Ksenophon’un Karadenizi

MÖ 430 yılında doğan ve yaklaşık MÖ 355 yılı civarında öldüğü kabul edilen, Yunanlı tarih yazarı Ksenophon’un Anabasis (Onbinlerin Dönüşü) adlı eseri, MÖ 401 yılı dolaylarında Pers kralı Artakserkses’in kardeşi Kyros’un, krallığı ele geçirmek amacıyla ağabeyine karşı başlattığı savaşa katılarak paralı Yunan askerlerinden oluşan ordu ile yaptığı uzun ve zorlu yolculuktan derlediği notlarının üzerine kurulu bir eserdir.

©wikipedia

Anabasis’te ordunun izlediği yol, batıda Lydia Bölgesi’ndeki Sardes’ten başlamış, Mezopotamya’daki Kunaksa’ya kadar ulaşmıştır. Kunaksa’da nihayet Artakserkses ve askerlerine saldıran Kyros ve ordusunun ulaşmak üzere oldukları zaferleri, Kyros’un savaş sırasında aldığı bir mızrak darbesi yüzünden ölmesi ile yerini büyük bir umutsuzluğa bırakır. Ordu önce başsız kalır, sonra da anlaşma süsü verilerek kurulan tuzakla ordunun komutanları kralın askerleri tarafından öldürülür. Geldikleri yoldan da dönebilmeleri mümkün olmayan ve bu nedenle de anayurtları Yunanistan’a nasıl geri dönebileceklerini de bilemeyen kalabalık ordu, çok yabancı oldukları doğu topraklarında öylece kalakalır. Anayurtlarına geri dönebilmeleri için ilkin orduyu komuta edecek birine ihtiyaç duyarlar. Böylece Ksenophon bir anda başsız kalan kalabalık ordunun komutanlık vazifesini üstlenmek durumunda kalır. Edebi kimliğinin yanı sıra on binlerle ifade edilen ordunun Kunaksa’dan anayurtları Yunanistan’a dönüşü boyunca savaşmak zorunda kaldığı halklara karşı yaptığı stratejik hamleleri ile bir komutan olarak da kendisini kanıtlar. Anayurtlarına geri dönebilmenin en makul yolu deniz kıyısına varabilmek ve deniz yolu ile yolculuklarına devam etmek olan ordunun Pontus Eukseinos’a (Karadeniz) ulaşma istekleri, onları Kunaksa’dan Trapezos’a (Trabzon) sürükler. Ksenophon komutasındaki ordu, bugünkü Erzurum-Gümüşhane hattını kullanarak, Thekes Dağı’nı (Zigana Geçidi) aşar ve Trapezos’a varır. Bu yol günümüzde de Karadeniz Bölgesi’nin en önemli kentlerinden biri olan Trabzon’un Eskiçağ’da hem deniz hem de kara yolu açısından stratejik olarak önemli bir kavşak noktası olduğunun kanıtıdır. Nitekim Ksenophon da geri dönüş için bu yolu kullanmıştır.

Xenophon: Marmorbüste im Kgl. Museum, Berlin ©wikipedia

Trapezos’ta ordunun bir kısmı deniz yoluyla ilerlerken, geride kalanlar Pontus Bölgesi boyunca karadan devam ederler. On binlerin bölge boyunca karşılaştıkları ve bir Yunan geleneği olarak ‘barbaroi’ adı verdikleri halklar, bu halkların yaşayış, gelenek ve görenekleri, savaş teknikleri ve bölgenin tarihi coğrafyası Ksenophon’un kaleminden o dönemin Karadeniz Bölgesi’ne ışık tutar.

Karadeniz Bölgesi’nin güneydoğusundan kuzeye doğru yol alırken önce Ksenophon’un aralarından geçtikleri halkların en savaşçıları olarak tanımladığı Khalyblerin ülkesine varırlar. Bu halk öylesine sert savaş gelenek ve tekniklerine sahiptir ki, Ksenophon eserinde, Khalyblerin savaş sırasında düşmanlarını önce boğazladıklarını, sonra da kafalarını kestiklerini nakleder. Üzerlerine karın altına kadar inen keten zırhlar ve ipten eteklikler giymekte, bacaklarında zırhlar, bellerinde Lakonia hançeri kadar uzun kılıçlar taşımaktadırlar. Savaşta kullandıkları öldürücü silahlarının arasında, yaklaşık 20 ayak uzunlukta olan tek uçlu mızrakları da bulunmaktadır. Bu savaşçı halkın topraklarında ilerlerken, Ksenophon ve ordusu bölgede hiçbir şey ele geçiremezler. Fakat Pontus’ta karşılaştıkları her halk Khalybler kadar savaş yanlısı olmaz. Bu zorlu koşulları aştıktan sonra Ksenophon’un ‘zengin ve kalabalık bir kent’ olarak tanımladığı Gymnias’a (Gümüşhane) varırlar. Beş gün sonra Thekes (Zigana) Dağı’nın doruğuna varan askerlerin, onları ana yurtlarına kavuşturacak olan denizi görmeleriyle yolculukları kuzeybatıya doğru devam eder. Yolculuğunun bir sonraki durağı olan Makronia’da bir savaş daha yapacak hali kalmamış olan yorgun ordu, bu halk ile iletişim kurmaktan başka bir çare bulamaz. Makronlar da Yunan ordusu ile ilk karşılaştıklarında savaş düzeninde beklemektedirler. Ksenophon’un aktardığına göre, bu halk da kıldan bir elbise giymekte ve silah olarak Khalybler gibi mızraklar kullanmakta, kendilerini korumak için sorgun ağacından kalkanlar taşımaktadırlar. Ancak aralarında bir savaş olmaz, ordudan birinin Makronların dilini bilmesi üzerine anlaşırlar ve bu halkın yardımlarıyla ilerlerler fakat yollarını kesen Kolkhisliler ile savaşmak zorunda kalan ordu, düşmanlarını püskürtmeyi başarır.

©wikipedia

Ksenophon’un Pontus Bölgesi’ne dair naklettikleri yalnızca karşılaştıkları halkların savaşçı kimlikleri ve savaş gelenekleri hakkında bilgi vermekle kalmayıp, bunların yanı sıra bölgenin iklimi, bitki örtüsü ve doğal kaynaklarına da ışık tutmaktadır. Günümüzde de Karadeniz Bölgesi’nin birçok kesiminde mevcut olan ve herkesçe bilinen bölgeye özgü bir bal çeşidinin, Ksenophon’un eserinde de varlığına rastlanmaktadır. Bugün yöre halkı tarafından ‘delibal’ olarak adlandırılan bu bal, Kolkhislileri püskürterek yorgun düşmüş askerlerin, konakladıkları sırada yedikleri ve kısa süreli bir zehirlenme yaşadıkları baldan başka bir şey değildir. Peteklerden bal yiyen askerlerin yaşadıkları bu zehirlenme ishal ve kusma gibi belirtilerle kendisini gösterir, askerler ayakta duramayacak hale gelirler. Öyle ki baldan fazla miktarda yemiş olanlar, çıldırmış bir halde olup, adeta can çekişmekte; daha az miktarda tüketmiş olanlar ise körkütük sarhoş insanları andırmaktadırlar. Hatta bu zehirlenmeden dolayı ölüm korkusu yaşayan askerler, umutsuzluğa kapılır, fakat 3-4 gün aradan sonra kendilerine gelirler. Ksenophon’dan yaklaşık dört yüz yıl sonra kaleme aldığı Geographika adlı eserinde Strabon’un, bu balın olumsuz etkileri konusunda hemen hemen aynı şeyleri naklettiği görülür. Strabon’a göre Pompeius’un askerleri de bu baldan yiyerek, benzer rahatsızlıkları geçirmişlerdir. Anlatılana göre, Kolkhis bölgesindeki Moskhia Dağları’nın tepelerinde, Heptakomet adlı vahşi bir halk yaşamaktadır. Bu halk, ağaç sürgünlerinden elde ettikleri ‘delibalı’, Mithridates ile savaşmak üzere yola çıkan Romalı komutan Pompeius Magnus’un ordusunun üç bölüğü bu dağlık ülkeden geçerken, kaseler içerisinde yol üzerine bırakır ve askerlerin bunu yiyip bilinçlerini kaybetmesine yol açarak onlara saldırır ve tümünü kolayca saf dışı bırakır.

Ksenophon ve askerleri tüm bu zorlu koşullar içerisinde gerçekleştirdikleri yolculukta, Pontus Eukseinos kıyısında bulunan Sinope’nin (Sinop) Kolkhis bölgesindeki kolonisi olan Trapezos’a varırlar. Kolkhis köylerinde konaklayan ordu, bölgeyi yağmalamaya başlar. Sonrasında erzak elde edebilmek amacıyla Trapezosluların kılavuzluğunda Pontus’un en savaşçı halkı olarak addedilen Drilaların yaşadığı bölgeye doğru yol alır. Bu bölge Ksenophon tarafından, dağlık ve ulaşılması güç bir bölge olarak tanımlanmıştır (V, 2, 2). Çektikleri erzak sıkıntısı nedeniyle, Ksenophon ordunun yarısı ile birlikte Drilaların bölgesine bir yağmalama seferi düzenler. Burada Drilaların direnişi ile karşılaşan ordu çok fazla ganimet elde edemeden Trapezos’a geri döner. Trapezos’ta hastalar, yaşlı askerler, kadınlar ve çocuklardan oluşan ordunun bir bölümü yükleriyle birlikte gemilere bindirilirler. Geri kalanları ise gemi sayısının yetersiz olması nedeniyle karayolunu kullanarak Trapezos’tan bir sonraki durakları olan Kerasus’a (Giresun) doğru ilerlerler.  

Böylece artık ordu Pontus Eukseinos’a varana kadar birçok halk ile karşılaşmış ve çeşitli savaşlara girişmek durumunda kalmış yorgun bir topluluktur. Geride kalanlar için kara yolculuğu henüz bitmiş değildir. İlk durakları Sinope’nin kolonisi olan Yunan kenti Kerasus’tur. Hastalık, zorlu iklim koşulları ve savaştıkları ‘barbar’ toplumlar nedeniyle sayıları azalmıştır. Burada tam olarak üç gün kaldıktan sonra yaptıkları sayımda 8600 kişi kalmış olduğunu öğrendikleri orduları ile hareket ederler. Kerasus’tan yollarına devam eden askerler, Mossynoikosların sınırına ulaşırlar ancak buradaki halklardan geçiş izni alamayacaklarını öğrenirler. Mossynoikoslar ülkesinin bu halkları, ülkenin diğer tarafındaki halklar ile düşman olduğundan, Ksenophon akıllıca bir hamle ile kendilerine geçiş izni vermeyen halkların düşmanları ile karşılıklı bir anlaşma yapar. Çünkü geçiş izni vermeyen ve düşmanca bir tavır sergileyen bu halklar, Yunan ordusunun da, ittifak yapılan Mossynoik halklarının da düşmanı konumundadırlar. Böylece anlaşan Mossynoik halkları ve Ksenophon komutasındaki ordu, düşmanlarına savaş açmak için birleşirler. Bu bağlamda Mossynoikosların ilginç savaş gelenekleri ile de tanışmış olurlar. Mossynoikoslar tek tomruktan yontulmuş üç yüz adet kayıkla savaş yerine gelirler. Her kayığın içinde üç adam vardır, ikisi kayıktan inerek sıralarına girer, kayıktaki tek adam ise yeniden denize açılır. Girdikleri savaş nizamında ise birbirlerine paralel dizilerek, yaklaşık yüzer kişiden oluşan sıralar oluştururlar. Kalkanları sarmaşık yaprakları biçiminde ve beyaz öküz postu ile kaplıdır. Sağ ellerinde ise yaklaşık dokuz ayak uzunluğunda, bir ucunda bir mızrak demiri, diğer ucunda bir topuz olan bir kargı tutmaktadırlar. Diz üstüne kadar gelen tunikleri, kalın çuval bezi kadar sık dokunmuş, başlarında ise Paphlagonialılarınkine benzer miğferler giymişlerdir. Bu miğferler, tıpkı üç kademeli bir tacı andırır ve deriden yapılmıştır, orta kısımlarında ise bir sorguç bulunmaktadır. Bunun yanı sıra savaş malzemesi olarak demir baltalar da taşımaktadırlar. Bu halkların adetlerine göre,  Mossynoikoslar ülkesinin en tepesinde bulunan ve ‘ana şehir’ olarak adlandırılan yerdeki kaleyi kim ele geçirirse Mossynoikosların lideri olmaktadır. Ayrıca Yunanlılar ile ittifak yapan halklar kalenin düşmanları tarafından elde tutuluyor olmasının haksız bir durum olduğunu savunurlar. Böylelikle merkeze bir yandan söylemekte oldukları şarkılara ayak uydurarak saldırmaya başlarlar. Fakat Mossynoikosların merkezi olarak kabul edilen kale, Yunanlılar tarafından ikinci kez yağmalandığında savaş başarıyla noktalanmış olur. İlk seferinde Yunan ordusu ve müttefik ‘barbarlar’ büyük bir bozguna uğrarlar. Düşmanlar ölü askerlerin başlarını kesip ne anlama geldiğini bilmedikleri bir şarkı söyleyerek bu yaptıklarını Yunanlılara ve Mossynoikoslara gösterirler. İkinci kez hücum edildiğinde ise zorlu mücadele içerisinde Yunanlılar, taşınması güç uzun, kalın mızrakları ve kargıları ile savaşan ‘barbar’ düşmanlardan çekinmeyip üzerlerine yürürler ve ülkedeki kaleler böylece ele geçirilmiş olur.  Bundan sonra yağmalanan kalelerde birçok erzak ile karşılaşırlar. Mossynoikosların adetlerine göre, babadan oğula geçen ekmek dolu ambarlar ile yeni hasat edilmiş ve buğdayla özellikle de kızılca buğday ile saklanmış olan saman- sap, tuzlanarak küplere bastırılmış yunus balığı eti ve çanaklar içinde yunus yağı bulurlar. Mossynoikoslar bu yağı Yunanlıların zeytinyağı kullanması gibi kullanmaktadırlar. Ambarlarda ise kaynatıp ekmek gibi pişirerek, başlıca besinleri olarak kullandıkları yassı ve dilimsiz pek çok ‘ceviz’ mevcuttur. Ksenophon’un ‘ceviz’ olarak anlattığı yiyecek aslında Yunanlıların henüz bilmedikleri kestaneden başka bir şey değildir. Ayrıca tadı çok sert olan fakat su katılınca hoş bir koku veren şarap da ele geçirilen ganimetler arasındadır.

Mossynoikosların ülkesi dağlardan ve vadilerden oluştuğu için burada yer alan bir şehirden diğerine bağırıldığı zaman duyulabilmektedir. Şehirler birbirlerine yaklaşık seksen stadion uzaklıktadır. Yunanlılar ilerlerlerken ittifak yaptıkları Mossynoikosların bölgesine gelince, kendilerine iyi besin almış ve ceviz lapası ile beslenmiş çocuklar gösterilir. Bu çocuklar henüz çok toydur ve oldukça da beyaz tenlidirler. Enleri ve boyları neredeyse birbirlerine eşittir. Sırtları farklı renklerde boyalı, bedenlerinin ön kısımlarında ise yukarıdan aşağıya doğru küçük çiçek dövmeleri yer almaktadır. Ksenophon’a göre Yunanlılar daha önce kendi adetlerinden bu derece farklı adetlere sahip hiçbir toplum ile karşılaşmamışlardır. Nitekim Mossynoikoslar, Yunanlıların yanlarında getirdikleri fahişelerle ortalık yerde, herkesin gözü önünde birleşmeye çalışırlar. Bu insanlar yalnız iken yapılacak şeyleri, herkesin önünde yapmakta, tek başlarına olduklarında ise sanki topluluk içindelermişçesine kendi kendilerine konuşmakta, gülmekte ve durup dururken sanki seyirciler arasındaymış gibi dans etmektedirler. Ksenophon’un Mossynoikoslara dair aktardığı bu ilginç bilgiler objektif olmaktan uzak, biraz abartılı bilgiler de olabilirler. Bunun yanı sıra Strabon Geographika adlı eserinde Romalı komutan Pompeius’un askerlerinin yedikleri ‘delibalı’ anlatırken, Mossynoikoslara da değinir fakat bu halklar ile ilgili olarak bu kadar ayrıntılı bilgi vermez.

Yunan ordusu, ilginç adetlerini tecrübe ettikleri Mossynoikosların ülkesini sekiz günde geçerek önce Khalyblerin ülkesine, sonra ise Tibarenlerin ülkesine varırlar. Khalybler fazla kalabalık sayılmayan, Mossynoikosların boyunduruğu altında yaşayan ve demir işçiliği ile geçinen bir halktır. Tibarenlerin çok daha düz olan topraklarına varıldığında ise Yunan ordusu önce şehirlere saldırmak ister fakat kâhinlerin olumsuz görüşleri nedeniyle bu ülkenin gönderdiği dostluk armağanları kabul edilir ve ilerlenerek, Sinope’nin bu topraklardaki kolonisi Kotyora’ya (Ordu) varılır. Uzun ve yorucu günlerin ardından, Kotyoralıların, erzak bulma çabasına girişen Yunan ordusuna çok da dostça bir tavır sergilememeleri nedeniyle kent yağmalanmaya başlar. Yunanlılar Kotyoralıların evlerini ve erzaklarını izin istemeksizin özgürce kullanırlar. Koloni kentleri olan Kotyora’nın bu derece yağmalanmasından rahatsız olan Sinopeli elçiler Yunanlılarla görüşerek bu durumdan duydukları hoşnutsuzluklarını dile getirirler. Yunanlılar ise niçin böyle davrandıklarını anlatırlar ve karşılıklı konuşmalar sonucu durum çözüme kavuşur. Burada yollarına denizden mi yoksa karadan mı devam etmeleri gerektiği hususunda düşünürler fakat en makul yol denizden gitmeleridir. Çünkü önlerine Thermodon (Terme Çayı), İris (Yeşilırmak) ve Halys (Kızılırmak) ırmakları, çok güçlü bir donanmaya sahip olan Paphlagonialıların ülkesi ve geçilmesi imkânsız olan Parthenios (Bartın Çayı) çıkacaktır. Bu nedenlerden dolayı deniz yolunu kullanarak ilerlemişlerdir.

Yunan ordusunun bir sonraki rotası artık deniz yolu ile devam ettikleri Paphlagonia’dır. Kotyora’da kaldıkları günler içerisinde hem burayı hem de Paphlagonia’yı yağmalamışlardır. Fakat Paphlagonia’ya hareket etmeden önce buranın önderi olan Korylas, Yunanlılara elçiler gönderir ve bunun şerefine düzenlenen şenlikler iki taraf arasında da dostça bir ilişki oluşmasına neden olur. Bunun akabinde gemilerle yollarına devam eden Yunanlılar, Paphlagonia Bölgesi boyunca ilerleyerek bir Miletos koloni kenti olan Sinope’deki Harmene limanına varırlar. Burada Sinopelilerden üç bin kile arpa unu ve bin beş yüz ölçek şarap hediye alırlar. Ayrıca Byzantion’a gemi bulmak için giden Khrisophos ile yeniden buluşarak Megara’nın Mariandynler’deki kolonisi olan Herakleia’ya doğru hareket ederler. İki gün süreyle kıyı boyunca ilerlerler. Ksenophon, askerlerin Herakleia’ya vardıklarında, söylenceye göre Herakles’in Kerberus’u zincire vurmak için indiği Akherusias burnu yakınında bulunan ve Herakles’in inişinin anıtı olan iki stadiondan daha derin bir uçurumun bulunduğu yerde demirlediklerini nakleder.  Sonrasında ordu bölünerek üçe ayrılır fakat üç ordu da Kalpe (Kerpe) Limanı’nda yeniden birleşir, anayurtlarına kavuşma isteği ile yanıp tutuşarak Bithynia ve Thrakia boyunca Pergamon’a kadar ilerlerler.  Ordunun Babil’den geri dönüşü ile Kotyora’ya varışı arasında geçen süre tam olarak 8 aydır. İlerleyiş ve geri çekiliş boyunca alınan toplam yol ise on beş ay sürmüş ve koca ordudan geriye sadece iki bin kişi kalmıştır. Pontus Bölgesi’nin dağlık arazileri ve ilginç geleneklere sahip halkları arasında verilen sert mücadele içerisinde Ksenophon’un savaşlarda izlediği stratejilerin yanı sıra ittifak yapmak amacıyla karşılıklı çıkarları olduğu halklar ile anlaşmalar içerisine girmesi, bölgeden çıkış bulabilmesinde etkin bir rol oynayan pratik zekâsının da bir göstergesi olmuştur. Kat edilen yolların, çetin koşullar, kimi zaman savaşlar kimi zaman ittifaklar içerisinde yaşanan bu sürecin bir derlemesi olarak kaleme aldıkları da Ksenophon’un genel anlamda objektif olmasa da tarihi bir olaya ışık tutuşu olarak kabul edilebilir. Yazar sadece Anadolu’nun coğrafi bölgeleri ve burada yaşayan toplumların gelenek- göreneklerini aktarmakla kalmayıp, aynı zamanda zor koşullar içerisinde ve sert bir teknik kullanarak savaşan halklara karşı geliştirdiği hamleleri ile askeri anlamda da bilime katkıda bulunmuştur. 

Kaynak: Aktüel Arkeoloji Dergisi “Karadeniz Arkeolojisi”

EN ÇOK OKUNANLAR

Tarlada Yürüyüş Yapan Kadın 2150 Gümüş Sikke Buldu

Prag'ın güneydoğusundaki Kutnohorsk kentinde tarlada yürüyüş yapan bir kadın, çiftçilik faaliyetleri sırasında yüzeye çıkan birkaç gümüş sikkeye rastladı. Çek Cumhuriyeti'nde şimdiye kadar bulunan en büyük erken ortaçağ sikke istifini açığa çıkardığının farkında değildi.

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER