Tell Fâfân Olmasaydı Hasankeyf Olmazdı

Hasankeyf’in adını hemen hemen herkesin duyduğunu tahmin ediyorum. Gidip görmemiş olanlar bile, en azından Ilısu Barajı Projesi kapsamında su altında kalacak olan bu yerleşim ve barındırdığı kültür varlıkları hakkında az da olsa bilgi sahibidir.

Ancak konu Tell Fâfân olduğunda durum oldukça farklılaşıyor. Başta El-Rızk Camii olmak üzere Hasankeyf’in görsellik taşıyan yapıları, varlıklarını, Tell Fâfân kentinin tarih sahnesinden çekilmesine borçlu.

Bugün Batman ili sınırları içinde kalan bir ilçe merkezi olan Hasankeyf’in tarihi, Dicle Nehri’nin bir testere gibi keserek kendi yatağını oluşturduğu traverten kayalıklardaki doğal mağaraların varlığına dayanılarak Paleolitik Çağa kadar geriye götürülse de yapılan araştırmalar ve kazı çalışmaları, Neolitik Dönemin öncesiyle ilgili fazla bilgi vermez. Hasankeyf çevresinde yapılan yüzey araştırmaları sırasında bulunan taş aletler ve yongalar, Paleolitik Çağın varlığını göstermektedir. Mardin’den Hasankeyf’e gelenlerin Hasankeyf’e girmeden yaklaşık 1.5 kilometre önce Dicle Nehri’nin karşı kıyısında görebilecekleri Hasankeyf Höyük’te Japon arkeolog Yutaka Miyake tarafından yürütülen kazı çalışmaları Hasankeyf’in tarihinin insanlığın ilk yerleşik yaşama geçip, tarımı temel uğraşı olarak uygulamaya başladığı döneme dek geriye gittiğini göstermiştir. 2010 yılında başlayan bu kazıların da gösterdiği gibi insanlık tarihinin yaklaşık son 10.000 yılı Hasankeyf’e başka bir gözle de bakma ihtiyacı uyandırıyor.

Hasankeyf ve çevresi 1981 yılında 1. Derece Doğal ve Arkeolojik Sit Alanı ilan edilmiştir. UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınması için çeşitli sivil toplum örgütlerince kamuoyu oluşturmak amacıyla çalışmalar yürütülmektedir. Hasankeyf’in tarihöncesi geçmişi ileride yapılacak çalışmalara bağlıdır, ancak tarihöncesi dönemlerin ardından kentin tarihi, daha çok Dicle Nehri ve onun üzerinde yapılan ticaretle alakalıdır.

Türkiye’deki akarsuların düzensiz rejimleri nedeniyle, bu nehirlerin üzerinde taşımacılık yapılamayacağı daha İlkokul sıralarında öğretilir. Oysa arkeologlar yakın zamanda bu bilginin yanlışlığını kanıtlayan bir dizi yeni bulgu ortaya çıkarmışlardır. Bunların başında Dicle N ehri üzerinde yapılan ticari taşımacılık gelir.

Assur kayıtlarından beri bilinmekle birlikte son yüz yıl içinde yavaş yavaş terk edilen bu ticari taşımacılık, nehrin akış yönünde kuzeyden güneye, bir diğer deyişle Dicle’nin yukarı çığırı olan Diyarbakır, Batman, Cizre ve civarından Irak’a, Basra’ya doğru yapılmaktadır. Diyarbakır civarından “kelek” olarak bilinen sallara yüklenen mallar, Dicle’nin en önemli kolu olan Botan Çayı’nın Dicle’ye kavuştuğu yerde su debisinin artması nedeniyle altı düz teknelere aktarılmakta ve bu teknelerle yani eski Arap kayıtlarında geçen ve yine tekne/gemi anlamına gelen sefinelerle Basra’ya ulaştırılmaktadır. Bu arada “sefine” yani Arapça “gemi” sözcüğü, Aramice spinā/sapintā’dan gelmekte ve bu haliyle Mezopotamya’da yapılan akarsu ticaretinin ne derece eskiye gittiğini gösteren dolaylı bir kanıt oluşturmaktadır.

Ticaretin Aşağı Mezopotamya’ya, yani bugünkü Irak topraklarına olan kısmını şimdilik bir kenara bırakalım ve Kuzey Mezopotamya ya da Yukarı Mezopotamya da denilen bugünkü Güneydoğu Anadolu bölgesine bakalım. Bu bölgede Dicle üzerinde yapılan ticarette kullanılan ve daha önce sözü edilen keleklerin nasıl bir araç olduğuna değinmeden bu ticaret sistemi tam olarak anlaşılamaz. Kelek, Akkadca “üzerine oturulan şey”, “sandalye” anlamına gelen “kalakku” sözcüğünden gelmektedir. Kısa bir etnoarkeolojik inceleme, kelekler hakkında doyurucu bilgi vermektedir. Son yirmi yıl içinde azalsa da özellikle 1950’li yıllara kadar kelekle ulaşım Dicle’nin vazgeçilmezlerindendir. Halen yaşayan ve yaşları 70-80 civarında olan kelek ustalarına Diyarbakır, Batman, Siirt ve Cizre’de rastlamak olasıdır. Bu yaşlı kelek ustalarının belirttiğine göre, bu araçlar, koyun ya da keçi postundan yapılan ve içine hava doldurularak şişirilen tulumların üzerine konulan ahşaplardan yapılan sal biçimli araçlardır. Bugün tulumun yerini kamyon iç lastikleri alsa da yörede halen eski keleklere rastlamak da mümkündür. Ayrıca Ilısu Barajı kapsamında gerçekleştirilen Çattepe ve Başur kazılarında çalışan bir ekip, önümüzdeki yıllarda bu keleklerden bir tanesini yerel ustalara ürettirip deneysel bir çalışma için hazırlık yapmaktadır.

Keleklerle Dicle üzerinde, kuzeyin özellikle metal, yün, obsidiyen, taş ve ahşap yönünden zengin topraklarından yüklenen hammaddeler, güneyin teknolojik açıdan ileri ancak hammadde açısından fakir topraklarına taşınmaktadır. Bilindiği gibi son derece geniş bir düzlük olan Aşağı Mezopotamya’da taş, metal ve ahşap kıtlığı çekilmekte ve kuzey bunu sağlayan zengin hammadde deposu olarak özellikle Akkad ve Assur döneminde kullanılmıştır. Yukarıdan suyun akış yönünde ilerleyen keleklerle getirilen bu hammaddeler güneyde mamul maddelerle takas edilmekte, yukarıda hazırlanan kelekler burada çözülerek ahşapları da ayrıca satılmakta ve elde kalan tulumlarla yeni alınan mallar burada katırlara yüklenerek bu kez kuzeye doğru karayoluyla geri dönülmektedir. Kısacası Dicle üzerinde, suyun akış yönünde, tek yönlü bir ticaretin söz konusu olduğu belirtilebilir. İşte bu ticaret sayesinde Dicle kıyısında da bazı yerleşimler, ticaret mallarının transfer noktası olarak önem kazanmıştır.

Eski çağlarda bu transfer noktalarının nereler olduğu tam olarak bilinmese de Ortaçağdan itibaren özellikle Arap kaynaklarında bu yerleşimlerin isimleri geçer. Bunlardan biri de yukarıda adından söz edilen Tell Fâfân’dır. Antik dönemin Arap gezginleri, coğrafyacıları ve tarihçileri Tell Fâfân’ı bir şehir ve Dicle üzerinde gemi taşımacılığının başladığı ilk yer olarak kabul ederler. Bu şehir çok büyük bir olasılıkla bugün Dicle ile Botan’ın birleştiği yerde bulunan Çattepe’dedir.

Özellikle 10. yüzyılda kuzey yollarını kullanarak gelen kervanların Tell Fâfân rıhtımından yükledikleri mallarını Dicle üzerinden Cizre ve Musul yoluyla Bağdat'a kadar ulaştırdıkları bilinmektedir. Örneğin Arap yazarlardan biri olan Makdisi, Tell Fâfân’ı Dicle ile Zarm (Rezm) arasında, kapalıçarşıları ve kerpiçten evleri bulunan, hayatın ucuz olduğu bir şehir olarak anlatmakta. Bu liman kenti 915-916 yılında halkının neredeyse tamamı kılıçtan geçirildikten sonra ateşe verilerek yakılmıştır. Çattepe’de yapılan kazı çalışmalarında şehrin tamamını kapsayan bu yangın tahribatı açığa çıkartılmıştır. Yazılı kaynaklar 10. yüzyılda Erzen, Bitlis ve daha kuzeydeki Ermeniyye şehirlerinden gelen malların Dicle üzerinden Musul’a aktarılması noktasında aktif bir liman şehri özelliği taşıyan Tell Fâfân’ın 11. yüzyıldan itibaren bu özelliğini koruyamayıp sıradan bir köy haline geldiğini göstermektedir. Zira 11. yüzyıldan itibaren Mervani hakimiyetine paralel olarak yörede yoğunlaşmaya başlayan eşkıya çetelerinin varlığı bu güzergahı büyük ticaret kervanları için oldukça tehlikeli bir hale getirmiştir. Bu da doğal olarak tüccarların güvenlik açısından uygun olmayan bu yolu terk etmelerine ve Tell Fâfân’ın liman şehri olma niteliğini yitirerek küçük bir köy mertebesine inmesine neden olmuş ve Tell Fâfân’ın yerini Hasankeyf almıştır. Çattepe’de yapılan 2009 yılı kazılarında bu rıhtım yapısını bulmuş olmamız Arap tarihçileri doğrulamakta. Çattepe höyüğünün Dicle tarafında ortaya çıkartılan liman yapısı, höyüğün güneybatı yamacına inşa edilmiştir. Liman yapısı, höyük üzerinde bulunan idari yapıların içerisinden geçerek 20 basamakla Dicle’nin kenarına inmektedir. Burada oldukça geniş bir alana yayılmış olan rıhtım, Dicle’nin sularına karşı güçlü duvarlarla koruma altına alınmıştır.

Artukluların bölgede güçlenmesi ve Hasankeyf’in başkent olmasından sonra Midyat ve Nusaybin üzerinden güneye inen yol güzergâhının önem kazanmasıyla nehir taşımacılığı eski önemini kaybettiği için Çattepe/Tell Fâfân tamamen terk edilir. Nitekim 12. ve 13. yüzyıl kayıtlarında Tell Fâfân adının hiç geçmemesi bu tarihlerden itibaren yerleşim yeri ve limanın önemini tamamen yitirdiğini göstermektedir. Ancak Botan ve yan kolları üzerinde kurulan köprüler ve hanlar bölgenin Selçuklu hükümdarları için taşıdığı önemi vurgulamaktadır.

Çattepe kazılarına bilimsel başkanlık yapan Haluk Sağlamtimur’un araştırmaları Hasankeyf’i bir anda bölgenin en önemli kenti yapan olaylar zincirinin nasıl başladığını ortaya çıkarmıştır. Yani ticaret ve ticaret yollarından birinin güvensiz hale gelmesi üzerine bu yolun yerini alternatif bir yolun almasıyla Hasankeyf’in tarihsel önemi artmıştır. Bir diğer deyişle Hasankeyf’in bulunduğu yer yeniden imar edilerek hem Artuklulara başkentlik yapmış, hem de önemli bir ticaret kenti olarak tarihteki yerini almıştır. Bu arada akarsu ticareti yine kelekler üzerinde en azından Diyarbakır civarından Hasankeyf’e kadar sürmektedir. Doğanın ve insansı doğanın, boşluğu sevmediğinin en önemli göstergesi belki de Hasankeyf’in tarih içinde kazandığı önemdir. Doğa ya da olaylar zinciri boşluğu sevmez, ticaret yapılacak yolda ortaya çıkan bir aksama hemen başka bir alternatifle doldurulur. Bunun Güneydoğu Anadolu bağlamında en iyi örneklerinden biri de Tell Fafan ile Hasankeyf ilişkisidir.

İbn’i Haldun, coğrafyanın bizi çepeçevre kuşatan, dışımızda yer alan değil içimizde kök salan bir şey olduğunu söyler. Bu sözün kültürel pratiklerde oldukça önemli bir yeri olduğunu göz önünde bulundurarak Hasankeyf'e bakıldığında, tarihöncesinden beri her kültürün esasında bir doğaya uyma pratiği olduğu saptaması rahatlıkla yapılabilir. Dolayısıyla binlerce yıldır Hasankeyf ve çevresinde yaşayan halkların yaptığı da bu doğaya uyma pratiklerini içlerinde kök salan coğrafya duygusuyla birleştirmek olmuştur. Bu bileşim ya da alaşımın günümüze yansımaları da renkli ve çok parçalı bir görünüm arz eder. Yukarıda sözü edilen “coğrafya duygusu” gibi bir kavram okuyucuya yabancı gelebilir, gelmelidir de, ancak bazı olgular hisle ya da duyguyla algılanabilir. Konu Yakındoğu gibi bir coğrafyada yaşayan halklar olduğunda “tanrı duygusu” ve “dil duygusundan” da söz edilebilir veya bunlara başka bazı olguları da eklemek olasıdır. İşte bu bilinçle Hasankeyf'i okumak veya anlamaya çalışmak konuyla ilgilenenleri bambaşka yerlere götürebilir.

İşte bu yaklaşımla Hasankeyf’e bakıldığında Hasankeyf’in bundan sonraki tarihi Artuklu tarihi ile koşut olarak 1232 yılına kadar devam eder. Bundan sonrasında ise Eyyubiler bölgeye hakim olacağı sıra Moğol istilası ortaya çıkar. Eyyubiler, Moğol istilasından sonra Hasankeyf’i yeniden imar ederler. Bir dönem Akkoyunlu hakimiyeti altında da kalan Hasankeyf, Safevi ve Osmanlı çekişmesini de yaşamış ve bölge Yavuz Sultan Selim zamanında, 1515 yılında Osmanlı topraklarına katılmıştır.

Hasankeyf’te görülebilecek en önemli mimari yapılar El-Rızk Camii ve Dicle’nin karşı tarafında yer alan eski köprü ile türbedir. El-Rızk Camisi Dicle Nehri’nin güneydoğusundaki dik kıyı üzerinde kale ile köprü arasında bulunmaktadır. Hasankeyf’in kuzeybatısındaki bu caminin birçok bölümü yıkılmış olmasına rağmen yine de planı çıkarılmıştır. Halen sağlam olan minaresi Hasankeyf’in simgesi gibidir. Minare üzerindeki kitabeye göre 1409’da Eyyubi Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Ancak bu tarihin caminin yapım tarihi mi yoksa minarenin tamir tarihi mi olduğu konusunda kesin bir yargıya varmak pek olası değildir. Bu nedenle caminin yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Caminin kuzeydoğu köşesine bitişik yüksek kare prizma kaide üzerine inşa edilmiş olan minare, küçük mozaikler halinde kesilmiş renkli taşlar ve kakma tekniği ile düzenlenmiş ince geometrik bezemelere sahiptir.

Hasankeyf’in en önemli eserlerinden sayılan ve baraj altında kalma tehlikesi nedeniyle taşınması ya da olduğu yerde korunması için değişik projeler geliştirilen Zeynel Bey türbesi ise bir Akkoyunlu eseri olup, bölgeye 1462-1482 yılları arasında hakim olan Akkoyunlular tarafından inşa edilmiştir. Bu dönem içinde Akkoyunluların Hasankeyf’te bıraktıkları tek eser Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey Türbesi’dir. Dicle’nin karşı yakasında yer alan bu eserin giriş kapısı üzerindeki kitabede, türbenin Zeynel Bey’e ait olduğu ifade edilir. Eser dıştan silindirik, içten ise sekizgen bir özellik gösterir. Türbenin silindirik gövdesi üzerinde turkuaz ve lacivert, sırlı tuğla ile dört kuşak oluşturulmuştur. Birinci kuşakta “Allah” ikinci ve üçüncü kuşakların baş kısmında “Ahmet” devamında ise “Muhammed’’ dipteki son kuşakta ise “Ali” isimleri yazılıdır. Kapı ve pencerede yer alan ve artık dökülmekte olan sırlı tuğlaların ve türbenin genel onarımı devam etmektedir.

 

 

EN ÇOK OKUNANLAR

Tarlada Yürüyüş Yapan Kadın 2150 Gümüş Sikke Buldu

Prag'ın güneydoğusundaki Kutnohorsk kentinde tarlada yürüyüş yapan bir kadın, çiftçilik faaliyetleri sırasında yüzeye çıkan birkaç gümüş sikkeye rastladı. Çek Cumhuriyeti'nde şimdiye kadar bulunan en büyük erken ortaçağ sikke istifini açığa çıkardığının farkında değildi.

SON İÇERİKLER