Tabii Afetler Arkeolojisi

İklim Değişiklikleri, Kuraklıklar, Volkanik Patlamalar, Depremler ve Sel Gibi Doğal Afetlerin Eskiçağ Kültürlerinin Oluşumundaki Rolü

İnsanın yeryüzündeki hareketliği ile başlayan uygarlaşma serüveni başından beri dünyanın jeomorfolojik, hidrojeolojik, klimatolojik vb. doğanın devingenliğinin etkileri altında gelişmiştir. Doğadaki varlığını biricik hale getirmek için bir yandan yatay düzlemde doğayı dönüştürerek, bir yandan dikey düzlemde kendi içine doğru yolculuklar yaparak maddi ve manevi kültürünü inşa etmiştir. 

Salat Tepe Orta Tunç Çağı deprem tabakası. Fotoğraf ©Aşağı Salat Kazı Arşivi

İklim değişimleri ve doğal çevre, insanın evrimsel süreçlerini doğrudan belirlerken, kültürel formların oluşum ve biçimlenmesinde bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak etkilerde bulunmuştur. Bazen insanın doğa içindeki hareketliliğine yön vermiş, bazen de insanın kültür yaratma süreçleri üzerinde doğrudan etkide bulunarak alet üretme teknikleri, alet üretiminde materyal seçimi, mekân tasarlama formları, insan-doğa, insan-hayvan, insan-insan ilişkisi gibi birçok alanda başat rol oynamıştır. Bütün bu değişim ve gelişim sonucunda insan kendine ait kültür, uygarlık diye adlandırılan yapay bir yaşam alanı yaratmıştır. Bu yapay alan, doğanın içinde bir fanus gibi insan kültür ve medeniyetlerine beşiklik yapmıştır. Kültür ve uygarlıklar binlerce yıllık biçim alma süreçlerinde bir yandan doğanın etkisi altında, bir yandan da farklı coğrafi ve iklim koşulları altında ortaya çıkmış, izole olmuş kültürler, ticaret, göç ya da deportasyon ve hatta inanç misyonerliği gibi etkenlerle diğer kültür havzalarıyla ilişkiler kurmuş, benzer değer ve aletler üreterek daha global bir kimliğe bürünmüşlerdir. Bu bağlamda kültür ve medeniyetlerin kendine kapanma süreçleri ile dışarıya açılma süreçleri iklim koşullarının işleyen mekanizması altında gelişmiştir.

Yukarı Dicle Bölgesi, Bismil-Batman arası, Dicle Nehri drenaj kesiti ve akış düzenini gösteren jeomorfolojik harita.

Kuzey Mezopotamya ve Yukarı Dicle Bölgesi Doğal Afetler Arkeolojisi

Neolitik Çağın geliştiği, tarım ve hayvancılığın başladığı, kalıcı konutların ve köylerin inşa edildiği ve iklim bilimciler tarafından Holosen olarak adlandırılan yeni iklim koşulları günümüz iklim koşullarına benzemekle birlikte yağış düzeninin ritminin bazen yükselip bazen alçalması ve iklim salınımı yerleşim düzeni açısından sıkıntılar yaratmıştır. Özellikle akarsuların tabanında kurulan Neolitik Çağ yerleşmeleri bundan fazla etkilenmiştir. Nehir tabanlarının yarılması ve sedimantasyonlarla dolup nehir yataklarının yer değiştirmesi gibi erozyon ve taşkınların etkilerine bağlı olarak yerleşim yerlerinin yer değiştirme durumunda kaldığı gözlemlenmiştir. Birçok bilim insanının ortak kanati, Bereketli Hilal Bölgesindeki ilk tarımsal üretimin ve hayvancılığın, bölgenin yabanıl bitki ve tahıllarının bolca bulunduğu, Karacadağ’ın bitimindeki Yukarı Dicle Bölgesinde yapıldığıdır. Bu bağlamda Yukarı Dicle Bölgesinde gelişen tarım ve hayvancılığa ilişkin erken yerleşmelerin doğal afetlerden etkilendiği ve zaman zaman yer değiştirmek durumunda kaldığı saptanmıştır. Jeomorfologların Dicle Nehri üzerinde yaptıkları bu tip çalışmalarda litolojik ve iklimsel faktörlerin yanı sıra interstratal karstlaşma ile oluşan arazi çökmelerinin ve sel sedimantasyonlarının nehrin akış düzeni üzerindeki etkisi, nehir boyunca dizilen yerleşmelerin gelişim süreci üzerinde büyük rol oynamıştır. Dicle Nehri ile Batman Çayı’nın birleştiği üçgende bulunan ve bir Epi-Paleolitik yerleşme olan Kortik Tepe’nin çevresi, Neolitik Çağda gerçekleşen +4-5 metrelik sedimantasyonun sonucunda oluştuğu saptanmıştır. Dicle Nehri boyunca yapılan jeolojik testlerde üç farklı döngüde gelişen aşınma ve sedimantasyon sürecinin gerçekleştiği sonucuna varılmıştır. Bunlardan ilki MÖ 6000-5500 yılları arasında yani Geç Neolitik Çağ yerleşmeleri döneminde nehir tabanının +2 metre taşkın oluşturan döngüsüdür. İkinci taşkın döngüsünün MÖ 5500-4000 yılları arasında Erken Kalkolitik Çağda gerçekleştiği, üçüncü döngü ise MÖ 4000-2650 yılları arasında Geç Kalkolitik Çağ ile Erken Tunç Çağ I evresinde, 1-2 metrelik bir etkilenmiştir. Taşkına maruz kalan nehir tabanındaki bir yerleşme yakın mesafelerdeki yükseltilere taşınarak varlığını bir şekilde sürdürebilmiştir. Nitekim Yukarı Dicle Bölgesinde yaptığımız yüzey araştırmalarında bu tip yerleşmeler çokça saptanmıştır. Ancak Güney Mezopotamya’daki Dicle ve Fırat Nehirleri boyunca dizilen birçok yerleşme bu tip çökelti, taşkın ve sedimantasyonlar sonucunda nehrin yatak değiştirerek akışına devam etmesi, bir felaket ile sonuçlanması daha olasıdır. Örneğin Geç Uruk Çağı ve Sümer/Akad Döneminde bir liman kenti olarak bildiğimiz birçok yerleşme daha o dönemlerde nehrin yatak değiştirerek uzaklaşması, bu tip kentlerin liman imkânlarını kaybederek önemsizleştiği ve hatta bir köye dönüştüğü söz konusu olabilmiştirtaşkın oluşturduğu saptanmıştır. Örneğin Aşağı Salat Erken Tunç Çağı I mezarlık alanı bu son dönem taşkınlarıyla tamamen örtülmüş ve yerleşme terkedilmiştir. Ancak Dicle Nehri’nin sol yakasında yer alan Müslümantepe, daha yüksekteki bir seki üzerinde bulunduğundan bu dönem sedimantasyonundan etkilenmemiş ve Erken Tunç Çağı yerleşmesi devam etmiştir. Türkiye sınırları içindeki Dicle ve Fırat Nehri kenarındaki yerleşmeler nehirlerin derin kanyonlarda akması dolayısıyla bu tip taşkınlardan nispeten daha az etkilenmiştir. Taşkına maruz kalan nehir tabanındaki bir yerleşme yakın mesafelerdeki yükseltilere taşınarak varlığını bir şekilde sürdürebilmiştir. Nitekim Yukarı Dicle Bölgesinde yaptığımız yüzey araştırmalarında bu tip yerleşmeler çokça saptanmıştır. Ancak Güney Mezopotamya’daki Dicle ve Fırat Nehirleri boyunca dizilen birçok yerleşme bu tip çökelti, taşkın ve sedimantasyonlar sonucunda nehrin yatak değiştirerek akışına devam etmesi, bir felaket ile sonuçlanması daha olasıdır. Örneğin Geç Uruk Çağı ve Sümer/Akad Döneminde bir liman kenti olarak bildiğimiz birçok yerleşme daha o dönemlerde nehrin yatak değiştirerek uzaklaşması, bu tip kentlerin liman imkânlarını kaybederek önemsizleştiği ve hatta bir köye dönüştüğü söz konusu olabilmiştir.

Ilısu Barajı Kurtarma Kazıları çerçevesinde Bismil-Batman arasında Dicle Nehri boyunca yapılan arkeolojik kazılar ile jeomorfolojik sondajların ortaya koyduğu gibi Kortik Tepe istisna edilecek olursa en erken yerleşim Geç Neolitik Çağda Hakemi Use, Ziyaret Tepe, Karavelyan ile Müslümantepe’de başlamıştır. Erken Kalkolitik Çağdan itibaren sel taşkınlarının etkili olmaya devam ettiği nehrin tabanında yerleşim pek uygun gibi görünmemektedir. Bunu izleyen Geç Kalkolitik Çağ ve Erken Tunç Çağı boyunca Kavuşan Höyük, Giricano, Ziyaret Tepe, Kenan Tepe, Müslümantepe ve Gre Dimse gibi +10 metre terasların üstünde bulunan alanlarda ancak iskân devam edebilmiştir. Karavelyan Geç Neolitik Çağdan sonra terk edilmiş, Hakemi Use gibi yerleşim alanlarında ise Geç Neolitik Çağdan Orta Tunç Çağına kadar herhangi bir yerleşim söz konusu değildir. Daha alt bir seviyede olan Aşağı Salat Tepe’de Erken Tunç Çağından Demir Çağına kadar taşkınlardan dolayı iskân gerçekleşmemiştir. Dicle Vadisi’nin Tunç Çağı taşkınları, Aşağı Mezopotamya’daki Fırat ve Dicle Nehirleri üzerinde saptanan taşkınlarla ilişkili olmalıdır. Ur’da yapılan kazılarda Ubeyd Dönemi ile Erhanedanlar II-III döneminde saptanan seller adeta bir tufan gibi betimlenmiştir. Aynı şekilde Kish’te de Erhanedanlar I-III’ de yerleşim düzeni üzerinde etkili olmuş seller saptanmıştır. Kenan Tepe’deki Uruk Dönemi yerleşim alanının kısmen Dicle nehri tarafından aşındırılıp götürülmesi, Aşağı Salat mezarlığının tümüyle kille örtülmesi ve Müslümantepe’nin Geç Neolitik Çağ ile Orta Tunç Çağı arasındaki katmanlarının kuzeyden Dicle Nehri boyunca aşındırılması söz konusu taşkınların şiddetini göstermektedir. Nitekim kutsal kitaplara da konu olan tufan taşkını da Yukarı Dicle Bölgesindeki bu taşkınlar da aynı döneme denk gelir ve Aşağı Mezopotamya’daki Ur, Kish ve Şuruppak’ta saptanan tufan sel taşkınlarıyla ilişkilendirilebilir. Bu bağlamda Dicle ve Fırat nehirlerinden kaynaklanan periyodik sel taşkınlarının Mezopotamya uygarlıklarının gelişimi üzerinde anlamlı düzeyde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Gılgamış Destanı’nın 11.tabletinde söz konusu tufan üzerine şunlar söylenir.

Utnapiştim şöyle dedi: Gılgamış’a:
Sana bir sır açıklayacağım Gılgamış
Tanrıların bir sırrını anlatacağım sana
Fırat’ın kıyısına kurulmuş Şuruppak
Kenti
Tanrıların doluştuğu eski kent
İşte orada tufanı yapmaya karar verdiler
yüce Tanrılar
…………..
Kamış çit! Ey Kamış çit!
Duvar! Ey Duvar!
Dinle, Kamış çit!
Ey Şuruppak’ın Kralı,
UbarTutu’nun Oğlu,
Yık evini de
Bir gemi yap
…………...
Ne kadar gümüşün varsa
Ne kadar altının
Hepsini yükledi gemiye
Hayvanlarımın hepsini
Ailemi,
Tüm hane halkını
Gemiye bindirdim.
……………
Tan yeri ağırdığında
Bir kara bulut yükseldi ufuktan
Gürlüyordu Adad
Karabulut içinde

……………
Nergal
Açtı vanalarını gök savaklarının
Ve Ninurta taşırdı barajların sularını
…………….
Bir çömlek gibi
Paramparça ettiler ülkeyi
İlk gün kudurmuş gibi esti fırtına
Ve lanet yağdı insanların üstüne
Göz gözü görmüyordu
Oluk oluk akan bu sularda
Kalabalıklar görülmez oldu gökten
Bu tufandan dehşete düşen Tanrılar
Kaçıp göğün en tepesine tırmandılar.

Irak’ta bulunan Ninova antik kentinde ortaya çıkarılan Gılgamış Miti’nin “Tufan Tableti” olarak da bilinen XI. Tableti. Fotoğraf ©British Museum, Londra

Erken Kalkolitik Çağdan Orta Tunç Çağına kadar iklim koşullarına bağlı yağışların ritminin yükselip alçalmasına paralel olarak Yukarı Dicle Bölgesindeki nehir yatağındaki yerleşim düzeni de değişmiştir. Yukarı Dicle Bölgesinde üzerinde kurulu bulundukları sekilerin yükselmesi ve/veya aşınması gibi doğal süreçlerin belirlediği habitat imkânlar ölçüsünde, terkedilen veya stratigrafisi devam eden yerleşim birimi tipolojisi saptanmıştır. Ancak nehir yatağındaki bu gelgitli belirsiz koşulların nehir yatağı dışındaki alanları etkilemediği anlaşılmaktadır.

Nitekim MÖ 6000’li yıllara tarihlendirilen Geç Neolitik Çağdan itibaren Halaf-Ubeyd dönemleri boyunca, Yukarı Dicle Bölgesi gittikçe yaygın ve istikrarlı bir yerleşime sahne olmuştur. Bu dönemlerde yağmura dayalı tarımın yaygınlaştığı hayvan besiciliğinin geliştiği daha kalabalık nüfuslu kasabaların ortaya çıktığı ve gittikçe sınıflı bir toplumun hiyerarşik örgütlenmesini açığa vuran sosyal ve ekonomik gelişmeler ortaya çıkmıştır. Birçok bilim insanının bu döneme ilişkin yaptığı projeksiyonda Ubeyd Dönemi damga mühürlerinin de ortaya koyduğu gibi artı ürünün ortaya çıkması ve buna bağlı olarak bir elitleşmenin gerçekleştiği anlaşılmaktadır.

Toplumun içindeki bu elitlerin lapis lazuli, gümüş, parfüm ve vücut bakım yağları vb. lüks tüketim ihtiyaçlarının karşılanması bağlamında Yukarı Dicle Bölgesi, Kuzeybatı İran, Orta Fırat Bölgesi, Habur Bölgesi ve Güney Mezopotamya arasında düzenli işleyen ve refah paylaşımını teşvik eden bir ticari hareketlilik söz konusudur. Nitekim Ubeyd Döneminin sonlarına doğru seramikte seri üretimi mümkün kılan çark keşfedilmiş, tapınak gibi ekonomiyi denetleyen dini yapılar ve kamusal mekânlar ortaya çıkmıştır. Bütün bu gelişmeler Zagros Dağları’ndan Akdeniz sahiline kadar Kuzey Mezopotamya’yı, Akdeniz sahilinden Basra Körfezi’ne kadarki Kuzey Suriye ve Güney Mezopotamya’yı gittikçe birbirine bakışık hale getiren ve ilişki içinde bulunan kültürlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bunu izleyen Uruk Çağında yağmura dayalı tarımın ve ev tipi hayvancılığın sürdüğü Kuzey Mezopotamya ve Kuzey Suriye ile sulu tarımı keşfeden ve geniş kapsamlı hayvan çiftlikleri kurmaya başlayan Güney Mezopotamya arasında ekonomik dengesizliğin başladığı görülür. Refah düzeyinin gittikçe güneyde odaklanmasına bağlı olarak kamusal otoritenin gelişip Güney Mezopotamya’yı merkezileştirmesi, kuzeyinde ve batısında kalan diğer alanların (Zagros’tan Akdeniz sahiline kadar uzanan kuzey kesimi) ise ekonomik üretiminin donuklaşarak zayıflaması ve buna bağlı bir tür taşralaşma sürecine girildiği anlaşılmaktadır. Geniş alanda saptanan bu merkez taşra ilişkisini hazırlayan koşullar içinde birçok etmen (Din, Feodalite vb.) arasında iklim koşullarının da başat bir rol oynadığına ilişkin öneriler söz konusudur. Bu bağlamda MÖ 4. binin sonu 3. binin başlarında Geç Uruk Çağı sürecinde yağışların düşmesi ve Dicle ve Fırat nehirlerinin güneye taşıdığı su miktarının azalması dolayısıyla suyun denetimi ve rasyonel kullanımı çerçevesinde güneydeki Sümer kentleri arasında rekabeti arttırmıştır. Saray etrafında ortaya çıkan bu yeni devlet organizasyonu Güney Mezopotamya’da refah biriktirmiş ve merkezileşme sürecini gerçekleştirmiştir. Uruk Çağının ortalarından itibaren gittikçe belirginleşen kuzey-güney taşra merkez ilişkisi zamanla bir tür kolonizasyona dönüşmüştür. Orta ve Aşağı Fırat Bölgesi ile Yukarı Dicle Bölgesinde yapılan arkeolojik kazılarda Geç Uruk Çağında Güney Mezopotamya’nın Zagrosların güneybatı eteklerinden Akdeniz sahiline kadar uzanan yağmura dayalı tarımın yapıldığı geniş alanda koloniler kurduğu ortaya konmuştur. Bu kolonizasyon hareketi Erhanedanlar Döneminin güneyde geliştirdiği yüksek refah düzeyi sürecinde aniden çökmüştür. Bu çöküş bazı bilim adamlarınca (Arslantepe, Norşun Tepe, Kurban Höyük, Kazane ile Hacınebi’de olduğu gibi) kuzeyden gelen (Hurriler) yeni nüfus hareketlerinin etkisi ile bir çatışma ve ticari yol güzergâhlarının istikrarsızlaşmasına bağlanmaktadır. Ancak bizim Ilısu Barajı su rezervuar alanındaki Yukarı Dicle Bölgesinde yapılan arkeolojik kazılardan (Kenan Tepe, Müslümantepe ve Başur Höyük ’den) elde edilen verilerden anladığımız kadarıyla bu kolonizasyonun çökmesi kavimler arası bir çatışmadan ziyade daha çok güneyde ortaya çıkan yüksek refahın denetim altına alınmasının ve pazarlanmasının daha karlı ve cazip hale gelmesiyle ilişkilidir. Gittikçe rant üreten tarımsal ve hayvansal yüksek üretim bir yandan merkezi otoriteyi güçlendirip kentleşme sürecine ivme kazandırırken bir yandan da yoğun bir iş gücü talebi ve istihdam alanı yaratmıştır. Sanayi devrimi ve sonrasında ortaya çıkan sanayileşme ve metropolleşme sürecinde de gözlemlendiği gibi taşra merkez ilişkisinin bir benzeri yukarıda betimlediğimiz yağmura dayalı tarımın yapıldığı taşralaşmış bölgelerdeki insanların (Hurri-Subari) bu geniş kapsamlı refahtan pay almak için güneye göç etmesiyle açıklanması daha makul görünmektedir. Nitekim Erhanedanlar Dönemi Sümer belgeleri, Akad Dönemi belgeleri ile Klasik Sümer/Eski Assur Dönemi belgeleri taşralaşmış Yukarı Dicle Bölgesindeki Hurri-Subarilerin kuzeyden güneye doğru kitlesel göçlerine atıflarda bulunmaktadır.

Müslümantepe üzerinde insan figurinleri olan buluntu. Fotoğraf ©Kazı Arşivi

Yukarı Dicle Bölgesi Geç Uruk Çağından Erken Tunç Çağına geçişte yukarıda belirttiğimiz gibi iklim koşullarının gittikçe değişmeye başladığı ve yağmura dayalı tarımın da istikrarsızlaştığından söz edilebilir. Bu iklimsel koşulların değişkenliğine güneyin sulu tarıma başvurarak aşması ve refah düzeyini yükseltmesi dolayısıyla kuzeyden güneye yapılan göçlerin etkisiyle yerleşim alanları seyrekleşmiştir. Bu dönemde Başur Höyük, Hırbemerdon Tepe, Gire Dimse, Müslümantepe, Yukarı Salat, Kenan Tepe, Ziyaret Tepe ile Gre Cano gibi yerleşim birimlerinde de bir tür merkezileşmenin geliştiği söylenebilir. Özellikle Müslümantepe ile Başur Höyük’deki dönemin yerleşimlerinin bir sur ile çevrelenmesi ve zengin mezar buluntuları dönem açısından dikkat çekicidir. Bu mezar buluntularının bir yandan Transkafkasya Hurri etkisi bir yandan yerel Mezopotamya Subari etkisini birlikte yansıtması Yukarı Dicle Bölgesinde bölgeye sonradan intikal eden Hurrilerin, Subarilerle kader birliği yaparak barış içinde bir yaşamı  inşa ettiklerini göstermektedir. Erhanedanlar Dönemi II-III ile birlikte kuzeyden güneye yapılan yoğun göçün de geliştirdiği istikrarsızlık gittikçe güney-kuzey arasında bir çatışmanın zeminini hazırlamıştır. Nitekim Adab Kralı Annemedu Döneminde ilk çatışma gerçekleşmiş bunu izleyen Akad Döneminde ise yeni ortaya çıkan Birleşik Mezopotamya’nın İmparatorları Sargon ve torunu Naramsin Döneminde Klasik Mezopotamya’nın taşrasını oluşturan Zagros Dağlarının eteklerinden Akdeniz sahillerine kadar uzanan geniş Subari-Hurri coğrafyası işgal edilerek sömürge haline getirilmiştir. MÖ 2200’e kadar süren bu istikrarlı sömürge düzenine yine bir doğal afet son vermiştir. Agade’nin Laneti metninde de genişçe ele alınan ve Akad İmparatorluğunun yıkılışını betimleyen tanrısal cezalandırma gerçekleşmiş ve Akad coğrafyasını sömürgeleriyle birlikte kuraklığa bağlı gelişen açlık ve sefaletin pençesine atılmıştır. Agade’nin Laneti metninde olay şu şekilde betimlenmiştir:

Müslümantepe’den Erken Tunç Çağı Mezarı. Fotoğraf ˝Kazı arşiv

Ekura saldırmaya cesaret eden, Enlil’e
karşı çıkan şehir

Agade,

Koruların toz gibi yığılsın
Tuğlaların yapıldıkları çamur
çukurlarına gitsin
Ağaçların ormanlarına dönsün
Boğazlanan öküzlerinin yerine
dulların boğazlansın
Kesilen koyunların yerine çocukların
kesilsin
Fakirlerin kıymetli çocukları suda
boğulsun
Agade,
Neşeli kalple yapılan sarayların
harabeye dönsün
Yıkıntılarının tepesinde tilkiler kuyruk
sallasın
…………..
Agade,
Tatlı akan sularının yerine acı su aksın
Kim bu şehirde yerleşmek isterse
yerleşecek yer bulamasın
…………..
Kalbi sakinleştirici bitkilerin yetiştiği
ovalarda
Kamış ve dikenden başkası yetişmedi
Agade,
Onun tatlı akan suların yerine acı
su aktı

Başta Tell Leilan olmak üzere Habur Bölgesinde saptanan ve MÖ 2200’lere tarihlendirilen Karacadağ volkan patlaması, Akad coğrafyasını büyük çapta etkilemiş ve kitlesel ölüm ve yıkımlara neden olduğu tespit edilmiştir. Yapılan Arkeometrik çalışmalarda 100 yıl kadar süren Akad Dönemi iklim koşulları günümüz iklim koşullarına benzediği, havaların belki biraz daha sıcak geçtiği anlaşılmıştır. Artan hava sıcaklıklarına paralel olarak volkan patlaması ile ortaya çıkan kül serpintisi ve bir tür zehir taşıyan hava akımları Akad coğrafyasında büyük yıkımlara neden olmuş, dönemin birçok yerleşim biriminin terk edildiği gözlenmiştir. Son dönemde Kuzeybatı İran’daki mağaralarda sarkıt ve dikitlerin gelişimi üzerinde yapılan Arkeometrik çalışmalarda, sarkıt ve dikitlerin kesitlerinde Akad Dönemine denk gelen tarihlerde Mezopotamya kaynaklı toz partiküllerinin yoğunlaştığı saptanmıştır. Böylece bir yandan iklim koşullarının yarattığı kuraklık ile bir yandan volkanik püskürtmenin neden olduğu bir felaketin izlerine ulaşılmıştır. Akad Dönemini sonlandıran klimatolojik etkenler ile volkan patlaması gibi doğal afetler Mezopotamya’yı büyük bir istikrarsızlığa sevk etmiştir. Zagros Dağlarından Mezopotamya’ya akıp gelen Guti-Lulubi göçebe istilacıları Mezopotamya’yı baştanbaşa talan edip yerleşik uygarlığı tahrip etmişlerdir. Bunu izleyen yaklaşık 100 yıllık süreçte muhtemelen iklim koşullarının da elverişli hale gelmesiyle Sümer kent devletleri tekrar canlanmış ve Güney Mezopotamya gittikçe yaralarını sarmaya başlamıştır. 100- 150 yıl kadar süren bu restorasyon çalışmalarının yarattığı istikrar ve refah dönemi, Klasik Sümer Çağı olarak tanımlanmaktadır. Ancak bu dönemde yine iklim koşullarının da etkisiyle Kuzey Suriye steplerinden gelerek Aşağı Fırat Havzası üzerinden Mezopotamya’ya giriş yapan göçebe, barbar Martu/Amurrular yeni bir istikrarsızlık ve dağınıklığa neden olmuşlardır. Bu dönemde Yukarı Dicle Bölgesi güneyi felakete sürükleyen doğal afetlerden ve ülkeyi istila edip istikrarsızlaştıran Gutilerin etkisinden uzak kalmış olmalıdır. Her ne kadar bu döneme ilişkin özel arkeoklimatolojik çalışmalar yapılmamış ise de Müslümantepe’nin stratigrafik gelişiminde bir istikrarsızlık veya felaket belirtisi gözlemlenmemiştir. Kuzey Suriye steplerinden gelip Mezopotamya’ya yerleşen ve kısa bir süre içinde kuzeyde Assur (Şamşi- Adad), güneyde Babil (Hammurabi) Hanedanlıklarını kuran Amurruların Mezopotamya’ya istikrar getirmesi kentleşme sürecini pekiştirerek kısa sürede merkezi bir otorite etrafında birleştirmiş ve sadece Mezopotamya’da değil etkileri bütün Yakın Doğu’da görülecek yeni istikrarlı bir dönemin temellerini atmışlardır. Bu şekilde istikrara kavuşan Mezopotamya’daki Assur hükümdarı Şamşi-Adad ve oğulları döneminde Yukarı Dicle Bölgesindeki Subari/Hurri coğrafyasına yönelinmiş, bölgeden geçen ticaret yollarının güvenlik önlemleri alınmış ve bölgedeki krallıklar bir tür haraca bağlanmışlardır. Kuzey Mezopotamya’da gittikçe güç kazanıp gelişen Eski Assur Krallığı Afganistan’dan başlayıp Kayseri üzerinden Ege sahillerine kadar ulaşan Harran-Şarri yol ağını yeniden aktifleştirerek geniş alana yayılan ticari faaliyetleri organize etmiştir. Kuzey Suriye üzerinden etkileri Kıbrıs ve Mısır’a kadar ulaşan bu ticari faaliyetler yeni bir sömürü sistemi oluşturmuş, Mezopotamya’nın geniş ölçüde zenginlik ve refahını arttırmıştır. Gerek Yukarı Dicle Bölgesindeki arkeolojik kazılardan gerekse Mardin, Urfa ve Diyarbakır bölgesinde yaptığımız yüzey araştırmalarında bu yol güzergâhları belirlenmiş, dönemin silindir mühür ve mühür baskılarıyla temsil edilen ticari faaliyetleri açıkça belgelendirilmiştir. Bu ticari faaliyetlerin yarattığı zenginlikler başlangıçta Anadolu ve Mezopotamya’da hükümdarlık süren Krallıklar arasında bir dayanışma ve paylaşımı teşvik etmiş ve bir süre sonra da aralarında ciddi rekabetin de ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Müslümantepe Höyük, uzaktan görünüm. Fotoğraf ©Kazı Arşivi

Geniş alana yayılan bu ticari faaliyetlerin yarattığı istikrar içinde gelişen refah, kültür ve sanat, sanki bir tür “Uluslaşma” bilinci ve sürecini de teşvik etmiş gibidir. Anadolu’da Hattuşili’nin Hattioğlulları söylemi bağlamında yaratmaya çalıştığı millet ile Mezopotamya’da gerçekte bir Amurru kabile(si) tanrısı olan Tanrı Assur hükümranlığı altında kurulan ve hanedana dayalı taht meşruiyeti sağlayan çabalar bir tür “ulus devlet” ideolojisi olarak değerlendirilmelidir. Bu bağlamda ortaya çıkan yeni devlet/hanedan ideolojisi bir önceki kuşakta yer alan ve bir tür tüccar da olan kralların arasındaki menfaate dayalı barış ve dayanışma ortamını zehirlemiş, birinci kuşak kralların yerlerine geçen yeni nesil varisler arasındaki ilişkileri arttırarak, çatışmacı bir ortama doğru evirmiştir. Böylece Yakın Doğu coğrafyasında yavaş yavaş güçlü imparatorlukların ortaya çıktığı döneme evrilmeye başlandı. Hatti (Anadolu) Ülkesinde koloni çağının önemli Neşa krallarından Annitta’nın soyundan geldiğini söyleyen Hattuşili’nin Hatti Krallıklarını ele geçirerek bir imparatorluğun temelini inşa etti. Hattuşili’nin ardılı olan Murşili Hattuşa’dan yola çıkarak Kuzey Suriye ve Mezopotamya’nın kalbi olan Babil’i fethederek Orta Tunç Çağı güçlü krallıklarının sonunu getirdi. Kendisinin Babil’i hakim kıldığı Kassitler coğrafya ve kültür yabancısı olarak uzun süre Mezopotamya’yı düşük profilde stabil tuttu. Kendisinin muzaffer bir kral olarak Hattuşa’ya dönüşünde Adana-Maraş yöresinde bir suikasta kurban gitmesi Anadolu’daki Hitit İmparatorluk teşebbüsünü de akamete uğrattı. Yukarı Dicle Bölgesinde yapılan arkeolojik kazılardan dönemin doğal afetlerinin ve çatışmaların izlerini taşıyan yapı katları açığa çıkarıldı. Yukarı Salat Tepe’de ve Müslümantepe’de geniş ölçüde bir yıkıma neden olan depremin yıkıntıları bu tip felaketlerin bir kanıtı olarak saptandı. Depremden sonra yeniden inşa edilen ve daha zayıf bir mimari karakteristiği yansıtan tabakalar, depremin yaşamı yoksullaştırdığına ilişkin önemli bir bulgu olmalıdır. Bu yeni yaşam da kısa bir süre sonra muhtemelen bir düşman saldırısının neden olduğu bir yangınla son bulmuştur. Yukarı Dicle Bölgesindeki Orta Tunç Çağı ile Geç Tunç Çağı arasındaki geçişte bu tip bir çatışma izleri yaygın olarak saptanmıştır. Bu bağlamda MÖ 16. yüzyılda Yukarı Dicle Bölgesi gerek doğal afetler ve gerekse iç çatışmalar etkisi altında gittikçe istikrarsız bir döneme girdiği anlaşılmaktadır. MÖ 15. yüzyılla birlikte taht kavgaları gibi kendi iç sorunlarını çözüp istikrara kavuşan Hitit Devleti bir imparatorluk haline gelme sürecine girdi. Aynı dönemde Hurri/Subari krallıklarını kendi hâkimiyeti altında birleştirip imparatorluk haline getirmeye başlayan Mitanni Hanedanlığı kuruldu. Babil’deki Kassit Hanedanlığı da bu süreçte gittikçe zayıflamış ve yerini Assur’da doğacak olan imparatorluğa bırakmaya başladı. Assur MÖ 14. yüzyıl ortalarına kadar bazen Kassitlerin bazen de Mitannilerin etkisi altında kaldığı, ancak Assur-Ubalit ile birlikte yükseliş sürecine girerek Yakın Doğu’nun önemli bir imparatorluğu haline gelmeye başladı.

Gire Cano Höyüğün uzaktan görünümü.

Geç Tunç Çağı aynı zamanda İmparatorluk Çağı olarak da bilinir. Anadolu’da Hitit İmparatorluğu, Kuzey Mezopotamya ve Kuzey Suriye’de Hurri-Mitanni İmparatorluğu, Mezopotamya’yı birleştirerek kendi hâkimiyeti altında bir İmparatorluğa dönüştüren Assur İmparatorluğu Yakın Doğu’nun en önemli aktörleri olarak ortaya çıkmışlardır. Özellikle de Hurri/Subari coğrafyası üzerindeki rekabetleri zaman içinde bu üç İmparatorluk arasında çatışma ve savaşlara neden olmuş, ilginç bir biçimde Kuzey Suriye’deki Hurri kentlerini kontrol etme amacıyla 19. Hanedanlığın yönetimindeki Mısır’da bu rekabete bir biçimde dahil olmuştur. İmparatorlukların arasındaki bu çelişki ve çatışma aynı zamanda güçlü ordular kurmayı ve beslemeyi zorunlu kılmıştır. Bu süreçte gerek üretim fazlalığı ve gerekse ganimet imkânlarıyla gelişkin kentler inşa edilmeye ve bayındır hale getirilmeye devam edildi. Böylece kentli bir yaşamın gerektirdiği bayındırlık faaliyetleri, detaylandırılmış, estetize edilmiş dini ritüeller, anıtsal yapılar, kültür ve sanat yaratıları yukarıda belirttiğimiz Yakın Doğu İmparatorluklarının başlıca kentlerinde gelişmeye başladı. Zaman içinde İmparatorlar bu görkemli yaşamı sürdürülebilir kılmak için geniş kaynaklara sahip olma baskısı altına girmiş ve gittikçe ganimet sağlayıcı savaşları sürekli hale getirmişlerdir. Savaş-Ganimet kısır döngüsü gittikçe imparatorlukları bir handikap içine sürüklemiştir. MÖ 13. yüzyılın ikinci yarısında yine iklim koşullarının değişimine paralel olarak kurak geçen mevsimlere girildi. Böylece imparatorlukların taşrasında yaşayan ve tarımsal faaliyetlerle yaşamlarını sürdüren köy ve kasabalar bir yandan kıtlık ile bir yandan imparatorlukların ağır vergileri altında ezilmeye başlandı. Doğanın ve imparatorlukların baskısı altında gittikçe çözümsüz kalan taşra insanları çareyi göçebeliğe geçişte buldu. Böylece kent yaşamını ayakta tutan ve imparatorlukların savaş mekanizmasının besleyen ve lojistiğini sağlayan taşra çöktü. Kısa bir süre sonra bu çöküşe neden olan kuraklık ve depremler kent yaşamının da sonunu getirdi. Kuraklığın baskı altına aldığı Kuzey Yarımküre ’deki göçebe kavimler, Karadeniz’in batısından (Balkanlar üzerinden) ve doğusundan (Kafkaslar üzerinden) güneye (Önasya’ya) doğru hareket etmiş ve bu hareket domino etkisi yaratarak kavimlerin ardı sıra toplu halde göç etmesine neden olmuştur. Bu şekilde gelişen kavimler göçü birbirlerini yerinden ederek, Anadolu ve Mezopotamya üzerinden bir silindir gibi geçmiş ve güneydeki Mısır’a doğru akmıştır. Mısır Firavunu Merneptah bu insan seli dalgasını ancak Sina Yarımadasında durdurarak kavimler hareketinin ivmesini kesintiye uğratmıştır. Merneptah ve onu izleyen III. Ramses’in göçebe kavimlere karşı amansız mücadelesi, göçebe kavimlerin her birinin bulunduğu yerde iskân olmasını ve orada bir yaşam kurmasını teşvik etmiştir. Böylece kuraklık ve depremlerin tetiklediği insan göçü, bir felaketle sonuçlanmış, Anadolu, Mezopotamya ve Suriye’de imparatorlukların inşa ettikleri kent uygarlığı son bulmuş, bunu izleyen ve yaklaşık 250-300 yıl kadar devam eden barbar göçebelerin hüküm sürdüğü bir karanlık döneme girilmiştir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, insanın yeryüzündeki hareketliği ile başlayan uygarlaşma serüveni başından beri dünyanın jeomorfolojik, hidrojeolojik, klimatolojik vb. doğanın devingenliğinin etkileri altında gelişmiştir. Doğadaki varlığını biricik hale getirmek için bir yandan yatay düzlemde doğayı dönüştürerek, bir yandan dikey düzlemde kendi içine doğru yolculuklar yaparak maddi ve manevi kültürünü inşa etmiştir. İnsan bütün çelişki ve çatışmalarına rağmen bir bakıma doğanın çocuğu olarak var olmuş ve hala bu doğal varlık alanını terk edebilmiş değildir. Doğa üzerine egemen olan yasaları ve onların kendi hayatında yarattığı trajediler, zaman içinde sağaltımlar aracılığıyla denetim altına almayı denemiş, bazen de teknik başarılar yakalayarak onların hayatı üzerindeki kahredici baskısını hafifletmeyi başarmıştır. Bu bağlamda uygarlığının ilk adımlarında doğal afetleri kendisine yöneltilen Tanrısal bir cezalandırma modeli olarak kurgularken, günümüzde ise kendi yarattığı teknolojik atık ve kirlilik ile Doğanın hayatını riske sokmuştur. İçinde bulunduğu doğal ortamdaki bitki ve hayvanların habitatını tahrip ederek büyük oranda soykırıma uğratmış, doğanın dengesini bozarak kendi türünün dahi yaşam imkânlarını zora sokmuştur.

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER