Bir Eski Eserin Modern Öyküsü

Berlin’in Pergamon Müzesi

Pergamon Müzesindeki Zeus Altarı rekonstrüksiyonu, dünyanın en muhteşem müze sunumlarından biri olsa da, eserin özgün halinin nasıl göründüğüne ya da ne için kullanıldığına dair fazla bilgiye sahip değiliz. Hellenistik Dönemde, büyük olasılıkla II. Eumenes’in hükümdarlık döneminde, Batı Anadolu’da Pergamon Akropolü’nde, gösterişli bir kabartmalı frize sahip büyük bir yapının inşa edildiğini biliyoruz. Bu yapı, tanrıça Athena’nın kutsal merkezinin güneyinde, akropolün alçak yamaçlarından birinde yer alıyordu. Kent, arkeologların da aşina olduğu, özgün bir Hellenistik plana sahiptir: yüksek bir podyum üzerinde inşa edilmiş üstü açık bir avlu ve onu çevreleyen sütun sırası. Gigantomakhia Frizi’nde yer alan ve yüksek podyumu dört yanından çevreleyen anıtsal figürler, Aşağı Kent’ten de görülebiliyordu. İç avluda ise Pergamon’un efsanevi kurucusu Telephos’un hikayesini anlatan daha küçük boyutlu bir friz yer alıyordu. Avlunun batı tarafında yer alan anıtsal açık bir merdiven, geniş Bakırçay Vadisi’ne açılıyordu.

 

Bergama Akropolisi ©Özel Çakabey Okulları

Evrensel müze kavramının ortaya çıkışı, Avrupa’nın dünyaya trajik olarak nitelendirilebilecek bir biçimde hükmedişinin bir sonucudur. Avrupalı halklar antik çağın hazinelerine karşı açgözlü bir iştah duyuyor, ve arkeolojik harikalar ve antikalar bulma peşinde Doğu’ya gitmeyi göze alan seyyahları kahraman gibi karşılıyorlardı.

İlk başlarda Doğu Akdeniz’deki Klasik Dönem eserlerini ortaya çıkarma arzusuyla başlayan arkeolojik keşifler, yavaş yavaş Mısır, antik Mezopotamya, ve Güney ve Doğu Asya’ya kadar yayıldı. Büyük Güçler’in ekonomik ve askeri etkileri tüm dünyaya yayıldıkça, Batı arkeolojisi daha sistematik, sömürgeci bir girişim haline geldi. 19. yüzyıl sonlarına gelindiğinde, Avrupa başkentlerinin büyük müzeleri, Londra’da British Müzesi, Paris’te Louvre Müzesi, ve Berlin’deki Kraliyet Müzesi, geniş eski eserler koleksiyonları oluşturmanın yanı sıra Batılı olmayan sanat eserleri koleksiyonları da oluşturmaya başlamıştı. Tüm bu gelişmeler, insanlık tarihinin tamamına ait sanat eserlerinin bir müzede temsil edilmesine yönelik bir isteğin ortaya çıkmasına yol açtı.

Emmanuel Pontremoli’nin Bergama Akropolisi üzerindeki yıkıntıları gösteren çizimi. Pergame: restauration et description des monuments de l’acropole (Paris: L. H. May, 1900).

19. yüzyıl arkeolojisinin imparatorluğa özgü görkemliliğinin en belirgin yansımasını en net olarak Berlin’deki Pergamon Müzesinde görürüz. Almanya’nın başkentindeki Müze Adası’nda yer alan Pergamon Müzesi, 1830 ve 1930 arasında inşa edilen beş müzeden en sonuncusu ve en iddialısıdır. Pergamon Müzesi koleksiyonları, 19. yüzyılda, Alman arkeolojisinin Osmanlı topraklarını araştırmaya başladığı dönemde oluşturulmuştur. Ege Denizi’nden İran Körfezi’ne uzanan bu geniş bölge üzerinde, antik dünyanın en önemli yerleşmelerinden bazıları yer alıyordu. 1918 yılına gelindiğinde, Alman Arkeoloji Enstitüsüne (DAI) ve Alman Doğu Topluluğuna (DOG) bağlı iki kuşak arkeolog, Osmanlı İmparatorluğunun önemli vilayetlerinde arkeolojiyi modernize etmeyi ve kontrol altına almayı başardılar. Carl Humann’ın Pergamon’da yürüttüğü kazılar modern arkeoloji alanında yeni bir çağ başlattı. Alman arkeologlar tarafından Ege kıyılarındaki Miletus, Didyma, Magnesia, Priene gibi antik kentlerde, Orta Anadolu’daki Hattuşa’da ve Irak’taki Babil ve Assur kentlerinde yapılan kazılar da arkeoloji alanındaki bu yeni çağın takipçisi oldular. Klasik Çağ ve Mezopotamya arkeolojilerinin yanı sıra, Alman arkeologlar İslam arkeolojisi alanında da öncülük ettiler. Ortaya çıkarılan ve ardından Berlin’e gönderilen buluntular, burada sınıflandırıldıktan sonra yeniden inşa edildi. Kaiser II. Wilhelm’ın imparatorluğunun zirvesinde olduğu dönemde, 1907 yılında tasarlanan ve 23 yıl sonra 1930 yılında tamamlanan Pergamon Müzesi, bu mirasın canlı kanıtıdır. Eski Eserler Koleksiyonu, Yakın Doğu Müzesi ve İslam Müzesi olarak üç bölümden oluşan müzenin her bir bölümü eski Osmanlı topraklarının antik mirasına adanmıştır.

Bugün, Pergamon Müzesinin koridorlarında dolaşan ziyaretçiler, Pergamon Zeus Altarı’na ayrılan büyük salona girmeden önce, Babil’deki İştar Kapısı ve Tören Yolu ile Miletus Agora Kapısı’nın gerçek boyutlu mimari rekonstrüksiyonlarıyla karşılaşırlar. Zeus Altarı’nın bulunduğu salonda ise ziyaretçileri, bir Hellenistik kenti olan Pergamon’dan gelen eserin devasa rekonstrüksiyonu karşılar. Bu eser, “Büyük Pergamon Sunağı” ya da Türk halkı tarafından “Zeus Altarı” olarak bilinen yapının batı cephesidir. Ziyaretçiler, Pergamon Salonunun üç tarafındaki duvarlar boyunca, Olympos tanrıları ile Gigantlar arasında geçen mitolojik savaşın olağanüstü canlılıkta bir tasviri olan Gigantomakhia Frizi’nin heykellerini incelerler. 1930 yılında halka açılan Pergamon Müzesi ve içerisinde yer alan Zeus Altarı’nın bu ikonik rekonstrüksiyonu çok sayıda Alman sanatçı, mimar ve yazarı etkilemiştir. Müze, Berlin’in kolektif hafızasında sembolik olarak yüklü bir mekandır.

Bergama Sunağı temellerinin kuzeybatıdan görünüşü. Winnefeld, Hermann, Die Friese des Grossen Altars, Reimer, Berlin, 1910.

Türkiye’den gelen ziyaretçiler için ise, müze içerisinde Zeus Sunağı ile olan karşılaşmaları bir tür şaşkınlık hissine yol açar. Çoğu kişi bu eserin neden orijinal yerinde, Bergama’da olmak yerine Berlin’de olduğunu merak eder. Onlara göre, müzedeki bu sunum, sunağın bir zamanlar üzerinde yer aldığı, Bakırçay Vadisi’ne yüksek bir yamaçtan bakan Pergamon Akropolü’nün eksik bir ikamesidir. Alman eğitimi almış Türk arkeolog Ekrem Akurgal, 1945 yılında, Türkiye’nin bu eseri kaybedişine ağıt yakan ilk kişi oldu. Akurgal’ın bu teşhisi bazı çağrışımlara yol açtı: Berlin’deki ve Avrupa’daki diğer büyük müzelerdeki eserlerin büyük çoğunluğu 19. yüzyılda Osmanlı topraklarından götürülen eserlerdi. 1990’lı yıllarda, dönemin Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Zeus Altarı’nın Bergama’ya dönmesi için bir coşkulu bir kampanya başlattı. Zeus Altarı’nın yaşadığı “sürgün”ün bitmesi gerektiğini söyleyen Taşkın, eserin ülkeye iadesi için binlerce imza topladı.

Ziyaretçiler ve halkın büyük bölümü sıklıkla müzede yer alan Zeus Altarı sunumunun tamamen orijinal arkeolojik buluntu olduğunu sanırlar. Oysa gerçekte, sergilenen eserin yalnızca küçük bir bölümü kazılarda ortaya çıkan özgün parçalardır. Eser, özgün parçalar kullanılarak yhapılan bir rekonstrüksiyondur. Gigantomakhia Frizi ise Carl Humann’ın 19. yüzyıl sonlarında Bergama’dan gönderdiği orijinal heykel parçalarının bir araya getirilmesi ile ortaya çıkmıştır (sunağın iki yanındaki levhalardan bazıları alçı kopyalardır). Müzedeki rekonstrüksiyonun mimari öğelerinin büyük çoğunluğu, Berlin’de 1920’lerde tuğla ve harç kullanılarak yapılan yeni eklemelerdir. Bir diğer deyişle, büyük merdivenin, sütunların ve saçaklığın büyük bölümü yeni yapılmıştır ancak yapının içerisine orijinal parçalar da eklenmiştir. Pergamon Müzesinde yer alan rekonstrüksiyon yapıda, arkeolojik parçalar ile 20. yüzyıl başlarında yapılan eklemeler arasında herhangi bir ayrım yapılmadığından, uzman olmayan biri için arkeolojik bulgularla kuramsal eklemeler arasındaki farkı tespit etmek zordur.

Emmanuel Pontremoli’nin Gigantomakhia Frizi’ndeki heykellerin sırasını gösteren çizimleri. Pergame: restauration et description des monuments de l’acropole (Paris: L. H. May, 1900).

Müzedeki Zeus Altarı sunumunun “özgün” olmadığı konusunu kapatmadan önce, arkeolojik yapılarda özgünlük fikrinin 20. yüzyıl boyunca değişime uğradığını unutmamakta yarar var. Pergamon Müzesindeki Zeus Altarı rekonstrüksiyonunun nasıl olacağı üzerine 1880-1930 yılları arasında yapılan tartışmalar, “özgün” kelimesinin farklı tanımlamalarının zaman içerisindeki değişimine ve bu değişimin arkeoloji ve tarihsel koruma anlayışını nasıl dönüştürdüğüne dair ilginç bir bakış sunar.

Bu makale, bir eski eserin, Zeus Altarı’nın, modern rekonstrüksiyon öyküsüne dair kısa parçalar sunuyor. Pergamon Müzesinin daha geniş kapsamlı bir incelemesi ve müzenin Türkiye’nin arkeolojik mirasının oluşturulmasında oynadığı rol, Can Bilsel’in yakın zamanda çıkan Antiquity on Display: Regimes of the Authentic in Berlin’s Pergamon Museum (Oxford University Press) kitabında incelenebilir.

Pergamon Zeus Altarı: Kayıp bir Eser

Pergamon Müzesindeki Zeus Altarı rekonstrüksiyonu, dünyanın en muhteşem müze sunumlarından biri olsa da, eserin özgün halinin nasıl göründüğüne ya da ne için kullanıldığına dair fazla bilgiye sahip değiliz. Hellenistik Dönemde, büyük olasılıkla II. Eumenes’in hükümdarlık döneminde, Batı Anadolu’da Pergamon Akropolü’nde, gösterişli bir kabartmalı frize sahip büyük bir yapının inşa edildiğini biliyoruz. Bu yapı, tanrıça Athena’nın kutsal merkezinin güneyinde, akropolün alçak yamaçlarından birinde yer alıyordu. Kent, arkeologların da aşina olduğu, özgün bir Hellenistik plana sahiptir: yüksek bir podyum üzerinde inşa edilmiş üstü açık bir avlu ve onu çevreleyen sütun sırası. Gigantomakhia Frizi’nde yer alan ve yüksek podyumu dört yanından çevreleyen anıtsal figürler, Aşağı Kent’ten de görülebiliyordu. İç avluda ise Pergamon’un efsanevi kurucusu Telephos’un hikayesini anlatan daha küçük boyutlu bir friz yer alıyordu. Avlunun batı tarafında yer alan anıtsal açık bir merdiven, geniş Bakırçay Vadisi’ne açılıyordu.

Bu eserin kullanım amacı hakkında kesin bir bilgiye sahip olmasak da, bu merdivenlerden görünen manzara, bugün olduğu gibi antik çağda da nefes kesici olmalıydı. Burası bir kurban sunağı, festivallerde düzenlenen ziyafetler için bir saray avlusu veya –yüksek ihtimalle- Pergamon kralının düşmanlarının kurban edilişini tasvir eden bir zafer anıtı olabilirdi. Podyumun üzerinde yer alan yapının mimari rekonstrüksiyonu –özellikle üç tarafı bir korkuluk ile çevrili iç yapı- tamamen varsayıma dayanmaktadır. Bu rekonstrüksiyonlar, Carl Humann’ın Berlin’e gönderdiği arkeolojik verileri inceleyen mimarlar tarafından 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında üretilmiştir.

1897 yılına tarihli fotoğrafta Carl Humann (soldan ikinci), arkeolog müdür Conze, mimar Bohn ve yardımcıları Bergama’da kazı yerinde.

Carl Humann Bergama’da

Almam mimar ve mühendis Carl Humann (1839-1896), erken tarihli biyografilerinde “Pergamon’un kaşifi” olarak anılır. Humann’ın hayatını kaleme alan biyografi yazarları, onun Pergamon Akropolü’nde Gigantomakhia Frizi’ni keşfedişini, Almanya’nın büyük bir ulus haline gelişinin kaderde yazılı olduğunun haberini önceden veren kehanet benzeri bir olay olarak anlatırlar. Onlara göre, büyük önem taşıyan bu eser dünyaya verilen bir hediyeydi ve Alman arkeoloğun bu başyapıtı gün ışığına çıkarmasını bekliyordu. Tarihsel veriler Humann’ın çok daha karmaşık bir kişiliğe sahip olduğunu gösteriyor, öyle ki vatanı Prusya’ya olan sadakati, evlatlık ülkesi Türkiye’ye karşı olan bağlılığını sınamadı. Humann’ın, antik çağın günümüze ulaşmış en büyük heykeltraşi kompozisyonlarından birini ortaya çıkarması ve onu uzaklara götürmesindeki başarısının sırrı, İzmir ve İstanbul vilayetlerinde Türk-Osmanlı bürokrasisindeki kariyeri sırasında kurduğu dostluklardı.

Humann, Osmanlı hükümetindeki hizmetine Keçeci Fuat Paşa emrinde çalışarak başladı. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli bölgelerinde mühendislik görevleri yaptı. İzmir’deki ailesinin yanında uzun yıllar geçiren Humann, Bergama’ya, Bergama ile Dikili arasında inşa edilecek bir yol görevi nedeniyle geldi. Humann arkeoloji eğitimi almamıştı ancak Yunan ve Roma eserleri ile yakından ilgiliydi ve Bergama’daki akropolde antik çağa ait insan ve hayvan figürü heykeltraşi mermer parçaları topluyordu. Topladığı parçaların sanatsal bir değeri olduğuna ikna olan Humann, bunlardan bazılarını Berlin’e göndererek, Prusya Kraliyet Müzesi’nin dikkatini çekmeye çalıştı.

Müze, Humann’ın buluntularıyla ancak birkaç yıl sonra ilgilendi. 1877 yılında müzenin Heykel Koleksiyonu müdürlüğüne Alexander Conze’nin (1831-1914) atanması, Bergama’da Alman kazılarını başlatan temel gelişme oldu. Conze, kendinden önceki müze müdürlerinden farklı olarak Humann’ın topladığı mermer parçalarının, az bilinen bir yapı türünün podyumunu çevreleyen anıtsal bir frize (Gigantomakhia Frizi) ait olduğunu anladı: bu yapı Hellenistik Döneme ait ve açık bir avluya sahip, bağımsız duran bir sunak yapısıydı. Conze, Humann’a Gigantomakhia Frizi’nin parçalarını toplaması ve tüm yapıyı yeniden oluşturmanın yollarını araması yönünde talimat verdi.

Bergama’da Alman devleti tarafından finanse edilen ilk resmi kazılar 9 Eylül 1878’de başladı. Yerel işçilerden oluşan büyük bir gruba başkanlık yapan Humann, akropolün alçak bir yamacı üzerinde uzun bir açmada ve 18. yüzyıla tarihlenen bir Bizans duvarının temellerinde kazılar yaptı. Daha sonraki 9 ay boyunca, çalıştığı açmayı doğuya doğru genişleten Humann, ünlü Zeus grubu kabartmalarının da bulunduğu, Gigantomakhia Frizi’ne ait parçaları ortaya çıkardı. Hellenistik frize ait parçaların çoğu, geç döneme ait bir Bizans duvarının içerisine yerleştirilmişti –-eski yapılardan alınan mermer parçaların yeni yapılarda kullanılması Geç Antik Çağdan Ortaçağa kadar oldukça yaygın bir durumdu.

 

Gigantomakhia Frizi’nin kuzey cephesi görülüyor. Berlin’delki ilk Pergamon Müzesi, daha sonra bugünkü müzeye yerini bırakmak üzere yıkılmıştır. Die Skulpturen des Pergamon-Museums in Photographien (Berlin: Reimer, 1903).

1874’te çıkarılan Eski Eserler Tüzüğü (Âsâr-ı Atika Nizamnamesi), arkeolojik eserlerin, arazi sahibi, bulan kişi ve devlet arasında eşit parçalara bölünmesini öngörüyordu. Bergama Akropolü’ndeki araziyi satın alan Humann, mermerlerin geriye kalan üçte birini Osmanlı Devleti’ne ödediği cüzi bir ücret karşılığında elde etmişti. O sırada güçlenmekte olan Alman İmparatorluğu’nun diplomatik gücünü kullanmasının yanı sıra Humann, Gigantomakhia Frizi’nin gerçek değerini Osmanlı bürokrasisi mensubu dostlarından saklamış gibi görünüyordu. Tarihçi Suzanne Marchand’ın aktardığı bilgiye göre, Humann’ın Bergama’dan Berlin’e yaptığı ilk sevkiyat 462 kasadan oluşuyordu ve 350 metrik ton ağırlığındaydı. Humann 1880 yılında, Bergama’daki ilk kazı sezonunun sonunda Gigantomakhia Frizi’ne ait 97 mermer levha ve 2000 kabartmalı parçanın Berlin’e gönderildiğini rapor etti.

Gigantomakhia Frizi’nin özgün planının 135 metre genişliğinde ve 2.30 metre yüksekliğinde olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Humann’ın bu anıtsal frizin yaklaşık beşte üçünü Berlin’e göndermiş olduğu anlaşılıyor. Humann’ın Berlin’e gönderdiği eserler arasında ayrıca, daha küçük boyutlu Telephos Frizi’ne ait 35 mermer levha da yer alıyordu. Yapılan sevkiyatın böylesine büyük olmasına karşın, Humann tarafından ortaya çıkarılan ve Berlin’e gönderilen parçalar eksikti, dolayısıyla yapının özgün rekonstrüksiyonunun yapılması imkansızdı. Sevkiyatın büyüklüğü yerel halk arasında endişeye yol açtıüından, Humann artık öncelik sırası yapmak zorundaydı. Tavan levhalarına ait mimari öğelerden yaklaşık 50 parça ele geçmesine rağmen, Humann bunları Bergama’da bırakmak zorunda kaldı. Bu parçalar bugün hala sunağın temellerinin olduğu alanın çevresinde görülebilmektedir.

Pergamon Sunağı’nın Berlin’deki İlk Rekonstrüksiyonu

Gigantomakhia Frizi, Berlin’deki Altes Müzesi’nde ilk sergilendiğinde halk ve sanat tarihçileri arasında sansasyon yarattı. Yüksek kabartma olarak işlenmiş insan ve hayvan figürlerinin son derece etkileyici betimlemeleri sanat tarihçilerini şaşkına çevirmişti. Bu yeni keşif, Klasik Yunan Sanatının üstünlüğüne dair yerleşmiş fikirleri sorgulamaya neden olmuştu. Pergamon’da bulunan Gigantomakhia Frizi, Hellenistik veya daha geç dönem Yunan sanatına aitti. Avrupalı sanat tarihçilerine göre bu Klasik Yunan Döneminden daha aşağı nitelikte olan bir dönemdi. Gigantomakhia Frizi’nin keşfi sanat tarihi alanında tartışma başlattı. Öncelleri, ilk ‘resimsel’ heykel olarak anılan friz, daha sonra ise “Hellenistik barok” olarak nitelendirildi.

O dönemde yakın zamanda birleşmiş olan Almanya için, Pergamon’da ortaya çıkan bu başyapıt, baskılayıcı bir sembolik rol oynadı. Pek çokları, Hellenistik Pergamon Krallığı’nı, yükselmekte olan Alman İmparatorluğu ve Prusya Krallığı ile özdeşleştirdi. Zeus Altarı’nın, Pergamon kralının MÖ 2. yüzyılda Pergamon’u işgal eden Galyalılar’a karşı elde ettiği zaferin anısına yapılmış bir eser olduğuna inanan pek çok kişiye göre bu tür bir zafer anıtı, yeniden dirilmekte olan Alman İmparatorluğu’nun sembolü haline gelebilirdi. Muhteşem “Pergamon Panorama”sına karşı yapılan bir Yunan zaferi canlandırması ile Almanya’nın 1871 savaşında Fransa’ya karşı elde ettiği zafer kutlanmış gibi görünüyordu. 19. yüzyılda yapılan tüm büyük arkeolojik keşifler gibi, Pergamon da, yeni bir imparatorluk gücünü yüceltmeye katkı sağlamıştı.

Gigantomakhia Frizi’nin ilk rekonstrüksiyonu Berlin’in Müze Adası’nda Fritz Wolff tarafından tasarlanan bir binada yapıldı. 1897 ile 1899 yılları arasında inşa edilen bu müze, Otto Puchstein’ın 1901 yılında tamamladığı Gigantomakhia Frizi rekonstrüksiyonuna ev sahipliği yaptı. Bu “İlk Pergamon Müzesi” 1908 yılında, inşa edildikten yalnızca birkaç yıl sonra yıkıldığından, ilk rekonstrüksiyon ile ilgili olarak yalnızca fotoğraflar, plan ve bir müze rehberinden bilgi alabiliyoruz.

Pergamon Sunağı’nın Berlin’deki ilk müzede yer alan rekonstrüksiyonundan detaylar. Üstteki fotoğrafta Gigantomakhia Frizi’nin 1898-1901 yıllarında Otto Puchstein tarafından tamamlanan güney cephesi görülüyor.

Wolff’un Pergamon Müzesi fikri oldukça basitti. Zeus Altarı’nın podyumunu, müzenin orta kısmında, yeni malzemeler kullanarak, özgün plana yakın bir biçimde yeniden inşa etti. Gigantomakhia Frizi’ne ait mermer levhalar bu podyumun dört kenarı boyunca yerleştirildi. Müzenin planına bakıldığında, sanatçı sanki yeniden inşa edilmiş bu eseri, neoklasik üslupta bir müzenin içerisine yerleştirmiş gibi, bina içinde bina izlenimini veriyordu. Wolff’un bu modern mimari rekonstrüksiyonu, ziyaretçinin özgün heykellerin önemini daha iyi anlamasına yardımcı olmak için yapılmıştı. Pergamon’dan gelen eserlerin rekonstrüksiyonları ve sunumlarının tarihsel gelişimine baktığımızda bu ilk müzenin, ziyaretçilerin Gigantomakhia Frizi’nin tamamının çevresinde dolaşabilmesi ve kompozisyonun orijinal sıralamasını anlaması açısından tek örnek olduğunu görüyoruz. Wolff’un Pergamon rekonstrüksiyonu bilimsel açıdan özenli bir sunum olsa da, eseri belirli bir uzaklıktan görmeyi bekleyen müzenin emperyal hamilerini etkilemeyi başaramadı. Özellikle Kaiser II. Wilhelm müzenin bu gösterişsiz sunumundan dolayı hayal kırıklığına uğramıştı. 1908 yılında yıkılan ilk Pergamon Müzesi yerini bugünkü müzeye bıraktı.

Pergamon Müzesi: Tasarımlar ve Tartışmalar, 1907-1930

Bugünkü Pergamon Müzesi, 1907 ile 1930 yılları arasındaki uzun ve ağır bir süreç sonunda ortaya çıktı. Müzenin özgün planı, Berlinli ünlü mimar Alfred Messel tarafından tasarlandı. Kafasında üç kanatlı bir evrensel müze canlandıran Messel, “üslup-odaları” olarak adlandırdığı bir dizi oda tasarladı. Bu, her odanın medeniyet tarihindeki belirli bir dönemin sanatsal ve mimari öğelerine yer vermesi anlamına geliyordu. Bu odalarda dolaşan ziyaretçi, tarihte bir gezintiye çıkmış olacaktı. Pergamon Müzesinin sahip olduğu en değerli eser Gigantomakhia Frizi olduğundan, Messel Zeus Altarı’nın yer alacağı odayı yeni müze kompleksinin tam merkezine yerleştirdi. Wolff’un tasarımının aksine, Messel rekonstrüksiyonunda sunağı orijinal planına uygun tasarlamadı. Yalnızca batı cephesinin rekonstrüksiyonuna yer veren Messel, odanın büyük kısmını boş bırakarak, ziyaretçilere etkileyici bir Pergamon perspektifi sundu.

1920’li yıllarda, Pergamon Müzesinin inşası Berlin’de sunağın ve müzenin diğer sergilerinin nasıl tasarlanacağı gibi konularda pek çok tartışmanın ortaya çıkmasına neden oldu. Berlin’in bu “Müze Savaşları” döneminde birbiriyle çakışan iki görüş ortaya çıktı. Bunlardan ilki, özgün tasarımda olduğu gibi, sanat ve kültürü tarihinin bir dizi “üslup odaları” içerisinde sunulmasıydı. Alman arkeolog Theodor Wiegand’ın (1864-1936) ortaya attığı ikinci görüş ise, devasa bir eski eserler müzesi – kendi deyimiyle “antik çağ mimarisi müzesi” yapılmasıydı. Hararetli tartışmalar ve Weimar Cumhuriyeti Döneminde Berlin’in kültürel bürokrasisi içerisindeki çeşitli entrikalar sonucunda Wiegand’ın görüşü üstün geldi.

Theodor Wiegand’ın Miletus Agora Kapısı: Kitleler İçin Bir Gösteri

Wiegand kariyerine bir arkeolog olarak başladı. Carl Humann’ın ölümünün ardından, Miletus, Didyma ve Pergamon’daki kazıları yöneten Wiegand, ayrıca Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında bulunan arkeolojik eserlerin Berlin’e gönderilmesi gibi konularda görüşmeler yapmak üzere İstanbul’daki siyasi irtibat olarak Humann’ın yerine geçti. Birinci Dünya Savaşı sırasında, girişimci bir kişi ve bir propaganda ustası olan Wiegand, 1920’li yıllarda Berlin’in arkeolojik alandaki yapılanmasını kontrol altına almayı başardı.

Klasik filoloji alanında eğitim almış eski nesil arkeologlardan farklı olarak, Wiegand müze için yeni bir hedef kitlenin ortaya çıktığını anlamıştı. Müzedeki eserlerin fotoğraf ve film olarak kopyalarının oluşturulması, ikonik bir imge yaratılmasında, bilgilenmiş müze ziyaretçisi deneyimi kadar önemli tutulmaya başladı. Wiegand’ın antik çağ eserlerini etkileyici ve grafik bir biçimde sunma arayışında, “antik çağ mimarisi müzesi” fikrinin kökleri Almanlar’ın arkeolojik alandaki geleneklerinden gelmiyordu.

Milet Agora Kapısı’nın bugünkü Pergamon Müzesindeki sunumu.

Başka bir deyişle, Wiegand arkeoloji müzesi kavramı mantığını tersyüz etti. Ona göre, müzenin görevi yalnızca kazılarda ortaya çıkarılan arkeolojik eserlerin, tarihin kanıtı veya antik çağ sanatının örnekleri olarak sergilenmesi değildi. Wiegand tüm dikkatini müzede “antik çağ mimarisi”nin görkemli bir sunumunu yaratmaya verdi ve arkeolojik eserleri, antik çağın teatral bir görüntüsünü oluşturmak amacıyla kullandı.

Wiegand’ın Miletus Agora Kapısı rekonstrüksiyonunun ve Pergamon Müzesindeki karşılaştırmalı mimari odalarının düzenlemesinin bir analizi, Wiegand’ın müzede ağırlıklı olarak kurgusal mimari bütünlerin görsel açıdan hoşa giden bir kompozisyonunu aramakta olduğunu gösterdi. Alman Arkeoloji Enstitüsü arşivlerinden günümüze ulaşan bazı fotoğraflar, arkeolojik parçalardan nispeten küçük bir kısmının tuğla ve çimento ile karıştırıldığı, daha sonra çelik ile güçlendirilerek stucco (yalancı mermer) ile kaplandığı, böylece “antik çağ mimarisi” benzeri bir bileşik ürün elde edildiği süreç hakkında kısa bir bakış sunarlar. Wiegand’ın kısmi Miletus Agora Kapısı rekonstrüksiyonu, aslında, nispeten önemsiz, faydacı bir yapıdan alıntılar yaparak, etkileyici bir başyapıt yarattı.

Wiegand’ın arkeolojik rekonstrüksiyonları, Almanlar arasında popüler olsa da, dönemin eleştirmenleri tarafından fazla beğeni toplamadı. Onlara göre, antik eserlerin “imitasyonlarının” müzede özgün eserler gibi sergilenmesi tartışmalı bir konuydu. Sanat eleştirmeni Karl Scheffler (1869-1951), 16926 yılında, Zeus Altarı’nın sahte olduğunu iddia edecek veya halkı yanlış yönlendirecek kasti bir sahtecilik olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. Wiegand bu eleştiriye, müzenin amacının gerçek eserleri yeniden oluşturmak değil, onları yeniden üreterek ziyaretçilere eserleri antik çağda geziyormuş hissini yaşatmak olduğu şeklinde yanıt verdi. O, “insanlar için yaşayan bir müze” yaratmayı arzuluyordu.

Böylece, 20. yüzyılın ilk yıllarında Pergamon Müzesinin değişimi, modern müzeler tarihine büyüleyici bir örnek sundu. 1907 yılında ilk tasarlandığında, Pergamon Altarı Odası, Gigantomakhia Frizi’ne ait orijinal heykelleri izlemek için yapılan, bir tiyatro sahnesi gibi işlev gören, hayal ürünü bir zeminden ibaretti. İlk tasarımı takip eden 20 yıllık süreç içerisinde, Pergamon’un bu imgesel dekoru “özgün” bir esere dönüştü. 1920’li yıllarda, Wiegand’ın kitleler için bir müze yaratma fikri, bir dizi üslup-odaları (tarihsel üsluplara ayrılmış odalar) şeklinde düzenlenen müzenin, mimarinin odak noktası olduğu bir müzeye dönüşmesine neden oldu.

Zeus Altarı’nın Berlin’deki hikayesi 1930’da sona ermedi. Pergamon Müzesi 1945 yılında Müttefiklerin bombalamaları sırasında büyük hasar gördü. Savaş sonrasında, Gigantomakhia Frizi’ne ait orijinal mermerlere, Sovyet Kızıl Ordusu tarafından savaş tazminatı olarak 10 yıllık süre boyunca el konuldu. Değerli heykellerinden yoksun kalan ve paramparça olan Pergamon Odası, Doğu Almanya Hükümeti tarafından restore edileceği tarihe kadar, 10 yıllık süre boyunca Berlin’in kalbinde bir savaş harabesi olarak kaldı. Bugün, Zeus Altarı Odası, Müze Adası’nın yenilenmesini öngören planlarda merkezi bir rol oynuyor. Almanya tarihindeki her yeni dönem, bu antik çağ eserinin modern tarihine yeni bir perde eklemeye devam ediyor.

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER