Sunay Akın ile Oyuncaklar ve Arkeoloji Üzerine

Sunay Akın’ın arkeolojiye olan ilgisinin sadece bu dizelerden oluştuğunu sanıyorsanız, ne yazık ki büyük ustayı tam anlamıyla tanımamışsınız demektir. Eğer tanrı Apollon’un aşkı Defne ile Amerikalı astronotlar arasındaki bağlantıyı biliyorsanız, evet siz iyi bir Sunay Akın takipçisisiniz.

SUNAY’IN HARİKALAR DİYARI

Bir dostun sıcaklığına
öylesine
yaslamak istiyorum ki başımı
ya omzunu uzat sevgilim
ya da telleri kopuk
bir kemanı

Kanadının altına sığınacak
bir kuş arayan
eskimiş saçak gibiyim sensiz
ya da bütün balinaların
kıyıya vurup
intihar ettiği
bir deniz

Bir hitit çanağıyım
toprağa gömülü
ve sen
ilk kazısını yapan
bir arkeolog ürkekliğiyle
ellerinin arasına
al beni

Tek dileğimdir çünkü benim
sana yakın bir sunay akın        

Antik Acılar Kitabı

 Uzun asfalt yolun sonundaki Arnavut kaldırımlı sokak, her zamanki gibi güne erken başlıyor. Nedeni sokağın sonunda yer alan köşkte, dünyanın çeşitli noktalarından bir araya getirilen oyuncaklarla çocuk tarihinin anlatıldığı İstanbul’un yegâne Oyuncak Müzesi’nin bulunması. Alacahöyük’te olduğu gibi iki aslan değil; ama iki zürafanın sizi karşıladığı Müze, yüksek apartmanların arasında bir zaman kapsülü olarak adeta zamana direniyor. Küçükken dinlediğimiz masallarda şekerden yapılmış evler vardı ya hani; rüya gibi, işte öyle bir yer İstanbul Oyuncak Müzesi. Ve bu harikalar diyarı İstanbul’a hediye edildiğinden beri, çocukları ve çocuk yanlarını içinde bir yerlerde saklayan büyükleri kendisine çekiyor.

İtiraf etmeliyim ki; İstanbul Oyuncak Müzesi’nde kendinizi, sürekli doğum gününü kutlayan küçük bir çocuk gibi mutlu hissediyorsunuz. Bu büyüye teslim oluyorum ve bir süre sonra kendimi, Müze’nin kendi gibi huzurlu olan Kafe’sinde buluyorum. Her köşesinde başka bir ayrıntının olduğu duvarları incelerken, hiçbir zaman, kaybetmediği heyecanlı görüntüsüyle Sunay Akın geliyor. Sanırım; O’nun yazdığı her kelimenin ya da yaptığı her çalışmanın bu kadar güzel olmasını sağlayan da heyecanı. Emerson’un dediği gibi “Yapılırken heyecan duyulmayan işler başarılamaz”. Kalemiyle; arkeolojiye belki de hiç görmediğimiz bir pencereden bakmamızı sağlayan Usta’yla kültür politikaları, arkeoloji, müzecilik; ama aslında hayatın kendini konuştuğumuz sohbete konuk olmak isterseniz, işte size Sunay Akın’ın yarattığı harikalar diyarı…

Aktüel Arkeoloji      : Arkeolojiye olan yakınlığınızı yazdığınız kitaplardan ve söyleşilerinizden biliyoruz. Arkeolojiyle aranızdaki bu bağ nereden geliyor?

Sunay Akın               : Bu bağ; İstanbul’a ilk geldiğim gün ziyaret ettiğim yerle bağlantılı. Ben, çocukları daha iyi eğitim alsın diye Trabzon’dan çıkıp İstanbul’a gelen bir ailenin çocuğuyum. Babamın, ben henüz 10 yaşındayken, ailesini İstanbul’a getirmesinin nedeni; Trabzon’da eğitim olanaklarının son derece sınırlı olmasıydı. Benim babam, para kazanmak, zengin olmak için İstanbul’a gelmedi. Tek arzusu çocuklarının iyi bir eğitim alması, üniversitede okumasıydı. Bunu yapmadan önce, yani ailesiyle birlikte İstanbul’a taşınmadan önce, 5 yıl boyunca her yaz tatilinde bizi bir aylığına İstanbul’a getirirdi. “Çocuklarım İstanbul’u tanısın” düşüncesiyle yaptı bunu. Ben 6 yaşında ilk kez İstanbul’a geldiğimde, babamın bizi İstanbul’daki ilk günümüzde götürdüğü yer neresiydi biliyor musunuz: İstanbul Arkeoloji Müzesi. İşte bu nedenle benim için İstanbul, her zaman Arkeoloji Müzesi’ndeki eserlerdir. O günden itibaren “İstanbul” denince aklıma gelen ilk görüntü; o arkeolojik eserlerdir.

A.A: Sizin için; Arkeoloji ve Müze, aileden gelen eğitimin bir parçası diyebilir miyiz?

S.A: Çok doğru. Tarih ve arkeoloji sevgisi ve bunu sağlayan babam ilkokul mezunu biliyor musun? Çünkü o bir Cumhuriyet aydını, Cumhuriyet çocuğu. Bu sevgi bana babamdan, babama da Cumhuriyetten geçti. Babam radyo dinler, gazete okurdu. Demek ki; o dönemde radyolarda neler anlatır neler konuşulurdu anlayın işte.

A.A: Bir kültür politikasından ve onun sonuçlarından bahsediyoruz…

S.A: Kesinlikle! İşte cumhuriyetin insanlara verdiği değerler. Bir düşünelim; bankalara bile Eti Bank, Sümer Bank adını koymuş Cumhuriyetin kurucusu. Bu bir rastlantı mıdır? Bu; kültür politikasıdır. Bakın bu gün politikada kullanılan bir söylem var: Alt kimlik, üst kimlik. Bana yurtdışında soruyorlar “Orijininiz nedir?” diye. Tek bir yanıt veriyorum: HİTİT. Arkasından da ekliyorum: “içinden”. Demek ki; Cumhuriyetin ışığında yetişen ilkokul mezunu babamda bile Tarih ve Arkeoloji sevgisi çok yoğun bir şekilde vardı.

A.A: Bu düşünce sisteminin oluşmasını sağlayan nedir sizce?

S.A: Bunun nedeni; Cumhuriyetin kazandırdığı Anadolu kimliğidir. Gazi’nin, Kurtuluş Savaşı’nın ardından yabancı bir gazetecinin savaş hakkındaki sorusuna, “Hektor’un öcünü aldım!” demesi bir rastlantı değildir. (A.A. : Bu konuda okurlarımıza küçük bir hatırlatma yapmak isterim; 1915 yılında Çanakkale önlerine gelen düşman gemilerden bir tanesi; adını, binlerce yıl önce yine bu sahilleri işgal etmek için gelen Akha Kralı Agamemnon’dan almıştı. Garip bir tesadüf olmalı(!)) . Bir diğeri ise, duyduğumda beni çok etkilemişti: Gazi, Sakarya Meydan Muharebesi sırasında; savaşı yönetirken bir an duruyor ve yanındakilere ne diyor biliyor musun? Bir Hitit Müzesi kurmalıyız. Oysa savaş daha devam ediyor. Ne olacağı belli değil. Ama O’nun kafasında bir Hitit Müzesi var. İşte Cumhuriyet ve işte O’nun düşünce şekli…

A.A: Bahsettiğimiz düşünce sistemi içinde arkeoloji ve müze bir toplumun gelişimi için ne anlam ifade ediyor?

S.A: Müze aydınlanmacıdır. Demokrasi; bir topluma, müzelerden verilir. Anadolu’daki bu arkeoloji sevgisi; demokrasi sevgisidir. Aydın olmak; kartvizitlerde adlarımızın önüne koyduğumuz unvanlarla paralel değildir. Bir ülkede demokrasinin var olup olmadığının ölçüsü; o ülkenin müzelere ve Arkeoloji’ye verdiği değerle birebir doğru orantılıdır. Bugün; Efes antik kentinde antik çağa ait 20 bin kişilik bir tiyatro var. Bu antik kentin; o dönem nüfusu ne kadar? Yaklaşık olarak o kadar. Yani; neredeyse bütün bir kenti içine alacak kadar büyük bir tiyatro salonu yapmışlar. Bugün Efes’in bulunduğu İzmir’in Selçuk ilçesi. Selçuk’un nüfusu yaklaşık 30 bin. Tiyatro salonu yok! Dünyaya bir gök taşı çarpsa, insanlık denen uygarlık yok olsa, yıllar sonra uzaylılar dünyaya gelseler; öyle ya, tanımaya çalışıyorlar dünyayı, “Burada acaba eski bir uygarlık var mı?” sorusuna yanıt bulacaklar. Efes antik kentini de bulsalar, Selçuk kasabasını da bulsalar… Bakarlar ki; birinde, şehri içine alacak kadar büyük bir tiyatro salonu var, diğerinde; tiyatro salonu yok. Uzaylılar, Uygarlık çizelgesinde hangisini ileriye, hangisini geriye koyarlar? Arkeoloji sevgisini ve demokrasinin gelişimini bundan daha güzel bir örnekle anlatamam sanırım.

A.A: Ülkemizde arkeolojinin önemi tam olarak algılanabildi mi?

S.A. İnsan iki şeyi ilk elden alır: İnancı ve etnik özelliği. İkisi de güzeldir; çünkü bunlar kültürleri oluşturur. Bunların ramazan pidesi vardır, paskalya çöreği vardır, türküleri, kıyafetleri, folkloru, mimarisi vardır da vardır. Ama ilk elden aldığımız bu değerler üzerine politika yapmak da ilkelliktir. Türkiye’nin yaşadığı yakın tarih de budur. Son 50-60 yıl… Bu nedenle; Türkiye’de arkeolojik kazılar belediyelerin; İstanbul’da İSKİ’nin, İGDAŞ’ın dozerleriyle başlıyor. Arkeolojinin kendi alanında çalışma yapmak isteyenlere “Para yok!” deniliyor. Önü kapatılıyor. Ama ihale ile alınan bir çalışmada dozer bir yeri açarken eski eser çıktığında “Hay Allah!” diyor bir defa oradaki müteahhit. “Eyvah işler uzadı kahretsin, gelin kaldırın!” diyor. İşte bu ülkede bu kadar demokrasi olur. Çok renkli, çok kültürlü toplumda demokrasi istiyorsan, politika yapmak istiyorsan, hayatı derinleştireceksin. Yani arkeolojiye, kültürel çalışmalara, kültür politikalarına ilk sırayı vereceksin. Türkiye’nin bütün yaşadığı sıkıntılar, televizyon haberlerinde izleyip rahatsız olduğumuz olaylar, aslında doğru kültür politikalarıyla çözülebilecek olaylar. Nohut nohut olsun, fasulye fasulye olsun, buğday buğday olsun, incire incir diyelim, kayısıya kayısı diyelim; ama hepsinin bir araya gelip karıştığı aşurenin tadı bozulmasın. Bunun için de, bir Hitit kazanına ihtiyacımız var. Demokrasinin ve arkeolojinin önemini anlatabiliyor muyum? Vatan sevgisi, ülke sevgisi, gerçek milliyetçilik; ülkede, arkeolojiye verilen değerle ölçülür. Başka hiçbir şey değil. Bir ülkede arkeolojiye, arkeologlara, bilimsel kazılara, çalışmalara ne kadar değer veriliyorsa, fon ayrılıyorsa o ülkede o kadar demokrasi vardır.

A.A: Müze kültürümüz sizce ne düzeyde? Sadece yapısal anlamda değil; düşünce dünyamızdaki yeri de sorgulanmalı sanırım…

S.A. Şimdi biz, hafızası belli olmayan bir toplumuz. Koruyamıyoruz. Neden? Şimdi biz ağaçlarımızı koruyamıyoruz. Bırak tarihi eserlerimizi, denizlerimizi koruyamıyoruz. Arkeolojik bir eser neyse; deniz de o, ağaç da o. Genelde; baktığımız zaman, korumacılık konusunda eksiklerimizin çok olduğunu görüyoruz. Zayıf olduğumuzu görüyoruz. Denizlerimiz kirlendi, yeşil alanlarımız yok oluyor. Antik kentlerimizi koruyamıyoruz, barajlar kuruyoruz üstüne; yanlış enerji politikalarıyla. Koruyamıyoruz. NEDEN? Çünkü bir topluma korumacılık düşüncesi müze koridorlarından yayılır. Bütün bu olaylar Almanya’da olabilir mi? Olmaz, OLAMAZ! Almanya’da Allianoi diye tarihi bir kent çıksa, Alman üstüne baraj yapar mı? Bunun tartışması bile olmaz. Çünkü Alman her gün bir müzeye giderse ömrünün on altı yılını sokağa çıkamadan Almanya’nın müzelerinde yaşar. Yani; korumacılık düşüncesi müzelerden verilir. Müzeleri olan bir toplumda korumacılık hakimdir. Küçümsemiyorum, hatta destekliyorum ama ağaç dikme kampanyalarıyla, denizden çöp toplama kampanyalarıyla korumacılığı anlatamayız. Bunun merkezi müzelerdir. Bir toplum müzeler varsa korumacıdır.

A.A. Sanırım yeterli sayıda ve nitelikte müzemiz olmadığı ortada…

S.A. Finlandiya’nın Tampere kenti 250 bin nüfusa sahip, kuzeyde küçük bir kent ve tam 150 tane müze var. Tampere kenti İstanbul’un Dudullu ilçesi kadar. Bugün, 15 milyonluk İstanbul’da kaç müze var? Müze demek; kültür hizmeti sunan sergilenen eserleriyle o kıvama gelmiş, sergilenen eserlerin nitelikleriyle o ismi almayı hak etmiş ve dahası kültür etkinlikleri sunan mekândır. Bu açıdan bakarsak İstanbul’daki müze sayısı iki elin parmaklarını geçmez. İşte tüm mesele bu!

A.A: İstanbul Oyuncak Müzesi, dünyadaki oyuncak müzeleri arasında ilk 5’te yer alıyor. Bu müzeyi gezen herkes, burada ne kadar çok emeğin olduğunu, ne kadar önemli bir kültür hizmeti yaptığınızı çok daha iyi anlar. Dolayısıyla müzecilik hakkında sizin fikirlerinizin önemli olduğunu düşünüyorum. Ülkemizdeki müzelerin niteliği hakkında ne düşünüyorsunuz. ?

S.A: Üzülerek söylüyorum ki; pek çoğu arkeoloji deposu. Eserleri toprak altından çıkarıp yan yana dizerek müze olmuyor. Müze bu değil. Ama haksızlık da etmek istemem, Türkiye’de yıllarca müzecilik ihmal edilmiş. Müzecilik yapan insanlar, Türkiye’nin en zor koşullarında görev yapanlar arasındadır. Bu nedenle hayatını bu işe adamış insanlar benim için; en saygın insanlardır. Onları rencide etmek asla istemem. Şu anda Kültür ve Turizm Bakanlığı, Müzeler Genel Müdürlüğü bütün iyi niyeti ve gayretiyle çok güzel şeyler yapıyor. Müzeciler benim arkadaşlarım, onları çok seviyorum. Zaten onlar da aynı sıkıntıları dile getiriyor. Çok, çok zor koşullarda çalışıyorlar.

A.A. Peki bir yazar olarak sizce; aydınlar ve sanatçılar bu konuda gerekli desteği veriyor mu?

S.A. Asıl sıkıntılı nokta da bu. Müzeciler ve arkeologlar gereken desteği sanatçılardan göremiyorlar. Ben müzeci değilim, arkeolog da değilim. Ama ben müze severim, arkeoloji severim. Benim kimliğim edebiyatçı. Ben şair - yazarım. Ama edebiyatçı ve şair yazar olarak; dünyanın dört bir yanına gitmiş, binlerce müze gezmiş biri olarak bu ülkede müzeciliğin ne olması gerektiğinin ışığını ben taşımayacağım da, bu ülkeye kim taşıyacak? Binlerce müze gördüm. Hayatımda en mutlu olduğum anlar müzede geçirdiğim saatler, en sevdiğim mekânlar da müzelerdir. Paris’te, Eiffel Kulesi’ni dördüncü gidişimde gördüm. Umrumda bile değil Eiffel Kulesi! Daha önceki üç gidişimde müzelerdeydim. Hala da öyle; müzeler, sahaflar, antikacılar… Antikacılar çarşısı da müzedir; çünkü gündelik hayatın tarihi oradadır. Hollanda’da çok güzel bir antikacı var. Ne satıyor biliyor musunuz? Sadece eski tıp araç gereçleri satıyor. Tıp tarihi var orada. Hiçbirimizin göremeyeceği objeler var. Şimdi; ben, bunları keşfettim. Bu birikimi, bu ışığı, avuçlarımda topladım. Bunu Türkiye’ye yaymaya ve taşımaya çalışıyorum. Ne yapıp yapamadığıma bir yargıç karar verecek; o da ZAMAN. Ama benden sonra karar verecek; çünkü sıra bende. Daha onun konuşmaya hakkı yok! Benim hakkımda iyi şeyler söylenmesi için yapmıyorum bunları. Benim taşım cilalı olmasın; düzgün olsun yeter. Zaman karar verecek ne kadar parlak olup olmadığıma. Bir öz eleştiri yapalım. Bir ülkeye müzenin önemini, gerekliliğini şairler yazarlar anlatmayacak da kim anlatacak? Nerede şairler yazarlar?

A.A. Anlatmışlar mı sizce?

S.A. Göremiyorum. Benim olmam marifet değil. Ötekiler nerede? Frankfurt Kitap Fuarı’na her yıl giden şair ve yazarlar, kaç tane müze gezmiştir sanıyorsunuz? Ben bu sorunun yanıtını biliyorum, onun için soruyorum. Ya da kaçı umursamıştır, yüreği ile koşmuştur müzelere? Gelmişken görelim. Yüreğinle koşmak heyecanlanmak başka bir şey. Onlarca kez görmeme rağmen, uçağa bindiğimde gideceğim müze için heyecanlanırım hala; çünkü mutlaka bir değişiklik, yeni bir sergi vardır. Bizdeki müzeler, depo gibi atıl kalmış. Müze bir metindir. Nasıl ki bir sinema filmi çekmeden önce bir senaryo gerekiyorsa, müzenin de bir senaryosu olmalıdır. Şimdi bu konuda kim yardımcı olacak müzecilere? Burada, kendine sanatçı diyen şairler, yazarlar, ressamlar, müzisyenler; yani bizler ön ayak olacağız. Burada kar makinesi biziz, yolu biz açacağız.

 

A.A: Aydınların ve sanatçıların bu konuda sorumluluklarını hatırlamaları gerekiyor, öyle değil mi?

S.A. Aynen öyle. Aydın olmak. Bu heyecan, sevgi bizden gelmeyecek de topluma nereden gelecek? Hangi kaynaktan gelecek bu su? Bu nedenle; müzecilik ve arkeoloji konularındaki bu uzaklık artık yeter.

A.A. Aydınlık bir geleceğin, ülkenin sahip olduğu müze sayısıyla eşdeğer olduğunu söylüyorsunuz?

S.A. Kesinlikle efendim. Şimdi Avrupa’da mı demokrasi daha güçlü, bizde mi? Avrupa’nın mı ekonomisi güçlü, bizimki mi? Avrupa bizden daha gelişmiş. Peki soruyorum. NEDEN? Birliğe üye olmak istediğimiz Avrupa ülkeleri önce zengin olup sonra mı müzelerini kurdu; yoksa müzelerini kurup her adımı bilgi dolu aydınlanmanın ışığında yürüyerek, o koridorlardan geçerek mi bugünkü güce ulaştılar? Louvre Müzesi koridorlarının uzunluğu 13 km. D’Orsay Garı kapatıldı. Ne oldu? Müze. Haydarpaşa ne olacak? Akla gelen yegane şey otel ya da kongre merkezi. Kimsenin aklına müze yapmak gelmiyor. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin yeri Haydarpaşa Garı’dır. Neden? Çünkü Haydarpaşa Garı Anadolu’nun gardrobudur, Anadolu’ya açılan kapıdır. İstanbul’u İstanbul eden de Anadolu medeniyetleridir. İstanbullu bunu bilir. Bu nedenle Haydarpaşa Garı’na trenle gelen bir Anadolulu, merdiven çıkarak girmez İstanbul’a, merdivenlerden iner. İstanbul bilir, Anadolu üstündür. Büyük medeniyetler vardır orada. İstanbul, alçak gönüllü bir şehirdir. İstanbul hiçbir zaman; “Biz yedi kuşak İstanbulluyuz” diyen; burnu büyüklerin kenti olmamıştır. Gerçek İstanbul’dan söz ediyorum. Bu nedenle; bir hayalim de Haydarpaşa Garı’nı bir Anadolu Medeniyetleri Müzesi haline getirmektir; Antik Çağdan başlayıp günümüze kadar gelen tarih çizgisinde…

A.A. Müze binaları ve tarihi yapıların bu amaçla kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz?

S.A. Var olan tarihi bir eser içine müze kurmak çok doğru değil. Tarihi mekânlar müze olarak kullanılmalıdır; ama daha çok tematik müze olarak kullanılabilir. Örneğin; benim aklımda Kurbağa Müzesi var. Bir yazar kendini anlatırken şöyle başlamış: bir yaşındayken kurbağadan korktum. Orhan Veli. Sabah serenat çeker kurbağalar. Ona şiir yazan kim? Tevfik Fikret. Öpülünce prens olan kurbağaya dek… Bu tür müzeler için; eski tarihi binalar kullanılabilir; ama Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nden söz ediyorsak, bu kadar mükemmel eserleri, var olan bir hacim içine koymak yerine, mimarisiyle özgün bir müze yaparak orada sergilemek doğru olandır. Ankara’ya başlı başına bir müze kurmak gerekir. Haydarpaşa Garı, tarihi eserdir. Müzeyi orada kurmayacaksınız. “Haydarpaşa Garı Anadolu Medeniyetleri Müzesi olsun” dememle çelişmez bu düşüncem. Haydarpaşa Garı U şeklinde bir bina. Arkası bomboş. Oraya kalıcı olmayan çelik ve cam konstrüksiyon kullanarak müzeyi arkaya doğru büyütebilirsin. Haydarpaşa Garı, müzenin sadece kapısı olur. Zaten, Haydarpaşa’nın koridorları yetmez ki müze olmaya. D’Orsay Müzesini görenler ne demek istediğimi anlayacaktır. Asıl olan, müzenin metninin yazılmasıdır. Bu yüzden; biz edebiyatçılar, konuya el atmalıyız diye düşünüyorum. Bizim katacağımız çok şey var. Benden başka kim var tartışılır da… Ama ileride olacaktır. Biz kar makinesiyiz.

A.A: Son dönemde gezdiğiniz müzelerden hangisini beğendiniz?

S.A. Çorum’daki Arkeoloji Müzesi’ni çok beğendim. Alacahöyük Kazısı çok önemli bir kazı, tabi buradan çıkan eserler de.

A.A. Yazılarınızda, söyleşilerinizde Hitit’e vurgu yapıyorsunuz. Hitit’i sizin için bu denli özel kılan nedir?

S.A. Biz, Koç’un yaptığı Anadol arabalarla büyüdük. Onun simgesi Hitit geyiğiydi. Sonra, Eti bisküvileri ile büyüdük. Simgesi Hitit Güneşiydi. Benim çocukluğumda; bisküvide bile arkeoloji vardı. İşte bu; bir kültür politikasıdır. Şimdi biz neredeyiz? Ben bir Hitit çocuğuyum. Benim kendimi Hitit olarak tanıtmamın nedeni bu. Ama sadece Hitit değil. Mesela Apollon hayranıyım. Apollon, Anadolu demektir. Apollon’a sahip çıkmadık. Amerika uzaya gönderdiği roketlere Apollo (Apollon’un Latincesi Apollo’dur.) adını verdi. Apollon’u anlayamazsan, bu bilgiyi alamazsan, küçümsersen, sahip çıkmazsan, uzayda yerin yok senin. Uzaya giden yol nereden geçiyormuş? Arkeolojiden geçiyormuş. Arkeolojinin ne demek olduğunu anlayamıyorsan, ona gereken önemi değeri vermiyorsan, uzayda yerin yoktur. Oysa Amerika’nın uzaya gönderdiği roketlerde de Apollo adı yazıyor.

A.A. Arkeoloji sevginiz ve bilginiz eserlerinizde sizi nasıl besliyor?

S.A. Ben; arkeolojiyi, bir edebi eser ortaya çıkarırken, renk olarak kullanıyorum. Ressam paletinde, bir renk olarak duruyor arkeoloji. Yoksa başlı başına arkeoloji, haddim değil. O kadar güzel kitaplar var ki, ben onlardan beslenip bir Sunay Akın metni oluşturmak için tarihten, coğrafyadan, felsefeden, psikolojiden nasıl yararlanıyorsam, arkeolojiyi de mutlaka paletimde tutuyorum. Edebiyat yapmak, bunlardan bir senfoni oluşturmaktır. Arkeolojiye tek başına bir enstrüman olarak hakim olmak, bambaşka bir sanat.

A.A. Arkeoloji, paletinizdeki hangi renk?

S.A. Bordo

A.A. Neden Bordo?

S.A. En sevdiğim renklerden biridir. Trabzonluyum. Güneş bizim orada bordo batar. Belki de en önemlisi, babam bir terzi ve annem O’na bordo renkli bir ceket diktirmek için dükkana gittiğinde tanışıyorlar. Bu yüzden bordo... (Söz konusu ceket İstanbul Oyuncak Müzesi’nin girişinde sergileniyor)

A.A. Sizinle daha önce yaptığımız sohbet sırasında Antik Dönem oyuncakları üzerine çalıştığınızı söylemiştiniz.

S.A. Ben şunu tespit ettim: Arkeolojik çalışmalar sırasında çıkan pek çok oyuncak ya da minyatür, “heykelcik” diye kaydedilmiş. Başlı başına oyuncak konulu bir arkeoloji müzesi düşünüyorum. Bugün fırsatım olsa “çocuğun tarihini” anlatan “Arkeolojide Çocuk” konulu bir müze kurmak isterim. Her şeyiyle çocuk olmanın tarihi… Çocukluk; kazasız belasız atlatılması gereken, “Bir an önce büyüsün, iyi bir eğitim alsın” diye düşünülen bir süreç bizde. Oysa çok yanlış, geleceği şekillendiren var eden hep çocukların hayalleridir.

A.A: Hıncal Uluç “Kapıyı Anahtarla Açmak” kitabında, sabah kahvesini içerken Kraliçe Sophia Müzesi'ndeki hediyelik eşya bölümünden aldığı kahve fincanını uzun uzun seyrettiğini anlatır. Çünkü üzerinde belki de dünyanın en ünlü tablolarından Guernica vardır. Müzelerin hediyelik eşya bölümleri, kültürel hizmetin önemli bir parçası. Bu müzenin kurucusu ve dünyada pek çok müzeyi gezmiş biri olarak; müzelerdeki hediyelik eşya kültürü hakkında ne düşünüyorsunuz?

S.A. Ne yazık ki müzelerin hediyelik eşya bölümleri çok zayıf. Oysa Avrupa tıklım tıklımdır. Bizde müze gezme kültürü olmadığı için ya da yeni yeni başladığı için diyelim; müzelerden hediyelik eşya alma, oradaki bir objeye sahip olma heyecanı bizde yok. Yeni yeni başlayacaktır. İstanbul Oyuncak Müzesi’nin hediyelik eşya bölümüne bin bir özenle koyduğum objeler hak ettiği ilgiyi görmediler. Ama bu kültür oluşacaktır. Ne kadar müzemiz var ki zaten; bu sevgi, öğreti insanlara yayılsın. Benim evim, odam bu tür Avrupa’daki müzelerin hediyelik eşya bölümlerinden aldığım objelerle dolu. Asıl olan doğru müzeleri kurmak. Müzecilik, bekçilik değildir. Depoculuk değildir. Bir müzeye gelen insan, oraya tekrar gelme arzusunu hissetmeli. Çok etkilenmeli. Özlemeli orayı. Ama bunun için de doğru müzeleri kurmalıyız. Fikir olarak, doğru metin olmalı. Oyuncak Müzesi’ne haftada 2-3 kez gelen ve buradan evine gidenler var. Merak ettim ve sordum birine: Neden? “Burada ruhumu yıkıyorum. Sonra da eve gidip duş alıyorum” dedi. Böyle müzeler kurmalıyız. Victor Hugo der ki: “Ey şair; bana yağmurdan bahsetme, yağdır”. Bu da onun gibi bir şey. Ben yağdırırım, nasıl olması gerektiğini anlatamam. Bir şiiri anlatmak gibi… Oysa asıl olan şiirdir. Anlatılmaz ki! Herhangi bir konuda, bir müzeyi kurarım. Metnini, objelerin nasıl konulması, nasıl bir gezi düzeni içinde olması gerektiğini her şeyiyle kurarım. En büyük arzum boş bir araziye mimarisiyle o konuda uzmanlarıyla oturup, orada bir metin yazmak, onu oluşturmak.

A.A: Pek çok kişi gibi tarih ve arkeolojiyle ilgili çok ilginç bağlantıları sizin kitaplarınızdan öğrendim. Pek çok konuyu bir potada eritiyorsunuz. Arkeoloji de bunlardan biri…

S.A. Arkeoloji, bildiğiniz gibi Edebiyat Fakültelerindedir. Neden? Edebiyat Fakültesine baktığında Arkeoloji, Sanat Tarihi, Felsefe, Psikoloji, Sosyoloji, Tarih, Coğrafya gibi pek çok disiplini görürsünüz; çünkü edebiyatçı bütün bu enstrümanları kullanarak onlardan bir senfoni yaratan insandır. Nasıl bir senfoni orkestrasında şef; üflemeli, vurmalı, yaylı çalgıların hepsini duyuyor ve onları yönetiyorsa, edebiyatçının da bu bilimsel disiplinlere hakim olması gerekiyor. Bu nedenle arkeoloji eğitimi almış bir insanın gözünden kaçabilecek ayrıntıları ortaya çıkarmak bana düşer.

A.A: Dünyanın ilk aşk şiirini bir de sizden dinlemek isteriz?

S.A: Samuel Noah Kramer 1951 yılında İstanbul'a geliyor. Sümer tabletleri üstünde çalışıyor. 2461 no’lu tableti inceliyor. İşte o tablet; bir aşk şiiridir. Yazan, yani şair; bir kadın ve bir krala yazıyor. Malumunuz Sümer’de her yıl hasat döneminde toprakların verimli kılınması için Kral, aşk ve doğurganlık tanrıçası İnanna’nın rahibelerinden biriyle evleniyordu. Rahibe, Kral’a aşık oluyor ve bu şiiri yazıyor. Samuel Noah Kramer’in kitabını ilk okuduğumda çok etkilendim. Şimdi bir şey yapmam gerekiyor. İstanbul’da nice aşkların tanığı bir eser var: Kız Kulesi. “Kız Kulesi bir müze olsun” dedim 1992 yılında, dünyanın ilk aşk şiirini oraya koyalım ve tüm dünyaya duyuralım. “Hey, Dünya’nın yazılı ilk aşk şiiri İstanbul’da, Kız Kulesi’nde. İki kıtanın arasında...” Şiir; kıtalardan oluşur ya, ilk aşk şiiri de iki kıtanın arasında bu yüzden. Bunu yapsaydık, Salacak kıyısı Japon turistlerden geçilmezdi. İşte sana turizm. Ama asıl olan kültür politikasıdır. Kültür politikası üretiyorum ben. Ne yazık ki Kız Kulesi, lokanta yapıldı. Ama eminim bir gün; benim bu düşüm gerçekleşecek. Bir gün Kız Kulesi müze olacak ve ilk aşk şiiri orada sergilenecek.

A.A: Siz gündeme getirdikten sonra, bu önemli eser 14 Şubat’ta ayrı bir bölümde sergilenmeye başlandı.

S.A. Çok doğru, tabi bunlardan memnun oluyorum. Benim başlattığım o kadar çok şey var ki. Benim adımı anmasalar da ben memnunum. Ben “Anonim” olayım mühim değil. Işık kaybolmasın. Korumacılık düşüncesinin olduğu yerde ben varım zaten. Önemli olan ışığın kendisi, ışığı taşıyan el değil.

A.A.Avcının değil, aslanların tarihini anlatmayı istiyorum” diyorsunuz. Antik Dönem’e ait aslan tarihini sizden okumak çok keyifli. Sizi bu konuda yeni araştırmalara iten, heyecanlandıran yeni bir konu, bir kitap çalışması var mı?

S.A. Yeni bir kitap hazırlıyorum. İlk bölümde hiç bilinmeyen Çanakkale Savaşı olacak. Okurlarınıza kısaca anlatmak isterim. Yer, Ege Denizi… Theseus, Girit Adası’na Minotaurus adlı öküz başlı canavarı öldürmek için yola çıkacaktır. Babası Kral Aigeus’a, bu tehlikeli görevi başarırsa, dönüş yolunda gemisine beyaz yelken çekeceğini söyler. Theseus, zorlu bir mücadelenin ardından Minotauros’u öldürür. Zafer sarhoşluğu içinde ülkesine dönerken gemisindeki yelkeni değiştirmeyi unuttur. Bunun üzerine kıyıda oğlunun yolunu bekleyen Kral Aigeus, kara bayrağı görür görmez oğlunun başına bir felaket geldiğini sanarak, kendisini denize atıp intihar eder. Bu olaydan sonra denize Kral’ın adı verilerek “Aigeus’un Denizi” dendi. Bu ad zamanla değişerek “Ege Denizi” olmuştur. İşte Ege Denizi’nin adı buradan geliyor. Ege Denizi adını evlat hasretine dayanamayan bir kraldan, bir babadan alıyor. Baba - oğul trajedisinden alıyor.

Ve 1915 yılında Çanakkale önüne gelen işgal gemileri. Amiral Guepret, işgal güçlerinin Fransız Komutanı: “Bana Yüzbaşıyı çağırın” der. “Yüzbaşım, bu Türkler, garanti suya mayın bırakmıştır”. “Git mayınları temizle, bize İstanbul’a giden yolu sen aç. -Bu büyük bir onurdur.- Ve İstanbul’a vardığımızda seni Binbaşı yapacağım. Nişanlı olduğunu biliyorum. Nişanlını da Paris’ten getirip sana İstanbul’da düğün yapacağım” der. Şimdi biz şöyle biliyoruz: Nusrat Mayın Gemisi mayın döşedi. Bunlar gelip mayınlara çarptı. “Affedersiniz ama bunlar suda mayın olduğunu bilmiyorlar mı? Burada bir şey eksik değil mi?”. O sırada bizde bir şüphe. Mayınlar suda mı, değil mi? Cemal Bey diyor ki (Soyadı Kanunu çıkınca Durusu soyadını alacak) “Bir uçakla 300 metre yukarıdan baksak, mayınların suda olup olmadığını anlarız”. Uçak da ne biliyor musunuz? Zamanında Kahire’ye gitmek için havalanan, Kaz Dağları’nda o efsanevi İda Dağı’nda düşmüş bir uçak. Onarılıyor. Uçağa da Japonya’dan dönüş yolculuğunda batan Ertuğrul Firkateyninin adı veriliyor. Şu iç içeliğe bakar mısınız? Mayınların suda olmadığı anlaşılıyor ve Nusrat bir kez daha mayın döşüyor. Ama Amiral Guepret’in elinde rapor: “Mayınlar sudan temizlendi. Tam yol İstanbul” diyor. İşte bu nedenle mayınlara çarpıyorlar. Peki, ne oluyor o an? Amiral Guepret öfkeleniyor. Savaş Mahkemesi’ni kuruyor. Yüzbaşını yargılıyor: “Beni aldattın!” Yüzbaşı: “Hayır, ben görevimi yaptım”. Ne bilsin, Türkler düşmüş uçağı onarmış! Karar diyor, Amiral “İDAM!” Sabah 05.30’da bu geminin grandi direğine asılacaksın. Yüzbaşı tarihe geçmeyi düşünüyordu, Binbaşı olmayı hayal ediyordu. Dahası, nişanlısıyla İstanbul’da evlenmeyi umut ediyordu. Şimdi ise ölüm, birkaç saat ötesinde. Amiral Guepret soruyor. “Mahkumun son dileği?”. Yüzbaşı başını kaldırıyor göz yaşları içinde Çanakkale önü, Ege Denizi üstünde yüzbaşı gözyaşları içinde şunu söylüyor: “BABA”. Ve Amiral Guepret, öz oğlunu Ege Denizi’nde, adını oğlunun ölüm haberine dayanamayarak intihar eden bir babadan alan Ege Denizi’nin üstünde 1915 yılında gemisinin direğine astırıyor. İşte arkeoloji bu. Ben, arkeolojiyi enstrüman gibi kullanıyorum. Benim orkestramda; Arkeoloji birinci keman.

Öykü burada bitmiyor. Sunay Akın’ın yakında çıkacak kitabında da yer alacak öykünün devamını okumak için biraz daha sabretmemiz gerekiyor…

Yunan Mitolojisindeki 9 ilham perisini bilmeyen yoktur. “Müze” sözcüğünün kökeni 9 ilham perisinden (Mousa-Museler) gelir. Ben müzeleri her zaman; en sevdiğim peri olan Kalliope’nin (epik şiirin, destanların ilham perisidir) evi olarak algılıyordum. Bir müzenin, her salonunda başka bir ilham perisinin bulunduğunu ilk kez İstanbul Oyuncak Müzesi’nde hissettim. Tarih perisi Kleio sizi Asker Salonu’nda beklerken, Melpomene ise savaşın tüm trajedisini anlatmak için yanı başında… Uzay Salonu’nda ise, gök bilimi perisi Urania dünyaya ve yakın tarihe biraz da yüksekten bakmamıza yardımcı oluyor.

Ve bu Müze’de Zeus’un güzel kızları Muse’lerin oluşturduğu koronun şefliğini Apollon değil, Sunay Akın yapıyor. Bu güzel korunun birinci kemanı ise Arkeoloji…

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER