Amansız Doğal Felâketler Diyarı Anadolu

Felâketleri esrarengiz yapan şey, insanın empirik beceriksizliklerinden gelir; yani eskilerin doğal afetlerin gerçek nedenlerini doğru dürüst bilememeleridir. Söylemek gerekirse, insan elbette sel baskının aşırı yağışlardan veya biriken suların patlamasından ileri geldiğini gözlerinin önünde cereyan ettiğinden çok iyi biliyordu ama sarı ineğin kuyruğunu sallaması ve boynuzlarını oynatması dışında depremin nereden kaynaklandığı hakkında hiçbir fikri yoktu.

Deyr Yakup (Yakup Manastırı), Şanlıurfa AA Fotoğraf Yarışması ©Vehbi Çiftci

Anadolu sadece kavimlerin geçip gittikleri bir köprü olmakla kalmaz, aynı zamanda çoğu felâket de ya hem buradan geçmiş ya da burada sahnelenmiştir. Bu yazının konusu felâketlerin Anadolu’da yarattığı dehşetlerin sadece bir kesitidir. Felâket kurbanlarının dilleri yok ki gelip anlatsınlar! En yaygını “kanlı felâket” savaş konusu alışılmışın dışında bir yaklaşımla değerlendirilmiştir. Arkeolojik, jeolojik ve klimatolojik verilere dayanarak yazısız devirlerdeki genel durum değerlendirildikten sonra yaklaşık MÖ 1700’lerden 1200’lere kadar geçen dönemde yazılı kaynaklar ve arkeolojik buluntular göz önünde tutularak aynı konu bu kez daha gerçekçi biçimde anlatılmıştır. Hititçe, Babilce, Hurrice, Luvice ve Hattice gibi çivi yazısına yansıyan felâketler yol göstericimiz olacak, bunlar mümkün olan durumlarda arkeolojik ve jeolojik verilerle ilişkilendirilmiştir.

Türleri ve Algılanış Şekilleri Nelerdir?

Felâketleri, insan dahil canlıların neden oldukları afetler ve doğa güçlerinin kendiliğinden yarattıkları olmak üzere başlıca ikiye ayırabiliriz. İnsan eliyle yaratılan ve “kanlı felâket” diyebileceğimiz vakalar arasında hiç kuşku yok en öldürücü olan sonu gelmeyen savaş musibeti bayrağı çeker. Savaş etrafında dönen ideolojiler haklıyla haksız, iyiyle kötü, şeytanla melekler arasında yapılıyormuş izlenimini yaratmaya çalışsa da, aynı insanın bir anda nasıl olup da şeytan ve melek kılığına girebildiğine açıklık getiremez. Ama maalesef insan kadar iki başlı ve çifte karakterli bir yaratık yok gibidir. İmparatorlarının verdiği şatafatlı baloda omuzları sırma ve apoletler, göğüsleri nişanlarla dolup taşan, kollarında şuh kadınlar vals eden generallerin savaş alanında nasıl canavara dönüşebildiklerini bir düşünün! Kutsal kitaplar bile doğal afetler sonucu apokaliptiğin değil, insan entrikalarının dünyanın sonunu getireceğini görmüş olsa da, insanın bu musibet ve illetini tanrısal güce atfetmekle insanı masum göstererek aklamaya çalışmışlardır!

İnsanı karabasan çaresizliğine sokan savaş tutkusu veya alışkanlığının insanın başına ne zaman, nasıl ve niçin tepelleş olduğu, tarihçiler, sosyologlar, psikologlar, ilahiyatçılar, felsefeciler ve daha birçokları arasında uzun uzadıya tartışılmış ama bir konsensüse ulaşılamamıştır. Elbette her canlı var olmak uğruna savaşacaktır ama bunlar insanınki kadar vahşice silip süpüren cinsten değildir. Gidişata bakılırsa neredeyse artık insan içgüdüselliğine dönüşen bu huy, maalesef her geçen gün daha da şiddetlenerek yaygınlaşacak ve insan kendi sonunu getirecektir. Ne kadar yazıktır ki, Homo sapiens’in beyni büyüyüp zekası arttıkça “kanlı felâket” sanatının yöntemleri de değişmekte ve artmaktadır. Bu sanat sinsidir ve her zaman doğrudan olarak elini kana bulaması gerekmez. Sanayi Devrimi öncesi savaşlardaki kayıpların %90’ı açlık, hastalık ve soğuk sonucuydu. Dikkat edin, hepsi de savaş alanında aynı anda ölmüyor ama o musibetin dolaylı yollardan yarattığı felâketlerin etkisiyle peyderpey ölüyordu. Her felâketin arkasında dolaylı veya dolaysız onun eli vardır ve hiçbir afetin aldığı kurban sayısı ve doğurduğu korkunç sonuçlar onun yarattığından daha dehşet verici ve feci değildir. Ne zaman, nereden, sürekli yenilenen ve geliştirilen silahlardan (şimdilerde artık biyolojik silahlar kol geziyor!) hangileriyle, hangi boyut ve şiddette geleceği peşinen bilinmez. Düşman tarafı yıpratma, zarar verme, kısmen veya toptan yok etme taktikleri saymakla bitmez. Unutmayalım, insan zekâsının büyücek kısmı buluş ve keşiflerde askerî terknolojilerin gelişmesi yolunda hizmet vermiştir. Bazen mensubu olmaktan hicap duyduğumuz hemcinsimize boşuna “seri katil”, “katil insan” (Homo necans), “hemcinsini öldüren kurt” (Homo homini vulpus) denmemiştir. denmemiştir. Johann Wolfgang Goethe’nin “İnsanlar sadece birbirlerine işkence etmek ve birbirlerini gırtlaklamak için vardırlar; bu ezelden beri böyleydi ve tüm zamanlarda böyle kalacaktır” veya Anton Çehov’un “Vahşi hayvanlara karşı kendini silâh ve diğer savunma araçlarıyla savunabilirsin ama kötü insana karşı hiçbir savunma silâhı yoktur”, söylemlerinin içleri tıka basa acı gerçeklerle doludur. Unutmayalım, insan gerektiğinde kendi hemcinsini bile yiyen nadir bir türdür!

Çatalhöyük kent plânının arkasında görülen Hasan Dağı’nın volkanik patlamasının gösterildiği duvar resmi. Yerleşimin VII tabakasında bulunan bu resmin geometrik şekillerinin neyi temsil ettiği uzun süre tartışılmıştır. Yerleşimde ilk kazıları yürüten James Mellaart Çatalhöyük’te sıkça rastlanan leopar motiflerine işaret ederek duvar resmini bir leopar derisi, altındakileri de geometrik desenler biçiminde yorumlamıştı. Dünyanın en eski kent plânı görseli olarak bilinmektedir. ©Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi

Peki evren insan tasavurunda niye iyiler ve kötülerle doludur ve sürekli çatışma halindedir; sadece melekler hâkim olsa, şeytanlara yer olmasa insan daha rahat ve huzurlu yaşayamaz mıydı gibi dualist sorulara tek ve çok tanrılı dinlerin bulmaya çalıştıkları yanıt farklıdır. İlki daha objektif davranarak iyi kötü dualizmini ve kötünün tanrı kontrolü dışında hareket ettiğini peşinen kabul eder. İkincisi, tanrının aczini kamufle etmek için kötülüğün bizzat tanrı tarafından isteyerek yaratılmış olduğunu, çünkü bunun irade özgürlüğüne sahip olduğunu iddia ettiği insanın doğruyla yanlışı seçerken özgün tercihlerini sergileyebilmesi için gerekli olduğunu söyler. En başta en sağlam iradeye sahip olanların bile kötülüğe yenildikleri göz önünde tutulduğunda, hiç kimsenin mükemmel iradeye sahip olmadığı ortaya çıkar ve hiç kimse bu açıklamayı tatmin edici bulmaz. Zerdüştlüğün açıklaması madde ile maneviyat arasındaki zıddiyete dayanır. Dünya iyi tanrı Ahura Mazda ile kötü tanrı Ehrimen arasında yapılan ezeli kozmik savaşlarla doludur. İnsan sürekli iyi tanrının safında savaşır. En doğru açıklama, iyi ve kötünün doğanın kendi içinde, insanda ve tanrılarda mevcut olduğunu peşinen kabullenmektir.

“Kanlı felâket”in boyutlarını daha bu erken dönemde kavrayabilmek için toplu katliam yöntemleriyle sürgünlerin yeni yeni devreye girdiği devirlerde Hitit metinlerinin sunduğu taktiklerden bazılarına bakmak öğretici ve ibret verici olabilir. Aile bireyleriyle birlikte derin bir uykudasınız. Uzun ve barışçıl bir günün hak ettiğiniz yorgunluğunu çıkarmaktasınız. Aniden ustura kadar keskin sert tunçtan kılıçların çıkardığı tiz seslerle uyanıyorsunuz; baş ucunuzda bir ellerinde o kılıçları, diğerlerinde baltaları askerler saçlarınızı tutam yapmışlar, kellenizi uçurmak üzereler. Diğerleri aynı işi uçları iğne kadar sivri mızraklarla yapıyorlar. Bu yetmiyor mu? Konutunuzun tamamını ve ahırınızı ateşe veriyorlar. Çocuklarınız bağırıyor, atlarınız kişniyor, inekleriniz böğürüyor. Hepsi de kurtarın beni diyor ama siz gövdeniz orada, başınız düşmanın kanlı elinde bir ölüsünüz! Seçenekler o kadar çok ki! Böylesi kahpece taktiğin savaş tarihine geçmiş adı bile var: Gece baskını; Hititlerin tabiriyle şaşti valh- “yataktayken, uykuda bastırmak, gafil avlamak”! Ne güzel ölüm, değil mi?

Felâketleri esrarengiz yapan şey, insanın empirik beceriksizliklerinden gelir; yani eskilerin doğal afetlerin gerçek nedenlerini doğru dürüst bilememeleridir. Söylemek gerekirse, insan elbette sel baskının aşırı yağışlardan veya biriken suların patlamasından ileri geldiğini gözlerinin önünde cereyan ettiğinden çok iyi biliyordu ama sarı ineğin kuyruğunu sallaması ve boynuzlarını oynatması dışında depremin nereden kaynaklandığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Gene de bereket unsuru olarak yağmuru yağdıran ama aynı zamanda, cezalandırma şekli olarak sel baskınını yaratan veya aksine muslukları kapatarak kuraklık yaratan bir ulu güç vardı. Animistik inançlarda bu tür afetlerin doğa üstü güçlere atfedilmesi ve ilahi bir cezaymış gözüyle bakılması, insanın düşük düzey entelektüel seviyesinin bir sonucuydu. Elbette afetlerin kaynaklarından bazılarını bilenler yok değildi ama burada kast ettiğimiz, nedenden ziyade felâketin niçin hasıl olduğudur. Eskiler bunlara insanların işlemiş oldukları suç, günah ve yaptıkları ihmallerin tanrılar tarafından cezalandırılması gözüyle bakmışlardır. Hıristiyan ilahiyat biliminde Theodezee denen bu fenomen, ihmallerin neler olduğunu ve kimlerden kaynaklandığını araştıran falcılığın doğmasına neden olmuştur. Radikal ve pratik koru(n)ma önlemleri alınacağına, 19. yüzyıl sosyal antropoglarının primifler arasından topladıkları yöntemlerle kitaplarını tıka basa doldurdukları büyüsel yöntemlere başvurmalarının arkasında yatan gerçek tam olarak budur. Fal soruşturmalarının sayı ve kapsam olarak modern kriminolojideki legal soruşturmaları aratmayacak kadar fazla olduğu çok çarpıcıdır ve eskilerin dual din ve yasa kavramlarına bakışları hakkında düşündürücü bilgilerle doludur. Hakikaten, teokratik, teolojik din sistemiyle dünyevi yasal düzen arasındaki ikilem (ister dualism, ister dichotomy deyin!) kendisini burada da açıkça ele verir. İnsan elde ettiği bulgulardan ne derece ders aldı ve bunlardan kaçınmaya çalıştı bilemeyiz ama doğasında nankörlük ve inkârcılık yattığından, hep bildiğini okudu. Felâketlerin bilimsel nedenlerini öğrenmek demek, ilâhî cezanın kökenlerine inmek demekti ve çok önemli, derin ve mistik bir konuydu. Bu yöntem istemeyerek ve tesadüfen de olsa pozitif bilimlerin doğmasına neden oldu ve büyü ve falcılıkla doğa bilimleri arasındaki inkâr edilmez yakın ilişkiyi yarattı (gene dichotomy). Örneğin II. Murşili Hatti’de ortaya çıkan büyük vebanın nedenlerini başlangıçta büyüsel yöntemlerle araştırırken, babası I. Şuppiluliuma’nın işlediği günahlar arasında Mısır’la yapılan antlaşma hükümlerini çiğnemek, ayin ve kurbanları ihmal etmek gibi batıl inançlara kaçan faktörlerden çok vebanın gerçek sebebi olarak, Mısırlı savaş tutsaklarının bu bulaşıcı hastalığı Hatti Ülkesi’ne taşımış olduklarını buldu. Eğer falcılık olmasaydı, bu derece tıbbi ve pozitif bir bilgiye ulaşmaları mümkün değildi. Ancak Hititli uzmanlar bir genelleme yaptılar mı, orasını öğrenecek durumda değiliz.

Harran, Şanlıurfa, Fotoğraf Şerife Cengiz, AA Fotoğraf Yarışması 2015

Evrensel anlamda yok edici felâketlerin kâinatın ayrılmaz bir parçası olarak ona eşlik ettiği ve belirli aralıklarla uygarlıkları silip süpürdüğü inancı, eski Grek dünyasında oldukça yaygındı ve buna “Felâket Teorisi” derlerdi. Altında yatan dinamiklerse ateş ve suydu, yani ya sel baskını, ya da büyük çaplı yangınlardı. Teorinin doğuşunun arkasında, kâinatın çok uzun süreden beri var olmasına karşın, insanın bir türlü yeterli olgunluğa erişememiş olması, yani hâlâ yeni keşif ve buluşların onu bekliyor olması inancı yatıyordu. Eski Doğu’daki Tufan Efsanesi’ni anımsatan kayıp kıta Atlantis en güzel örnekti. Aristoteles’te hâkim olan mitlerde felâketlerin canlı anımsamalarının gizli olduğu inancı boşuna değildi. Ona göre mitlerde dile getirilen ve abartılıymış gibi gelen olaylar, insanların felâket öncesindeki devirlerde neler bildiklerinin ve nelere tanık olduklarının bir yansımasından başka bir şey değildi. İnsanoğlu her keresinde duraksadığı veya kopmuş olduğu yerden ipi eline alarak, kendisini bugünlere taşıyacak yolda çabalamaya devam ediyordu. Sümer, Babil, Hint, Çin edebiyatları Tufan ve yaratılış destanlarıyla doludur. Derin dünya görüşü ve sofistike düşünce yeteneklerinden yoksun olan böylesi görüşler, çok geç dönemde Ionya doğa düşünürlerine gelinceye kadar Anadolu halklarına pek uğramamıştır! Elbette tüm uygarlıkları ve oikumene’yi (bilinen dünya) kapsayan evrensel felâketler yanında, daha küçük çaplı yerel olanları da vardı.

Buna ek olarak 1766-1834 yıllarında yaşamış sosyolog Thomas R. Malthus’a göre insan demografisinde muntazam döngülerle artış oluyor, doğa nüfusu kaldıramaz hale gelince çöküş başlıyor ve insanlar hastalık dahil felâketlerden kıyıma uğruyorlardı. Diğer canlıların aksine rasyonel düşünmesini bilen insan başlangıçta sınırlı da olsa felâketlere karşı koyma yöntemleri geliştirmiştir. Eskilere gittikçe önlemlerin yetersizliği ve çaresizliğin derecesi de artar. Modern zamanlarda, bilhassa aydınlanma ve endüstri çağından sonra ekolojik ve çevresel sorunların dramatik biçimde artmasıyla önlemlerin sayısı ve kapsamı çoğalmakla birlikte, sürekli ilerleme ve üretimi arttırma sevda, hırs ve yarışına kapılan insan bile bile ve intihar edercesine yeni felâketlere yol açan eylem ve maceralara girişmekten geri kalmamıştır. İlerde kesinlikle eşi benzeri görülmemiş bir felâkete yol açacağı, hatta apokaliptik sonuçlar doğuracağı kesin olan çevre kirlenmesi, global ısınma ve baş döndürücü nüfus artışının (en büyük felâket bu olacaktır!) etkileri büyük ve affedilmez olacaktır. Peki ama niye nüfus artışından diyoruz? Çünkü şu günlerde yaşadığımız Korona epidemisi belası onun ürünü ve sonudur. İnsan dışında hiçbir canlı bu kadar sıkışık yaşamaya tahammül edemez, çoktan birbirini yerdi.

Yazısız devirlerde felâketlerin neler olduğunu ve yarattığı tahriplerin sonuçlarını ölçmek elbette mümkün değildir. Bu, ancak geride arkeolojik veya jeolojik iz bırakmışsa anlaşılabilir.

Eflatun Pinar, Beyşehir, Konyan Fotoğraf Onur Başer, AA Fotoğraf Tarışması 20105

Tarihöncesi Çağlarda Felâketler Sonucu Doğada Meydana Gelen Jeomorfolojik Değişiklikler ve Yaşama Etkiler

Dışardan bakılınca doğa her ne kadar jeolojik çağlardan beri hermetik olarak kendi içine kapalı bir kaleymiş gibi görünse de sürekli oluşum, gelişim, çalkantı, hareket ve morfolojik değişiklik içindedir. Bereket ki eskiden insanın uğursuz elinin doğaya müdahalesi günümüzdeki kadar yoğun, güçlü, etken ve yıkıcı değildi. Yeterli duygu ve hassasiyete sahip olanlar, bundan elli, hatta on-on beş yıl öncelerini anımsayanlar bile insan elinin yarattığı tahribat ve değişikliğin ürkütücü boyutlarını görünce şaşkına döneceklerdir. Marcus Aurelius devrinde yaşamış olan Grek Aristides Roma’yı görünce şaşkına dönmüş ve “yeryüzünü ölçtünüz biçtiniz, ırmaklar üzerine köprüler kurdunuz, dağların içinden yollar aşırdınız, çölleri yaşanır hale soktunuz ve her şeyi bilgi ve eğitimi mükemmel hale getirdiniz!”, diye haykırmaktan kendisini alıkoyamamıştı. O zamanlar Romalıların yaptıkları, başardıkları neydi ki? Hitit kralları ve askerleri arasında bile elinden gelse doğayı anında yıkıp yok etmek isteyen o kadar saldırgan vardı. Krallardan biri kendi yapamadığını buldozer gibi boynuzlarıyla Torosları kazıp Akdeniz’e yol açan azgın boğaya yaptırmaktaydı. Pınarlar kurumuş, ağaçlar kurumuş, geyikler telef olmuş… hiç umrunda olmayan saldırgan ruhlu adamın birine “nereye gidiyorsun böyle” diye sorduklarında, dağları devirmeye, yolları yıkmaya, aslanları boğmaya, insanlara aleyhinde kötü sözler söylemeye gidiyorum demişti! Acaba bu adamın doğadan ne alıp veremediği vardı da bu kadar hınç, garaz ve kin doluydu ve saldırgandı?

Erozyonlar sonucu Anadolu’nun belli başlı ırmakları Kızılırmak, Seyhan, Ceyhan, Tarsus, Göksu, Yeşilırmak, Gediz ve Menderes’in taşıdığı topraklarda tarıma elverişli ama sıtma yuvası alüvyon ovaları oluşmuştur. Deltalardaki höyüklerin en eski tabakaları bugün alüvyon ova topraklarının altında gömülüdür. Seyhan ve Ceyhan ırmakları Mezopotamya’yı anımsatırcasına son iki bin yılda deltada en az altı kez birleşmişlerdir. Miletos ve Ephesos gibi antik limanlar dolmuştur. MÖ 494’te Grek ve Pers donanmalarının savaştığı Miletos yakınlarındaki Lade Adası günümüzde kumul yığınlarının içinde gömülü kalmıştır. Sahilden 9 kilometre içeride kalan antik Miletos kenti ötesindeki delta senede 10 metre genişlemektedir. Doğu Akdeniz sahillerinde kumulların doldurması sonucu karayla ilişkisi kesilen ve kumla kaplanan Elauissa Sebaste (Ayaş) kenti terkedilmiştir. Osmanlıların büyük bir ileri görüşlülükle 1886/1887’de Gediz Irmağı’nın akışını İzmir Körfezi’nden alıp kuzeye kaydırmaları, körfezin aynı akıbeti paylaşmasını önlemiştir. Doğa güçleri yanında tembellik ve ihmaller de felâket yaratabilir. Nitekim Tarsus el değiştirdikten sonra Kalykadnos’un kent limanının yer aldığı Rhegma Gölü’ne taşıdığı millerin temizlenmemesi sonucu göl mille dolmuş, bataklığa dönüşmüş ve bir liman kenti olan yer bir kara kenti olup çıkmıştır. Halbuki önceleri göl sürekli temizleniyor ve gemi seyri seferine açık tutuluyordu. Hatta imparator Justinianus ırmak yatağını doğuya, gölün dışına kaydırmıştı. Sonuçta Kazanlı limanının geçici olarak kullanılması ve Mersin’in kurulmasının nedenleri bundandır.

Depremler, toprak kaymaları veya deniz suyu seviyesinin sürekli yükselmesi sonucu güney Marmara sahillerindeki birçok yerleşim, bugün su altında kalmıştır. İznik gölünde bir Orta Çağ manastırı sulara gömülmüş ve şu sıralarda kazısı yapılmaktadır. MS 6. yüzyılda deprem sonucu kuvvetli bir yer kayması Asi Nehri’nin önünü tıkamış ve böylece şimdilerde kurutularak üzerine havalimanı dikilen Amik Gölü oluşmuştur. Bir taraftan erozyon dağ ve tepe yamaçlarındaki yerleşimleri silip süpürürken, ovalardakiler millerin metrelerce altında kalmıştır. Kapalı bir iç deniz olan Konya Ovası’nda da durum kendisini açıkça gösterir. Küçük boyutlu alçak höyükler erozyon altında kalırken, Acemhöyük, Karahöyük, Hatunsaray ve Çomaklı gibi yerlerde en eski tabakalar en azından 4-5 metre yer altında kalmıştır. Konya merkezde inşaatlar sırasında 6 metre derinliklerde Roma kalıntılarıyla karşılaşılması, erozyon dolgusunun korkunç boyutlarını gösterir.

Gülek Geçidi oluşumunu Konya, Ereğli, Aksaray ve Niğde kapalı havzalarındaki suların aşındırıp yol açarak Akdeniz’e akmasına borçludur. Sonuçta yatağını otoyolun tamamen bozduğu Çakıt Deresi oluşmuştur. Ne derece doğrudur bilinmez, Beyşehir Gölü’nün içinde kısmen su altında kalan en az 26 höyüğe bakarak göl yatağının Hititler devrinde kuru olduğu öne sürülmüştür. Bugün Akşehir, Eber, Hotamış, Suğla, Ereğli gölleri eski “Konya Denizi”nin kaderini çoktan paylaşmışlardır. Sultansazlığı da modern zamanlarda tamamen kurutulmuş ve geriye kalan sazlıklar yakılmıştır. Toros Dağları’nın karstik yapısı yüzünden suları havzada tutmak imkânsızdır; çok sayıda düden suları dağların altından geçerek Akdeniz’e boşalır. Hititler bile bu yeraltı kanallarının farkındaydılar. Bunlara “yeraltı yolları” diyorlar ve kutsal yer gözüyle bakıyorlardı. Strabon Acıgöl’ün dibinde böyle bir düdenin saklı olduğunu ve suları ve sazları yuttuğunu yazar.

Eflatun Pinar, Beyşehir, Konyan Fotoğraf Onur Başer, AA Fotoğraf Tarışması 20105

Tektonik bölgenin tam içinde yer alan Anadolu’da depremler sürekli felâket yaratmıştır. İzleri hem doğada, hem kazılarda, hem de yazılı kaynaklarda görülebilir. Tahripkâr ve korkutucu gücü hakkında MS 7. yüzyılda yaşamış Aziz Johannes Damascenus’un Dinar’ı yok eden bir depremle ilgili yaptığı gözlemler çok çarpıcı ve ürkütücü bilgiler içerir: “Mithridates Savaşları sırasında Frigya’daki Apamea’da (Dinar) bir depremden sonra daha önce hiç mevcut olmayan göller yeryüzüne fışkırdı ve ovayı kapladı; yeni ırmak ve kaynaklar ortaya çıktı. Daha önce görülmeyen bu ırmak ve kaynaklar sonra yine yok oldu gitti. Apamea denizden bu kadar uzak olmasına rağmen çok miktarda tuzlu ve mavi renkli deniz suyu ülke topraklarına yayıldı, öyle ki sadece denizde yaşayan istridye ve balıklar bolca gözükmeye başladı”.

Yağmur, Sel Baskını ve Kuraklık

Mezopotamya ve Mısır’ın aksine Anadolu toprakları, kaynak ve nehir sularının kanal ve arklarla tarla ve bağ bahçelere akıtılması suretiyle suni sulamaya elveriş1i değildir. Sulu tarım ancak çoğu dar vadi tabanlarında, deltalarda, sınırlı ovalarda ve su basan yamaç tarlalarda yapılabilir. Su reservleri kısıtlı, ırmaklarının menzili kısa, debisi çok düşüktür. Kısa süreli de olsa bir kuraklık, bir anda dere ve ırmak sularının azalmasına, hatta kurumasına neden olur. Ayrıca Mısır ve Mezopotamya ile kıyaslandığında Anadolu toprakları verimsizdir ve kışları iklim sert geçer. Bundan dolayı Anadolu’da yalnız bir yaz geçirmiş olmak bile, yağmurun bu topraklarda ne derece bir önem taşıdığını göstermeye yeterlidir. Onun doğanın gelişme ve büyümesine verdiği güç, Hititler tarafından da doğru olarak gözlenmiştir. Su rejimleri düzensiz olan Anadolu ırmakları kâh hırçın, kâh uslu akar. Yağmurun fazlası en başta sel baskını olmak üzere felâkete dönüşür. Gerçek olaylara dönük kayıtlar noksandır, sadece Mezopotamya kökenli ay falı metinlerinde kehanet aracı olarak kullanılmıştır.

“Eğer beşinci ayda ay tutulması olursa, sel gelecek ve ekin- Boğazköy, Hattuşa, Çorum Fotoğraf ©Aykan Özener Aktüel Arkeoloji 35 leri silip süp[ürüp] götürecektir. Eğer üçüncü ayda toprakları mil kaplarsa, ülkede açlık baş gösterecektir. Eğer beşinci ayda mil toprakları kaplarsa, açlık o ülkeyi terk edecektir.”

Sel baskınının sadece Mezopotamya kaynaklı kehanetlerde, yani teorik metinlerde geçiyor olması, Anadolu’da bu felaketin olmadığı anlamına gelmez. Dolaylı olarak metinlerden çıkarılabilen bilgilere göre önemli sayılabilecek bir sel felaketi büyük bir Fırtına Tanrısı kült merkezi olan eski Anadolu kenti Nerik’te meydana gelmişti. Osmancık ile Kargı arasındaki Kızılırmak vadisinde ve bol yağış olan, sis ve fırtınasıyla ünlü Zaliyanu Dağı (Tavşan Dağı olmalı) eteklerinde yer almış olması muhtemel bu kent, eski Hitit kralı Hantili zamanında Karadeniz Bölgesi’nde yaşayan Kaşkalılar tarafından işgal edilmiş ve yaklaşık 300 sene düşman işgalinde kalmış ve sonunda terk edilmişti. Bu yetmiyormuş gibi, kent muhtemelen Kızılırmak’ın yatağını değiştirmesi sonucu bir de su baskınına uğramış, yolları fundalık ve çalılıklarla kaplanmıştı, ta ki kral III. Hattuşili kenti “suların dibindeki bir çakıl taşı gibi” çıkarıp kurtarıncaya kadar. Eğer aslı varsa, şimdilerde Vezirköprü yakınlarındaki Oymaağaç’la eşitlenen bu kentte, hafirler söz konusu sel baskını sedimentlerinin izlerini bulduklarını öne sürmektedirler.

Felâket denecek boyutta olmasa da küçük çaplı askeri bir kazaya neden olan sel, pratikte prens Tuthaliya’nın Kaşka savaşları sırasında karşımıza çıkar ama bunun yoğun yağışlar sonucu mu, yoksa düşmanın bir taktik olarak su bendini aniden patlatması sonucu oluşan bir tuzak mı olduğunu bilemiyoruz. Kuraklığın en canlı tasvirini Telipinu ve güneşin kaybolması efsanelerinde buluruz. Bu efsaneye göre kuraklıkla birlikte don ülkede büyük bir felakete yol açmış, donan sular kendisine has “kuraklık” yaratmıştır: “Donu[kluk] tüm ülkeyi felce uğrattı, sular çekildi. Dağların suyu, bahçeler (ve) çayırlıklar (dondu)”. Benim tahminime göre kaybolan tanrı Kumarbi efsanesinde mitolojiye büründürülerek anlatılan kıtlık felâketi, Erken Tunç Çağında vuku bulmuş feci dramların anımsamalarından başka bir şey değildir. Kral I. Şuppiluliuma’nın olağanüstü kahramanlıklarını anlatan kırık bir metinde, düşman ülkesi Mitanni’nin başkenti Vaşşukanni’de meydana gelen su sıkıntısından bahsedilir. II. Murşili bugünkü Samsun Dağı’yla aynı olan Arinnanda Dağı eteklerinde yer alan ve benim Priene ile eşitlediğim Puranda kentini susuz bırakmak için aynı stratejiyi uygulamıştı. Benzer acımasızlığı oğlu III. Hattuşili bu kez yine bir Batı Anadolu kenti olan Kuvalapaşşa’da yapmıştı. En başta kuraklık olmak üzere klimatolik felâketler toplu ölümlere ve nice imparatorlukların çökmesine neden olmuştur. Nitekim MÖ 1200’lerde Hitit Devleti’ni de silip süpüren büyük felâketin arkasında kuraklığın saklı olduğu zannedilmektedir.

Felâketlerin En Esrarengizlerinden Deprem Muhakkak ki doğa afetlerinin en korkutucusu, fecisi ve muammalısı, sebepleri Iyonyalı doğa düşünürleri tarafından dahi doğru dürüst kavranamamış ve büyük bir tahrip gücüne sahip olan depremdir. Eskiçağda Akdeniz havzasında yer sarsıntısı sonucu tahrip görmemiş bir kent hemen hemen yok gibidir. Deprem, gel-git sonucu özellikle kıyı kesimlerinde daha çok tahripkâr etkiler bırakmıştır. Bir doğa olayı olarak yer sarsıntısının, özellikle eski insanlarda yarattığı dehşet ve korkunun boyutlarını kendi duygularınızla ölçebilirsiniz.

Türkiye Deprem Bölgeleri Haritasına göre I. derece deprem bölgeleri; Karadeniz dağları ortasından geçen doğu-batı şeridi, Horasan-Erzurum-Erzincan, Amasya-Ilgaz-Bolu- Sakarya, Marmara Denizi-Bandırma, Çan koridoru, Ege sahilleri, Maraş-Hatay bölgeleri, Adana’nın doğusu birinci derece, Doğu Anadolu, Karadeniz dağları ortasından geçen şeridin kuzey ve güneyi, İç Ege ve Orta Anadolu’nun batısı, Kırıkkale, Yozgat-Kırşehir üçgeni, Kayseri çevresi, Malatya, Elazığ, Bingöl, Çukurova, İskenderun ve Dörtyol’dur. II. derece deprem bölgeleri arasında Doğu Karadeniz Bölgesi’nin iç kesimi, Orta Karadeniz’in iç şeridi, Kastamonu bölgesi, Eskişehir-Bilecik-Güdül çizgisi, Akdağmadeni, Niğde çevresi, Maraş-Elbistan arası, Urfa, Göller bölgesinin güneyi vardır. III. derece deprem bölgeleri ise Doğu Anadolu’nun güneyi ve Güneydoğu Anadolu, Antalya ve taşlık Kilikya, Kırıkkale-Yozgat-Kırşehir üçgeni, Kayseri- Niğde çevresi ile Kadışehir-Çekerek- Alaca-Sungurlu, Kalecik, Ankara-Polatlı dar koridoru dışında Orta Anadolu’nun batısıdır.

Anadolu, deprem sıklığı ve şiddeti bakımından dünyada Çin’den sonra ikinci sırayı almakta olup ayrıca antik devirlerde de merkezi (epicenter) Filistin ve Kuzey Suriye’de yer alan deprem merkezlerinden etkilenmiştir.

Dikkatli gözlemler sonucu eski kentlerde depremin bıraktığı tahribatın izleri Girit’te Knossos ve Phaistos’ta (MÖ 17. ve 15. yüzyıllar), Demircihöyük’te, Ugarit’te, Çatalhöyük’te, Köşk Höyük’te, Troya’da, Tarsus’ta, Alacahöyük’te, Kayalıpınar-Şamuha’da tespit edilebilmiştir. Son dönemde Budaközü Deresi’ne bakan Boğazköy Aşağı Kent terasında yürütülen kazılarda MÖ 14. yüzyıla tarihlenen bir binanın taş temellerinin eğri büğrü bir şekilde çökmüş olmasına bakılarak deprem sonucu yıkıldığı sanılmaktadır. Ancak tüm bu tahribat horizonları arasında kronolojik bağlantı kurmak mümkün olmamıştır.

Konuya dönük bilgi almak üzere filolojik verilere baş vurunca bıktırırcasına tekrarlayıp durduğumuz düş kırıklığına uğrayacağız, çünkü metinlerde şimdiye dek Hititçe deprem sözcüğünün karşılığı gerçek muhtevada doğru dürüst tespit edilememiştir. Bilgi noksanlığı bir tesadüf müdür, yoksa metinlerin yazıldığı 450 sene boyunca Anadolu deprem mi görmemiştir, bilemiyoruz. Ancak arkeolojik bulgular dönemin çok sayıda depreme tanık olduğunu gösteriyor.

Bir vokabular metni (sözlük) Akadca RĪBU’nun karşılığını katkattima-olarak göstermektedir. katkattiya-, katkattinu- “sarsılmak, sarsmak”, DNinga “deprem (Tanrısı)” ve ninink- “sarsmak, sallamak, etmek, ayağa kaldırmak, deprem yapmak” sözcüklerinin anlamı hem kuşkuludur, hem de depremle ilgili gerçek muhtevada kullanılmamışlardır. Hayal meyal de olsa ninink- fiilinden türetilmiş Ninga’nın Poseidon’un yerine geçen deprem tanrısı olduğu anlaşılıyor. Fırtına Tanrısı kırık bir metinde yeri sarsacağı tehdidinde bulunuyor olabilir (ninink-). Çok kırık bir mektupta Nuvanza isimli bir görevli kraliçesine adı kırık bir kentte meydana gelen depremden bahsediyor olabilir. Bunların hepsi de kuşkusuz bu müthiş doğa olayının etkilerine lâyık bilgiler değildir. Genel anlamda metinlerde doğa gözlemlerinin çok zayıf olduğunu biliyorum ama deprem gibi sıra dışı bir fenomenin bu kadar göz ardı edilmesini anlayamıyorum.

Boğazköy, Hattuşa, Çorum Fotoğraf ©Aykan Özener

Depremin en azından sözcük olarak olmasa bile bir doğa olayı olarak mevcut olduğunu, Hititli katip Valvaziti (UR. MAH-ziti) tarafından Babilce yazılmış iki adet deprem falı (omen) göstermektedir. İlgili sözcüğün RĪBU olduğunu zaten söyledik. Fallar aylara göre sıraya sokulmuştur; en başta nisannu ve ayāru ayları, alt tarafta da arahşamnu-addaru arasındaki beş ayda vuku bulacak depremler sayılmıştır. Metinde sadece Haziran ile Ekim ayları arasında kalan depremlerin sebep ve sonuçları korunmuştur. Belirli bir ayda deprem olduğunda (rību irūb) kralın öleceği, düşmanın ülkeyi işgal edeceği, ülke topraklarının küçüleceği, ülkede ölümün hüküm süreceği gibi Babilce metinlerden iyi bilinen kehanetlerde bulunulmuştur. III. Hattuşili’nin metinlerinden birinde anlatılan bir olayın deprem olabileceği öne sürülmüş ise de, bu kesin değildir.

Buna göre Iştar “yeri ve göğü sarsmak”tadır (katkattenu-). Ayrıca bu fenomen gerçek ortamda cereyan etmemiş, sadece Şamuha Iştar’ı Hattuşili’yi desteklediğinin işareti olarak bu olayı yaratmıştır. Buna karşın Hattuşili’nin otobiyografisinde anlatılan başka bir episod pekâlâ yaşanmış bir depreme işaret edebilir. Bilindiği gibi amcası Hattuşili’nin takibinden kurtulmak için kaçan Urhiteşub Şamuha kentine sığınmıştı. Hattuşili yeğenini teslim almak için kenti kuşattığı sırada 40 kulaç uzunluğunda kent surlarının “aşağı indiğini”, yani yıkıldığını yazmaktadır (katta uit). Kent surları bir mancınık, top veya gülle ile yıkılamayacağına göre, burada tesadüf eseri olarak bir depremin söz konusu olması ve Hattuşili’nin bunu tanrıların yaptığı eylemi destekler yönde verdikleri bir fal işareti olarak algılamış olması gayet mümkündür. Böyle bir olay elbette herkes için bir mucizeydi. Son dönemde Şamuha ile eşitlenen Kayalıpınar’da gerçekten sağlam ve güçlü sur duvarları ortaya çıkarılmış, kentin dört kapıya sahip olduğu anlaşılmıştır. 4. tabakada yer alan mimari kalıntılarda depremin izlerini görmek kesinlikle mümkün olacaktır. MÖ 1200’lerde Deniz Kavimlerine atfedilen Yakın Doğu imparatorluklarının yıkılmasında depremin de payı olduğu, bilhassa sahil kesimleri vurduğu iddia edilmişse de, bu konudaki deliller çok yetersizdir.

Sonuçta, insanın yaşadığı veya ayak bastığı her yerde felâketlerin kol gezdiği kendini tüm açıklığıyla gösteriyor. Ne derseniz deyin, ihmallerinden, cehaletinden, beynine sığmayan zekâsından, aptallığından, cesaretinden, korkusundan, bencilliğinden mi, yoksa gurur ve kibrinden veya işlediği onca günah, suç ve ayıptan duyduğu hicaptan mı kaynaklandığını söylemek zor olsa da, kesin olan bir şey varsa o da zeki ve günahkâr insan sapiens, var olduğu sürece sadece araba, süper bilgisayar, silah ve şeytanın bile aklına gelmeyecek ölüm makinaları üretmeye devam edeceği, sonuçta felâketlerin onun yakasını bırakmayacağı ve kim bilir, belki birgün top yekün onun kurbanı olacağıdır!

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER