ve ittifak anlaşması sikkeleri basılmıştır.

Byzantion’da kutsanan tanrı ve tanrıçalar ile Byzantion’un kolonize edilmesinde büyük pay sahibi olan Megara’daki tanrı ve tanrıçalar arasında bir bağ kurmak mümkündür. Megara’nın kurduğu kolonilerde Apollon ve Artemis’in (Phosphoros sıfatıyla) Hekate ile özdeşleştirilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ana kent Megara’da kutsanan Demeter ve Herakles, Byzantion’da da kutsanıyordu. Fakat en önemli tanrılar Apollon ve Artemis idi. Bu iki tanrı birlikte tapım görmekle birlikte, Artemis tek başına da tapım görmekteydi. Ayrıca kentte birer tapınaklarının bulunduğu bilinen Zeus, Apollon, Artemis, Aphrodite, Athena, Dionysos, Tykhe ve Serapis de kutsanan tanrı ve tanrıçalar arasındadır.

I. Constantinus, altın sikke.

Byzantion, kuruluşundan itibaren sürekli yerleşim görmüş ve gelişmiştir. Yoğun iskân nedeniyle kentin Bizans öncesi yapılarını ortaya çıkarmaya yönelik arkeolojik kazı çalışmaları yapmak oldukça güçtür, hatta bazen imkânsızdır. Bizans dönemi yapıları kısmen ayaktadır ve kazı çalışmaları için nispeten elverişli durumdadır. Hellenistik ve Roma İmparatorluk Dönemi yapıları ise toprak altındadır ve iskâna maruz kaldıklarından buralarda kazı yapmak hemen hemen imkânsızdır. Son yıllarda Üsküdar ve Yenikapı’daki Marmaray kurtarma kazıları nedeniyle Bizans Dönemi öncesi İstanbul’una ait kalıntılar ve buluntular ortaya çıkarılmıştır. Antik Çağ İstanbulu’na ilişkin topoğrafya ve kalıntıları anlamak için antik kaynaklar (özellikle Ortaçağ kaynakları) önemlidir. Byzantion’un ilk çekirdeğini oluşturan yer bugünkü Topkapı Sarayı ve Ayasofya’nın bulunduğu alandır. Topkapı Sarayı’nın bulunduğu yer kentin akropolisidir. Byzantionlu Dionysios, Hesykhios ve Cassius Dio kentteki gymnasionlardan, sarnıçlardan ve limanlardan söz etmektedir. Limanlar zincirle kapatılmıştı ve dalgakıran mevcuttu. Adı bilinenler Prosphorion ve Neorion limanlarıdır. MS 4. yüzyılda yani Geç Roma İmparatorluğu döneminde biri Kadırga öteki Yenikapı’da olmak üzere iki yeni liman inşa edilmişti. Ksenophon ve Zosimos dört sütunlu bir galeriyle çevrili agoradan söz etmektedirler. Malalas, bu agoranın içinde Güneş Tanrısı Helios’un heykelinin bulunduğunu söylemektedir. Yine Ksenophon, Thrakion olarak adlandırılan büyük bir meydandan bahseder.

Byzantion olasılıkla en erken dönemlerden beri surla çevrilmişti; ancak bu surlardan da günümüze hiçbir iz kalmamıştır. Günümüze kalan surlar Bizans dönemi surlarıdır ama bunların inşasının Roma İmparatorluk Dönemi’nde tamamlanmış olması ve daha onarılıp yeniden kullanılmış olmaları da mümkündür. Cassius Dio, Byzantionluların surlarının çok güçlü olduğunu, siperliklerin iri kare taş bloklardan inşa edilerek tunç levhalarla birbirine tutturulduğunu, üstü kapalı bir seyirdim yolunun bulunduğunu ve düzensiz aralıklarla yerleştirilmiş çok sayıda kulesi olduğunu yazmaktadır. Dio, surların kara kara tarafındakilern yüksek, deniz tarafındakilerin ise Boğaz’ın hemen dibinde kayaların üstüne inşa edilmiş olduklarından alçak olduğuna dikkati çekmektedir. Yine Dio, bu surların üzerine konuşlandırılmış savunma silahlarından söz etmektedir ki bu gerçekten çok ilginç ve önemli bir konudur. Yaklaşan düşmana bazı makinelerle iri taşlar ve mızraklar fırlatıyorlardı.

İmparator Büyük Constantinus, Byzantion’u Roma’nın yeni başkenti olarak seçtikten sonra burada imar faaliyetlerinde bulunarak kenti anıtlarla donattı. Kentin adının Byzantion olarak bir süre korunmasına karşın, sonradan imparatorun adından dolayı Constantinopolis olarak değiştirildi. I. Büyük Constantine Heykeli. Palazzo Capitolino’da.

İmparator Büyük Constantinus Byzantion’u Roma’nın yeni başkenti olarak seçtikten sonra burada imar faaliyetlerinde bulunmuş, kenti anıtlarla donatmıştır. Kentin adı (Byzantion) bir süre korunmasına karşın, sonradan imparatorun adından dolayı Constantinopolis olarak değiştirilmiştir. Constantinus, bugünkü Çemberlitaş’ta yaptırdığı ve kendi adını taşıyan Forum’da, üzerinde kendi heykeli olan porfirden bir anıt-sütun diktirmişti. Daha Bizans Döneminde tahrip olan anıt-sütun, çok sonraları etrafı demir çemberlerle sağlamlaştırılarak günümüze kadar yalnızca sütun olarak ulaşabilmiştir. Constantinus, bugünkü Sultanahmet Meydanı ile Marmara Denizi kıyısı arasında kalan alanda Büyük Saray’ın (Palatium Magnum) inşasını başlatmış; hipodromun inşasını da tamamlattırmıştır. Hipodromda yer alan anıtlar arasında, Helenleri MÖ 479’da Perslere karşı kazandıkları Plataia zaferinden sonra Delphoi’daki Apollon Tapınağı’na armağan ettikleri birbirine sarılmış üç yılan başı üzerinde duran kazan da vardır. Bu anıt-kazandan günümüze yalnızca kaidesi kalmış olup “burmalı sütun” olarak da bilinmektedir.

Hellenistik ve Roma İmparatorluğu dönemlerinde Byzantion olarak varlığını sürdüren kent, Büyük Constantinus ile birlikte Constantinopolis olarak yaşamaya devam etmiştir. Ancak bu kez çok önemli bir statü farkıyla. Bu koloni kenti bundan böyle bir imparatorluğun başkenti olmuştu. Daha birkaç yüzyıl öncesinden Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmesi, demokratik nitelikli kent-devleti statüsünün kaybolma sürecinde sonun başlangıcıydı. Göstermelik meclis kararları da artık nostaljiyle aranır olmuştu. Byzantion, İmparatorluk başkenti olmanın bedelini, kent-devletine özgü toplumsal ve idari yapısının tükenişiyle ödüyordu…

Kaynak: Aktüel Arkeoloji Dergisi "Önce Anadolu Vardı"

EN ÇOK OKUNANLAR

Tarlada Yürüyüş Yapan Kadın 2150 Gümüş Sikke Buldu

Prag'ın güneydoğusundaki Kutnohorsk kentinde tarlada yürüyüş yapan bir kadın, çiftçilik faaliyetleri sırasında yüzeye çıkan birkaç gümüş sikkeye rastladı. Çek Cumhuriyeti'nde şimdiye kadar bulunan en büyük erken ortaçağ sikke istifini açığa çıkardığının farkında değildi.

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER