Geçmiş Uygarlıklar Kriz Dönemlerinde Ne Yapmışlardı?

Pandeminin bizleri şehirlerin geleceği ile ilgili düşünmeye sevk ettiği bugünlerde, bir kitap geçmiş yükseliş ve çöküşleri inceliyor.

Şehirlerin yükselmesi önüne geçilemez gibi gelebilir ancak binlerce yıl içinde şehirleşme ilerlemiş olduğu kadar geriledi de. “Eğer şehirli maymunlar isek, bu şehirde yaşamaya göre tasarlandığımızdan değil” diye vurguluyor Woolf. Gerçekten de, şehirler türümüzün 300 000 yıllık varlığının sadece %3lük bir bölümünde mevcuttular.

Büyük Mohenjo-daro hamamı. Mohenjo-daro, bugünkü Pakistan sınırları içinde, yaklaşık M.Ö. 2500 civarında inşa edilmiş bir İndus Uygarlığı şehriydi. Credit: DeAgostini/Getty

Antik Şehirlerin Yaşamı ve Ölümü: Bir Doğal Tarih Greg Woolf Oxford Üniversitesi Yayınları (2020)

Şehirler binlerce yıl boyunca güç, zenginlik, yaratıcılık, bilgi ve muhteşem yapılar ürettiler. Aynı zamanda açlık, şiddet, savaş, eşitsizlik ve hastalık da beslediler, bu yıl acı biçimde deneyimlemiş olduğumuz gibi. Koronavirüs pandemisi, sokağa çıkma yasakları dünya nüfusunun yarısının yaşadığı caddeleri boşalttıkça şehir hayatına olan güvenimizi sarstı. Temel ihtiyaç zincirlerinin aslında ne kadar narin olduğu ortaya çıktı ve gelir, destek ve eğlence konularının lokomotifi olan sıkı sosyal gruplar bir tehlike kaynağı haline geldi.

Pandemi bizi şehirlerin geleceğini düşünmeye zorlarken (2100 yılında dünya nüfusunun dörtte üçü şehirlerde yaşayacak olabilir) tarihçi Greg Woolf şehirlerin geçmişini araştırmakta. Woolf’un son kitabı, şehirleşmenin kökenleri ve gelişimine dair iyi araştırılmış ve iddialı bir “doğal tarih”. Woolf bir antik Roma uzmanı; bu şehir antik çağın en yüksek nüfuslu şehriydi- 2000 yıl önce zirvede iken, bir milyon gibi akıllara durgunluk veren bir nüfusa ev sahipliği yapıyordu, ki bu o zamanki dünya nüfusunun yaklaşık %0,3’ü kadardı. Bu dönem, İmparator Augustus (MÖ 27- MS 14) devrine denk gelmektedir.

Antik Şehirlerin Yaşamı ve Ölümü MÖ 4000 yılında Tunç Çağı’ndan MS birinci binyıla, Orta Çağ’ın ortalarına uzanarak, bu süre içinde gelişen İskenderiye, Antakya, Atina, Byzantinum (İstanbul), Kartaca ve Roma gibi yüzlerce antik Akdeniz şehrine odaklanıyor. Woolf beşeri bilimler, sosyal çalışmalar, klimatoloji, jeoloji ve biyoloji konularında çarpıcı görüşleri birleştiriyor. Londra’daki British Museum gibi modern şehirlerin neoklasik binalarının yanlış bir etki bıraktığını anlatıyor. Antik çağın merkezleri çok daha az ihtişamlı idi, örneğin Atina meclisleri açık havada tartışılırdı. Alaycı bir şekilde, farelerin ve insanların şehirlerde geliştiğini belirtiyor, çünkü her iki tür de zengin çeşitlilikte yiyecek kaynakları ile hayatta kalabilir ve uzun süre açlığa dayanabilirler.

Şehirler ilk ne zaman ortaya çıktı? Bu sorunun yanıtı, tanımlama ölçeğine göre değişmekte. Bugünkü Nikaragua’da, diyor Woolf, sokak lambaları ve elektriği olan her yerleşim şehir sayılmakta. Japonya’da ise en az 50 bin kişilik bir nüfus gerekli. Bugünkü Filistin sınırları içindeki Eriha şehri, dünyanın ilk şehri olmaya ilk sıradan aday gösterilebilir. Eriha MÖ 9000 yılından önce kurulmuştu ve bundan bin yıl sonra bir duvarı olmuştu - bu bariyerin dünyadaki en eski örneği buradadır. Ama Eriha’nın o dönemdeki nüfusu tam olarak bilinmemekte. Tahminler, birkaç yüz ila 2000-3000 kişi arasında değişmekte. Woolf’un gözlemlediği gibi, erken topluluklarda yazılı kaynaklar olmadan nüfusa dair tahmin yürütmek zor. Bir çözüm, su kaynağını inceleyerek kaç kişinin yararlanabileceğini hesaplamak olabilir, ama bu kullanımdan çok maksimum taşıma kapasitesini gösterecek ve kamusal hamamlar ve çeşmelerin hesaba katılıp katılmayacağı sorununu da beraberinde getirecektir.

Bugünkü İtalya’da bulunan Roma şehri Pompeii, MS 79 yılındaki bir volkanik patlamada gömülmüştür. Fotoğraf: Salvatore Laporta/Kontrolab/LightRocket, Getty tarafından.

Çoğu uzman gibi Woolf da “ilk şehir” ünvanını Mezopotamya’daki Uruk’a vermeyi tercih ediyor. Bu yerleşimin MÖ 4000 yılında 10000-20000 kişilik nüfusunun olduğu tahmin ediliyor. Bu sayı MÖ 2900 civarında Kral Gılgamış’a atfedilen koruyucu bir duvar yapımının ardından 60 ila 140 bine yükseldi. Burada, MÖ dördüncü binyılın sonunda yazı muhtemelen kil tabletler üzerindeki çiviyazısı işaretleri şeklinde başlayarak ekonomik işlemler gibi bürokratik bilgilerin kaydedilmesinde kullanıldı. Böyle bir tablet üzerinde kabaca bir dikdörtgen şeklindeki bir arazinin yüzey alanına dair, dünyanın ilk matematiksel hesaplaması yer almakta. Ancak, şehri oluşturan yaratıcı patlamanın ardındaki etmenler gizemini koruyor. Woolf’un kabul ettiği gibi: “Uruk olgusuna odaklanan bunca ilgiye rağmen, bunun neden olduğuna dair bir görüş birliği bulunmamakta.”

Akdeniz metropolleri

Antik Akdeniz’de şehirler çok sonraları ortaya çıktı. Atina MÖ 1400 yılında Miken uygarlığının önemli bir merkezi haline geldi, Roma MÖ 8. Yüzyılda kuruldu, İskenderiye’nin tarihi ise MÖ 332’ye uzanmakta.

Akdenizli çiftçiler, Mezopotamya’nın büyük ırmakları olan Fırat ve Dicle’nin taşkın sularından ve bereketli alüvyonundan yoksundular. İnsanlar yüzlerce yıl boyunca şehirler yerine kötü hasat ve su kısıtlılığı gibi risklerin olduğu köylerde yaşadılar. Burada da itici gücün ne olduğu tartışmalı bir konu. Roma şehirleşmesinin ana dönemi, MÖ sonuncu yüzyıl ve MS ilk iki yüzyıla tarihlenen sıcaklık artışına denk geliyor. Ancak, Woolf’un uyardığı gibi, bu bir rastlantı olabilir: “Şehirleşmeyi, iklim değişikliğinin yardımı olmadan açıklayabilmek pekala mümkündür.”

Bir başka belirsizlik kaynağı ise, antik hastalıkların şehir merkezlerini nasıl etkilemiş olduğu. Yazılı kayıtlar, örneğin, MS 165-180 arasındaki Antonin salgınının Roma İmparatorluğu’nda en az beş milyon cana malolduğunu, hastalığın çok hızlı yayıldığını, o kadar ki imparatorun maiyetiyle beraber salgından at sırtında kaçmaya çalıştığını belirtmekte. Ancak salgının nedeni halen bilinmiyor. Woolf antik DNA analizine dair hızla gelişen tekniklerin tabloyu netleştirmeyi vadettiğini belirtiyor. Önemli bir soru, belirli antik salgınların şehirlileri kırsaldaki komşularından daha ağır etkileyip etkilemediği.

Bir husus çok net: Ne kadar sağlam kurulmuş olursa olsun, hiçbir şehrin ömrü sonsuz değil. Bu, Woolf’un dört çarpıcı örnekle desteklenen anahtar noktası. Hindistan yarımadasının kuzeybatısında MÖ üçüncü binyılda gelişen İndus uygarlığı, Harappa ve Mohenjo daro gibi, tuğladan evleri, gelişmiş kanalizasyon sistemi ve büyük bir kamu hamamı bulunan şehirlere sahipti. MÖ 1900 civarında bu uygarlık gizemli bir biçimde ortadan kayboldu. Doğu Akdeniz’de Tunç Çağı uygarlıkları MÖ 1200 yılında açıklanamayan bir şekilde çöktü ve bunu Homeros’un Knossos ve Troy gibi şehirlerin efsanevi ihtişamını hatırlattığı karanlık çağlar izledi.

Roma’nın nüfusu 5. Yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra belki de 10 bin civarına kadar azalmıştı. Britanya’da, Roma çağı Londrası deniz yolu bağlantılarından dolayı öne çıkmıştı, bir forumu, amfitiyatrosu ve duvarları vardı. Romalılardan sonra şehir eski parlaklığını kaybetti ancak Anglo-Norman devleti hakimiyetinde tekrar canlandı ve 13. yüzyılda hükümet merkezi haline geldi.

Şehirlerin yükselmesi önüne geçilemez gibi gelebilir ancak binlerce yıl içinde şehirleşme ilerlemiş olduğu kadar geriledi de. “Eğer şehirli maymunlar isek, bu şehirde yaşamaya göre tasarlandığımızdan değil” diye vurguluyor Woolf. Gerçekten de, şehirler türümüzün 300 000 yıllık varlığının sadece %3lük bir bölümünde mevcuttular.

Son pandemiye alışmaya çalıştığımız bugünlerde, herhangi bir antik salgının muhtemelen bir büyük şehri tamamen yok etmediğini bilmek rahatlatıcı olabilir. Ancak Woolf -koronavirüs salgınından önce yazılmış olan- son sayfalarında pandemilerin şehirlerin gelecekteki büyümesini yavaşlatabileceğini belirtiyor. Şu andaki küreselleşme oranımızın, “hepimiz şehirleşene” kadar devam edeceğinin bir “garantisi yok” diye yazıyor. “Eğer antik şehirleri incelemenin bize öğrettiği bir şey varsa, o da pek çok şehirleşme hamlesinin olduğu, ancak çok azının birkaç yüzyıldan fazla sürdüğü.”

Kaynak: https://www.nature.com/articles/d41586-020-02070-5

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER