Tarihöncesi Dönemde Hasankeyf: Hasankeyf Höyük Kazıları

Hasankeyf Höyük’ün önemi, yalnızca Hasankeyf çevresindeki kültür tarihlerinin oldukça eskiye dayandığını göstermekle sınırlı kalmaz. Radyokarbon ölçümlerinden anlaşıldığı gibi, yerleşmenin MÖ 10. binyılın sonuna doğru, henüz bilinmeyen bir nedenle terk edilmiş olduğu söylenebilir. Bu durum, 10 metreye yakın Neolitik Çağ kültür dolgularının yaklaşık olarak 500 yıllık süreçte oluşmuş olduğu anlama gelir. Bu tür höyükleşmenin, aynı yere uzun süre devamlı olarak iskan edildiğinde, yerleşmeye dışardan getirilmiş, toprak, kil ve taş gibi yapı malzemelerinin azar azar birikmesiyle meydana geldiği bilinir. Dolayısıyla, kısa süreli ya da mevsimsel iskanlarda höyükleşme sürecinin pek ilerleme göstermeyeceği düşünülür. Hasankeyf Höyük’te Neolitik Çağ boyunca höyükleşme sürecinin hızla ilerlediği ve dolayısıyla burada sürekli bir iskan faaliyetinin olduğu söylenebilir.

Hasankeyf H genel görünüm, Kazıevi Arşivi.

Ortaçağ’ın önemli kent merkezlerinden biri olarak bilinen Hasankeyf, iskan tarihi bakımından çok daha eskiye dayanan bir geçmişe sahiptir. Kale’nin bulunduğu Yukarı Şehir’de ve modern Hasankeyf kentinin altında kalan Aşağı Şehir’de, Roma Dönemine ait kalıntılara yer yer rastlanırken, Hasankeyf merkezinin kuş uçuşu 1,5 km doğusunda, Dicle Nehri’nin kuzey kıyısında yer alan Hasankeyf Höyük’te ise, günümüzden yaklaşık olarak 11,500 ile 11,000 yıl öncesine ait bir Neolitik Çağ yerleşmesi tespit edildi.

Hasankeyf’in de bulunduğu Yukarı Dicle Havzası’nda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun diğer bölgelerinde olduğu gibi, dev baraj inşaatlarıyla teşvik edilen kurtarma kazı projeleri başlamadan önce, arkeolojik bulgular oldukça sınırlı idi. Buna karşın, sınır ötesindeki Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta uzun yıllardır devam eden arkeolojik faaliyetler sayesinde çok sayıda yerleşme yeri saptanmış ve oldukça zengin bulgular ortaya çıkarılmıştı. Yakındoğu ya da Kuzey Mezopotamya’nın kültür tarihleri, uzun bir süre boyunca bu verilere dayanarak değerlendirildi ve Türkiye sınırlarında bulunan çeşitli eski kültürler için adeta sınırlar oluşturulmuş gibi algılandı.

Bu durum Neolitik Çağ için de geçerli idi. Ilısu Barajı etkileşim alanına yönelik kurtarma kazı projesi başlamadan önce, Yukarı Dicle Havzası’nda Neolitik Çağ yerleşmesi olarak, yalnızca Hallan Çemi ve Demirköy Höyük biliniyordu. Üstelik Hallan Çemi de, Sason Barajı’nın yapımı sırasında başlatılmış bir kurtarma kazısı sırasında keşfedilmişti. Ilısu Barajı kurtarma kazıları sayesinde Erken Neolitik Çağ yerleşmeleri Körtik Tepe, Hasankeyf Höyük, Gusir Höyük ve Boncuklu Tarlası ile Geç Neolitik Çağ yerleşmeleri Salat Camii Yanı ve Sumaki Höyük’te kazı çalışmaları gerçekleştirildi. Yukarı Dicle Havzası’nın Neolitik Çağı’na dair elimizdeki bilgilerin henüz yeterli olduğu söylenemez. Ancak son yıllarda ele geçen yeni bulgular, bu bölgedeki ilk yerleşik köyün saptanmasına, tarım ve hayvancılığa nasıl geçildiği konusunda genel bir fikir oluşmasına, ayrıca Güneydoğu Anadolu’nun diğer bölgelerin yanısıra, Suriye ve Irak ile olan ilişkilerinin de ele alınmasına da olanak sağladı.

Yuvarlak planlı özel bina.

Dicle kıyısında doğal bir yükselti üzerinde yer alan Hasankeyf Höyük, yaklaşık olarak 200 x 160 metre boyutlarında ve etrafındaki ova seviyesinden 8 metre kadar yüksektedir. Dicle’ye paralel olarak doğu-batı yönünde uzanan Raman Dağı, höyüğün arkasında uzanan dar bir düzlüğün ardından aniden yükselir ve bu dağdan aşınarak açılan derin bir vadi, yerleşmenin güneybatısında Dicle’ye kavuşur. Günümüzde höyük etrafındaki bitki örtüsünün pek zengin olduğu söylenemez. Ancak Raman Dağı’nın yüksek kesimlerinde sıkça rastlanan meşe ağaçları ve derin vadilerde yer yer karşımıza çıkan yabani fıstık, badem ve çitlembik ağaçları, bitki örtüsünün bugünkü halinin yalnızca doğal koşullara bağlı olmadığını, insan ve evcil hayvan faaliyetlerinin bir sonucu olarak algılanması gerektiğini gösterir. Bölgenin tarihöncesi dönemde daha zengin bir bitki örtüsüne sahip olduğu, kazı esnasında ele geçen çeşitli bitki kalıntılarından da anlaşılır. O zamanki çevre koşullarının yabani hayvanlar için de elverişli ve çekici olduğu, yine bol miktarda bulunan çeşitli yabani hayvan kemiklerinden kolayca tahmin edilebilir. Ayrıca, tatlısu balıkları ve su kuşlarına ait kemiklerin de bolca ele geçmesi, o dönemdeki insanların yerleşme önünde akan Dicle Nehri’nden yararlanmış olduğunu gösterir.

Hasankeyf Höyük, 2000’li yılların sonlarına doğru Prof. Dr. Abdüsselam Uluçam başkanlığındaki Hasankeyf kazı ekibi tarafından gerçekleştirilen, Hasankeyf çevresindeki geniş çaplı yüzey araştırması sırasında keşfedildi. Hasankeyf çevresindeki kültür tarihini aydınlatmak amacıyla, Hasankeyf Arkeolojik Kazı Başkanlığınca 2009 yılında başlatılan Hasankeyf Höyük kurtarma kazıları, daha sonra aynı çerçeve altında Japonya Tsukuba Üniversitesince oluşturulan bir ekip tarafından yürütüldü. 

Şimdiye kadar Hasankeyf Höyük’te ekibimiz tarafından 2011-2014 yılları arasında, dört sezonluk kazı çalışması gerçekleştirildi. Bu çalışmalar sırasında Erken Neolitik ile Demir (Yeni Asur) çağlarına ve Hellenistik Döneme ait bulgular tespit edildi. Neolitik sonrası dönemlere ait kalıntılara, höyüğün tepe kısımlarında, yalnızca çukur ya da mezarlarda rastlandı. Höyük üzerinde geç dönem tabakalarının bulunmaması, doğrudan Neolitik Çağ tabakalarına ulaşılmasını sağladı ve çalışmalarımız da bu kesimde yoğunlaştırıldı.

Hasankeyf Höyük’ün doğu yamacında ise, kültür dolgularının kalınlığını ve ilk iskan tarihini tam olarak tespit etmek amacıyla derin sondaj çalışmaları gerçekleştirildi. Burada höyüğün zirvesinden yaklaşık 9,5 metre derinlikte ana toprağa ulaşıldı. Oldukça ince ve temiz kumdan oluşan bu ana toprağın kalınlığı henüz tam olarak tespit edilmemiş olmakla birlikte, en az 1,5 metre kalınlığa sahip olduğu anlaşıldı. Nehir terasında birikmiş bu kum tabakası ile ilgili ilk aklımıza gelen, bunun Dicle Nehri ile ilişkili olabileceği oldu. Ancak gerek birikmiş kumun oldukça ince taneciklerden oluşup, hemen hemen hiç yabancı madde içermemesi, gerekse bu tabakanın günümüzdeki Dicle’nin su seviyesinden yaklaşık 15 metre yukarıda bulunmuş olması, doğrudan Dicle Nehri’nin akış sistemine bağlanmasının doğruluğu konusunda şüphe uyandırır. Bu kum tabakasını oluşturan jeolojik etkenler henüz açıklığa kavuşmasa da, Hasankeyf Höyük’ün tarihöncesi sakinlerinin bu kum tabakası üzerine doğrudan yerleşmiş olduğu, bu tabaka içine kazılmış sığ çukurlar ile tabaka üzerine düzgün olarak konulmuş taşlardan anlaşıldı.

Şimdiye kadar gerçekleştirilen çalışmaların ön sonuçları, derin sondajın en alt tabakalarında tespit edilen mimari kalıntılar ve küçük buluntular ile üst tabakalardakiler arasında büyük farklar olmadığını gösterdi. Nitekim, en alt kültür tabakalarından elde edilen radyokarbon ölçümlerine göre, Hasankeyf Höyük’ün MÖ 10. binyılın ortalarında iskan edilmeye başladığı anlaşıldı. Jeoloji terminolojisine göre Holosen başlarına denk gelen bu tarihler, arkeolojik kronolojiye göre ise Neolitik Çağ başlarına denk gelir. Dolayısıyla Hasankeyf Höyük’ün, elverişli iklim koşullarının oluşmasıyla birlikte, Çanak Çömleksiz Neolitik Dönemin başında (PPNA döneminde) iskan edilmeye başladığı söylenebilir.

Derin sondaj dışındaki Neolitik Çağ üst tabakalarından elde edilen radyokarbon ölçümlerine göre, Hasankeyf Höyük Neolitik Dönem tabakalarının MÖ 10. binyılın ikinci yarısına tarihlendiği anlaşıldı. Bu tarihler yerleşmenin Hallan Çemi, Demirköy Höyük, Körtik Tepe ve Gusir Höyük gibi, Yukarı Dicle Havzası’nda yer alan diğer Erken Neolitik Çağ yerleşmeleri ile hemen hemen çağdaş olduğunu gösterir. Nitekim, Hasankeyf Höyük ile bu yerleşmeler arasında mimariden ölü gömme adetlerine, yontma taş aletlerden küçük buluntulara kadar birçok yönde ortak kültürel öğelerin paylaşıldığı bilinir. Ayrıca son yıllarda Göbekli Tepe’den elde edilen radyokarbon ölçümlerine dayanarak, bu yerleşmelerin, yuvarlak planlı özel yapıların bulunduğu Göbekli Tepe III. tabakasıyla hemen hemen çağdaş olduğunu eklemekte yarar var.

Hasankeyf Höyük’ün önemi, yalnızca Hasankeyf çevresindeki kültür tarihlerinin oldukça eskiye dayandığını göstermekle sınırlı kalmaz. Radyokarbon ölçümlerinden anlaşıldığı gibi, yerleşmenin MÖ 10. binyılın sonuna doğru, henüz bilinmeyen bir nedenle terk edilmiş olduğu söylenebilir. Bu durum, 10 metreye yakın Neolitik Çağ kültür dolgularının yaklaşık olarak 500 yıllık süreçte oluşmuş olduğu anlama gelir. Bu tür höyükleşmenin, aynı yere uzun süre devamlı olarak iskan edildiğinde, yerleşmeye dışardan getirilmiş, toprak, kil ve taş gibi yapı malzemelerinin azar azar birikmesiyle meydana geldiği bilinir. Dolayısıyla, kısa süreli ya da mevsimsel iskanlarda höyükleşme sürecinin pek ilerleme göstermeyeceği düşünülür. Hasankeyf Höyük’te Neolitik Çağ boyunca höyükleşme sürecinin hızla ilerlediği ve dolayısıyla burada sürekli bir iskan faaliyetinin olduğu söylenebilir. Nitekim aşağıda görüleceği üzere, Hasankeyf Höyük’te gerçek anlamda konut diyebileceğimiz taş duvarlı yapıların bulunması, çok sayıda gömünün tespit edilmesi, oldukça kalın bir kültür dolgusu ile karşılaşılması ve öğütme taşı gibi taşınması zor, büyük ve ağır aletlerin bol miktarda bulunması, buradaki toplumun daha önceki dönemleri yansıtan göçebe yaşam biçimini terk ederek yerleşik yaşama geçmiş bir topluluk olduğu görüşünü destekler.

En az 6 milyon yıla dayandığı bilinen insanlık tarihi boyunca atalarımızın, çoğu zaman sürekli göç ederek, yabani bitkiler ve hayvanlardan yararlanarak geçimlerini sağladığı bilinir. Ancak Son Buzul Çağının sona ermesi ile, dünyanın bazı yerlerinde ilk yerleşik köylerin ortaya çıkmaya başladığı görülür. Uzun süre alışılagelen göçebe yaşamı bırakıp, yerleşik hayata geçmesinin, yalnızca o zamanki insan topluluğu için değil, insanlık tarihi bakımından da oldukça büyük ve önemli bir değişim olduğu kabul edilir. Holosen başlarında, yani günümüzden yaklaşık 11,500 yıl önce, elverişli iklimsel koşulların oluşmasıyla iskan edilmeye başlayan Hasankeyf Höyük’ün, Yukarı Dicle Havzası’ndaki ilk yerleşik köylerden biri olduğu söylenebilir.

Dörtgen planlı yapı, 3 dikili taş buluntusu Göbeklitepe ile ilişkisini gösteriyor.

Mimari Kalıntılar

Hasankeyf Höyük’te, boyut ve sahip olduğu özelliklere göre, özel yapı, normal konut ve depolama yeri olmak üzere üç gruba ayrılan, oldukça iyi korunmuş mimari kalıntılara rastlandı. Bu kalıntıların ayrıca, alt tabakalarda yuvarlak planlı olduğu, höyüğün zirvesine yakın en üst tabakasında ise, köşeleri hafifçe yuvarlatılmış dörtgen plana dönüştüğü görülür.

Şimdiye kadar Hasankeyf Höyük’te yalnızca iki adet dörtgen planlı yapı tespit edilebildi. Ancak her iki yapının höyüğün zirve kesiminde bulunmasının yanı sıra, etrafında bulunan yuvarlak planlı yapıları kısmen tahrip ederek inşa edilmiş olması, bu dörtgen planlı yapıların yuvarlak planlı yapılardan daha geç bir döneme ait olduğunu kanıtlar. Dolayısıyla Hasankeyf Höyük’te Erken Neolitik Çağa ait en az iki evrenin var olduğu söylenebilir. Ayrıca Neolitik Çağ kültür dolgularının yaklaşık 10 metreye vardığını düşünürsek, alttaki yuvarlak planlı yapı evresinin aslında bir kaç alt evreye ayrılabileceği de varsayılabilir. Ancak elimizde henüz somut bulguların olmaması nedeniyle, şimdilik dikdörtgen planlı yapı evresi ile yuvarlak planlı yapı evresi olmak üzere, iki evrenin varlığından söz etmekle yetinmek zorundayız.

Planlarda farklılık görülmesine karşın, bu iki yapı türü arasında inşaat tekniği açısından önemli değişiklikler görülmez. İlk önce zemin kazılarak büyük bir çukur oluşturulur. Sonra bu çukurun içine sarımsı kahverengi bir kil, harç olarak kullanılarak taşlar ile duvar örülür. Bu kilin kuruyken oldukça sert ve katı olması, duvarı ve yapıyı sağlam tutmasını sağlar. Taş duvarların en alt sırasına temel taşı niteliği taşıyan büyük boy kireç taşları konulur, üst sıralar ise günümüzde de Dicle Nehri kıyısında kolayca bulunabilen yassı çay taşları ile örülür. Ve en son olarak bu taş duvarın iç yüzeyi harç için de kullanılan aynı kil ile sıvanır. Toprağa yarı yarıya gömük olduğu anlaşılan bu yapıların derinliği ise, aşınma ya da korunma durumuna bağlı olarak yapıdan yapıya değişir. Ancak en iyi korunmuş durumdaki bir yapıda bile, yapı tabanı düşey düzlemden 1,5 metre kadar daha aşağıdadır.

Yakındoğu Neolitik Çağ konut yapılarının, toprağa yarı yarıya gömük yuvarlak planlı yapıdan toprak üstünde inşa edilen dörtgen planlı yapıya dönüştüğü bilinir. Bu önemli değişikliğin, Çanak Çömleksiz Neolitik A (PPNA) Döneminden, Çanak Çömleksiz Neolitik B (PPNB) Dönemine geçiş sırasında, yani MÖ 9. binyılın ortalarında meydana geldiği kabul edilir. Hasankeyf Höyük’teki yeni bulgular, yapıların dörtgen plana dönüşümünün, MÖ 10. binyılın sonuna doğru, Yakındoğu’nun diğer bölgelerden daha erken bir dönemde gerçekleştiğini gösterir. Ancak bu dikdörtgen planlı yapıların, inşaat tekniği bakımından yuvarlak planlı yapılar ile pek farklı olmayıp, hala toprağa yarı yarıya gömük şekilde inşa edilmiş olması, Hasankeyf Höyük dikdörtgen planlı yapı evresinin, mimari kalıntıların genel değişim sürecindeki geçiş aşamasında olduğu şeklinde yorumlanabilir.

Kemik levha

Şimdiye kadar Hasankeyf Höyük’ün alt tabakalarında farklı seviyelerde 30’dan fazla yuvarlak planlı yapı tespit edildi. Çapları 4 ile 5 metre arasında değişen bu yapıların, günlük yaşam faaliyetleri için kullanılmış normal evler olduğu düşünülür. Mekan içinde ocak ya da fırın gibi bir ateş yerinin bulunmamasına rağmen, taban üzerine bırakılmış şekilde çok sayıda öğütme taşına rastlanmış olması bu görüşü destekler. Kazı çalışmaları sırasında bu tür yuvarlak planlı yapıların, birbirlerine bitişik ve oldukça yoğun bir şekilde inşa edilmiş olduğu görüldü. Höyüğün tamamını kapsayacak şekilde gerçekleştirdiğimiz jeofizik araştırmaları sonucunda, bu yoğunluğun henüz kazılmamış alanda da aynı biçimde devam ettiği anlaşıldı. Dolayısıyla Hasankeyf Höyük’te, Hallan Çemi’de olduğu gibi, herhangi bir mimari kalıntıdan yoksun ve meydan olarak değerlendirilen bir açık alanın, en azından yerleşmenin ortasında bulunmadığı söylenebilir.

Ayrıca Hasankeyf Höyük’te yuvarlak planlı yapıların, aynı yerde bir kaç kez, art arda inşa edilmiş olduğu da görülür. Bunlar arasında en erken tarihli yapının en büyük olması ve daha sonra inşa edilen yapıların gitgide küçülmesi, birkaç yuvarlak planlı yapının aynı yerde iç içe bulunmasına neden olmuştur. Yapının bir dizi yenileme süreci olarak ele alınabilen bu uygulamanın, toprağa yarı gömük binalar onarılırken yeniden bir çukur kazılmasına gerek olmadan, işgücü açısından oldukça tasarruflu ve mantıklı bir yöntem olduğu söylenebilir.

Höyüğün zirvesine yakın bir noktada tespit edilen ve 3 no.lu yapı olarak adlandırdığımız dörtgen planlı yapı, kenar uzunlukları 9 metreyi bulan oldukça büyük bir yapıdır. Etrafında bulunan yuvarlak planlı yapıyı kısmen tahrip ederek inşa edilmiş bu yapıda, farklı seviyelerde üç taban tespit edildi. Bu büyük yapının en çok göze çarpan özelliği ise, yapının iyi durumda korunmuş en alt taban seviyesinde kireçtaşından yapılmış bir dikilitaşın orijinal yerinde bulunmasıdır. Yapının yenileme aşamasında en alt tabanın 30-40 cm üstünde yeni bir taban oluşturulurken, bu dikilitaşın üst kısmı bilinçli olarak kırılmış ve geri kalanı da taban altına gömülmüştür. Dolayısıyla bu dikilitaşın yüksekliği tam bilinmemekle birlikte, genişliğinin 85 cm’yi bulduğunu düşünürsek, bir hayli uzun olduğu tahmin edilebilir.

3 no.lu yapıda, dikilitaşın dışında ayrıca, kanalı andıran ve kapak taşlarıyla birlikte bulunan bir çift taş sırası da tespit edildi. Bunların yanısıra, duvarı taşla örülmüş bir çukur ve kilden yükseltilmiş bir platformun bulunması, bu yapının sıradan bir ev olmayıp, buradaki topluluk tarafından ortaklaşa kullanılan ve törensel amaca yönelik özel bir bina olduğunu gösterir. Ayrıca bu yapı tamamen kazılıp, daha alt tabakalara inildiğinde, yapının tam altında çapı 7 metreyi bulan nispeten büyük, yuvarlak planlı yapılara da rastlandı. Eski bir evreye ait olduğu anlaşılan bu yapıların bir tanesinde, zemini taş döşemeli bir kil platform bulunması, bu yapıların da özel yapı niteliği taşıdığını düşündürür. Eğer bu doğru ise, özel yapıların aynı yerde üst üste inşa edilmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Neolitik Çağ yerleşmeleri içinde normal konut yapılarından farklı özellikler taşıyan özel yapıların varlığı, ilk olarak Diyarbakır ili Ergani ilçesi yakınındaki Çayönü’nde ortaya çıktı. Buna örnek olarak, büyük taş döşemeleri ve dikilitaşları ile Saltaşlı Yapı, başta kafatası olmak üzere içinde çok sayıda insan iskeleti bulunan Kafataslı Yapı ve oldukça kalın ve sert bir kireç tabana sahip Terazzo Yapısı gösterilebilir. Ancak bu yapıların tespit edildiği 1960 ve 1970’li yıllarda başka bir yerde benzer örneğe hiç rastlanmamış olması ve Güneydoğu Anadolu’nun uzun süre Yakındoğu Neolitiği’nde kenar bölge olarak değerlendirilmiş olması, Çayönü’ndeki özel yapıların varlığının, yorumlanması güç, olağandışı bir durum olarak algılanmasına neden olmuştur.

Ancak daha sonra Atatürk Barajı’nın etkileşim alanı içinde yer alan Nevalı Çori’de de içerisinde terazzo taban ile T biçimli dikilitaşlar yer alan özel yapılar tespit edilince, bu durumun yalnızca Çayönü’ne özgü olmayıp, Göneydoğu Anadolu’nun genel bir özelliği olabileceği düşünülmeye başlandı. Son yıllarda İç Anadolu’da, Suriye’nin Orta Fırat Havzası’nda ve Güney Levant’ta da özel yapılara rastlanmaya başlayınca, bu yerleşme düzeninin yalnızca Güneydoğu Anadolu’da sınırlı kalmayıp, Yakındoğu’nun geniş bir alanı için geçerli olan Erken Neolitik Çağ’ın vazgeçilmez bir unsuru olarak ele alınması mümkün oldu. Hasankeyf Höyük dışında Gusir Höyük’te de içerisinde dikilitaşlar bulunan yapılara rastlanmış olması, Yukarı Dicle Havzası’nın da aynı düzene sahip olduğunu gösterir.

 

Ölü Gömme Adetleri

Hasankeyf Höyük’te Neolitik Çağa ait 100’den fazla gömü tespit edildi. Bu gömülerde hem yetişkin, genç, çocuk ve bebek olmak üzere her yaş grubunun bulunması, hem de erkek ile kadın oranının hemen hemen eşit olması, ölülerin yaş ve cinsiyet ayrılmaksızın yerleşme içine gömülmüş olduğunu gösterir. İnsan iskeletlerinin çoğu, toprağa yarı gömük yapıların tabanları altında ve duvara bitişik şekilde tespit edildi. Taban altının da dikkatle incelendiği 30 no.lu yapıda ise, aynı mekân içinde toplam yedi adet gömü tespit edildi. Benzer şekilde, aynı mekânda birden fazla gömü bulunduran başka yapılara yerleşmede sıkça rastlandı. Aynı yapının tabanı altında birlikte gömülmüş bu bireylerin birbirleriyle ilişkileri henüz bilinmiyor. Ancak gömülerin üzerinin yapı tabanı ile kapatılmış olması, ölülerin terk edilmiş bir yapıya gömülmüş olabileceği ve bu konutta oturanların belli bir süre ölüleri ile aynı mekânı paylaşmış olabileceğini düşündürür.

Gömü hediyesi bulunuş

İskeletlerin çoğu, sağa veya sola yatırılmış hocker (kol ve bacakların karına doğru çekilerek büzülmesi) pozisyonunda gömülmüştür. Ancak sayısı az olmakla birlikte, aralarında sırtüstü veya yüzüstü bakacak şekilde gömülmüş bireylere de rastlandı. Bunların dışında uzun yatırılmış şekilde gömülmüş bir örnek ise, kafatasının alınmış olması açısından ilgi çekicidir. Kafatasının yerine disk biçimli kil topan konulmuş olması, ya kafatasının bilinçli olarak alınmış, ya da henüz bilinmeyen bir nedenle bu bireyin gömülürken kafatasının olmadığı şeklinde yorumlanabilir. Yakındoğu Neolitiğinde, özellikle Doğu Akdeniz kıyısında, kafatası alınma kültürünün oldukça yaygın olduğu bilinir. Ancak Hasankeyf’te bunun dışında başka bir örneğe rastlanmamış olması, bu tür bir adetin Yukarı Dicle Havzası’nda pek yaygın olmadığını gösterir.

Hasankeyf Höyük’teki ölü gömme adetlerine ilişkin en çarpıcı özellik ise, gömülerin yaklaşık yüzde 40’ında kemik üzerinde siyah veya kırmızı boya izlerinin bulunmasıdır. Ön inceleme sonuçlarına göre, kırmızı boyanın aşıboyası (demir oksit) olduğu, siyah boyanın ise yüksek oranda karbon içerdiği anlaşıldı. İyi durumda korunmuş örnekler üzerinde yapılan çalışmalarda, kafatası ve uzun kemikler gibi büyük kemiklerden parmak ve kaburga gibi küçük ve ince kemiklere kadar, iskeletin büyük bir kısmında boya izlerine rastlandı. Büyük kemiklerde ise geniş bant biçimli bezemelerin, küçük ya da ince kemiklerde ise ince çizgi halinde bezemelerin daha yaygın olduğu saptandı. Bazı örneklerde ise yan yana sıralanmış siyah ve kırmızı bantlar görüldü.

Kemik üzerinde bulunan boya izlerinin, geniş bant ve ince çizgi olmak üzere belli bir motifi teşkil etmesi, boyaların cilt üzerine sürülmemiş olduğu, etten ayrıldıktan sonra doğrudan kemik üzerine sürülmüş olduğunu düşündürür. Nitekim, boyalı kemikten alınan ince kesit üzerinde yapılan mikroskobik gözlemler de bu görüşünü destekler. Burada dikkatimizi çeken ilginç bir durum ise, boyalı iskeletlerin büyük bir kısmının, anatomik düzeninin hiç bozulmamış şekilde tespit edilmiş olmasıdır. Birincil gömü olarak ele alınabilen bu gömülerde, boya izlerinin yalnızca kemiğin üst yüzeylerinde görülmüş olması, kemiği oynatmamaya özen göstererek, boyaların gömünün yapıldığı yerde sürülmüş olduğunu gösterir.

Bu boyalı iskeletlerde genç yaştaki bireyler nispeten yüksek oranda olmakla birlikte, çocuktan yetişkine kadar her yaş grubunun bulunduğu, ayrıca erkek ile kadın oranının da, hemen hemen eşit olduğu anlaşıldı. Boyalı iskeletlerin yüksek oranda bulunduğunu da göz önünde bulundurursak, bu tür ölü gömme adetinin, yalnızca toplumun belirli kesimine değil, geniş bir kitleye uygulanmış olduğu düşünülebilir. Hasankeyf Höyük dışında, boyalı iskeletlerin Körtik Tepe ve Demir Höyük’te de bulunması, bu adetin Yukarı Dicle Havzası’nda hiç de ender olmadığını gösterir. Körtik Tepe’de ise, bazı boyalı iskeletlerin gömü hediyeleri ile birlikte alçı ile kaplanmış olduğu bilinir. Bu alçı ile kemik arasında belirgin boşluğun bulunmayışı, yine boyaların doğrudan kemik üzerine sürülmüş olduğu görüşünü destekler.

 

Gömü Hediyeleri

Hasankeyf Höyük’teki mezarların bazılarında zengin gömü hediyeleri ortaya çıktı. Şimdiye kadar üç ayrı mezarda tümlenebilir üç adet taş kap ele geçti. Klorit taşından yapılmış bu kapların ağız kısmında, yatay bant şeklinde geometrik desenli çizi bezemeleri bulunur. Kapların her birinde ağız kenarında karşılıklı çift deliğin bulunması ilgi çekicidir. Bu deliklerin üst kısımda belirgin biçimde aşınma izlerinin görülmesi, bu deliklere ip geçirilmiş olduğunu düşündürür. Ancak kabın kendi ağırlığının oldukça fazla olmasından dolayı, ipin kabı asmak için değil, ahşap gibi organik maddeden yapılmış kapakları bağlamak için kullanılmış olduğunu varsaymak daha yerinde olur.

Klorit taşı nispeten yumuşak olduğundan kolayca işlenebilir bir hammadde olarak bilinir. Ancak yine de taş yapımı olduğu için, normal durumda kolayca kırılmaması beklenirken, Hasankeyf Höyük’te ele geçen üç kabın her birinin hem parçalar halinde bulunmuş olması, hem de bir kaç parçanın eksik olması, bu kapların mezara konulmadan önce bilinçli olarak kırıldığını ve daha sonra parçaların mezara yerleştirildiğini düşündürür. Nitekim, klorit taşından yapılma kapların çok sayıda ele geçtiği Körtik Tepe’de de benzer duruma rastlanmıştır. Taş kabın parçalanarak gömü hediyesi olarak mezara konması geleneğinin, Yukarı Dicle Havzası, Erken Neolitik Çağ ölü gömme adetlerinin önemli bir parçası olduğu söylenebilir.

Tatlısu kababuklarından yapılmış boncuk

Erken Neolitik Çağ’da klorit taşından yapılmış kapların, Yukarı Dicle Havzası dışında Göbekli Tepe ve Çayönü ile Orta Fırat Havzası’nda yer alan Jerf el-Ahmar olmak üzere, geniş bir coğrafi alana yayıldığı bilinir. Ancak Körtik Tepe ve Hallan Çemi’den de bilindiği üzere, yalnızca Yukarı Dicle Havzası’nda tüme yakın kapların çok sayıda bulunmuş olması, bu tür kapların bu bölgeye özgü önemli kültür öğelerinden bir tanesi olduğunu ve büyük olasılıkla bu bölgede üretilmiş olduğunu düşündürür. Henüz Hasankeyf Höyük’te klorit taşından yapılmış kaplar ile ilgili bir işlik alanı veya işlenmemiş hammaddeye rastlanmadı. Bu durumun, en azından Hasankeyf’te klorit taşından yapılmış kapların burada üretilmediği ve yerleşmeye başka yerden getirilmiş olduğu izlemini bırakır.

Diğer ilginç buluntular ise, kemikten yapılmış levha biçimli eserlerdir. İnce uzun üçgen biçimli bu eserlerin sivrileştirilmiş uç kısmında bir delik bulunur. Levha üzerinde çizi bezek ile betimlenen hayvan motiflerinin bulunması, o zamanki topluluğun sembolik dünyasını aydınlatmaya yarar önemli ipuçları verir. Bu kemik eserler, her ne kadar kolye gibi süs eşyalarına benzese de, mezarlardan birinde ortaya çıkarılan bireyin sağ kolunun iç tarafını örtecek şekilde in situ halinde bulunmuş olması, bunun sıradan bir süs eşyası olmayıp, okçu desteği (bilek koruma) olabileceğini düşündürür. Bu kemik levha üzerinde ne olduğu tam anlaşılmayan tuhaf yaratıklar, çizi bezek ile betimlemiştir. Sırt sırta, yan yana duran bu iki hayvan motifinin aynısı, Körtik Tepe’de ele geçen bir taş levha üzerinde görülür. Diyarbakır Arkeoloji Müzesinin logosunda kullanılan bu hayvanın, keçi, arı, larva, krizalid veya hayali bir hayvan olabileceği yönünde çeşitli varsayımlar öne sürülmektedir.

Başka bir örnekte ise, kemik levha üzerinde çizi bezek ile yapılmış bir akrep betimi görülür. Akrep, kıskaçları, sekiz adet ayağı, kuyruğu ve zehir iğnesine kadar gerçekçi bir tarzda betimlenir. Akrep motifi, bu kemik levhası dışında ayrıca, bir taş kap parçası üzerinde de yer alır. Bu örnekte ortaya yerleştirilmiş bir stilize kuş motifinin her iki yanında iki akrebe ait bacaklar ve zehir iğnesi kısmen görülür. Bu örnekler, Göbekli Tepe kadar görkemli ve zengin olmamakla birlikte, yabani hayvanların Yukarı Dicle Havzası’nın sembolik dünyasında önemli rol oynamış olduğunu gösterir.

Çeşitli taşlar ve yumuşakça kabuklarından yapılmış boncuklar da önemli gömü hediyeleri arasındadır. Taş boncuklar arasında kırmızı, yeşil, beyaz ve gri olmak üzere, değişik renkli taşların hammadde olarak kullanıldığı görülür. Boncuk biçimleri arasında ise, disk, silindirik, yassı gibi çeşitlemeler bulunur. Yeşil ve beyaz taşlardan yapılmış yassı biçimli boncuklar, çift delik bulunmasından dolayı diğer boncuklardan ayrılır. Taş boncuklar arasında en yaygın olanı, kırmızı renkli taştan yapılmış disk biçimli boncuklardır. Yeşil renkli taştan yapılmış birkaç silindirik biçimli boncuğun dışında, taş boncukların tümü dörtgen planlı yapı evresine ait gömülerde tespit edildi.

Tatlısu yumuşakça (Theodoxus) kabuklarından yapılmış boncuklar, oldukça bol miktarda tespit edildi. Uzunluğu en fazla 10 mm kadar olan bu küçük kabuklarda yer alan deliklerin, yüzey sürtünerek açılmış olduğu anlaşıldı. Bir mezarda ise, klorit taşından yapılmış bir kap ile birlikte toplam 2,200 adet yumuşakça kabuğundan yapılmış boncuk toplu halde bulundu. Tarafımızca gerçekleştirilen taramalarda, yerleşme yakınındaki Dicle kıyısında bu tür yumuşakçaya rastlanmadı. Üstelik ele geçen yumuşakça kabuklarının hepsinin delik açılarak boncuk olarak işlenmiş olması, bunların başka yerde işlenmiş olup, yerleşmeye getirildiği ihtimalini kuvvetlendirir. Ancak bu tür küçük tatlısu yumuşakçalarının neslinin günümüzde hızla tükendiğini düşünürsek, bunların Neolitik Çağ’da yerleşme yakınında kolayca toplanabilmiş olduğu düşünülebilir.

Akdeniz kökenli deniz kabuklarından (Nassarius ve Conus) yapılmış boncuklar ise, uzun mesafeli değiş tokuşun en iyi göstergesidir. Hasankeyf Höyük ile en yakın deniz kıyısı arasında yaklaşık 480 km mesafe bulunur. Deniz kabukları arasında Nassarius kabukları en yoğun grubu teşkil eder. Hasankeyf Höyük’te 300’den fazla Nassarius kabuğundan yapılmış boncuğun bulunması, Orta Paleolitik Çağ’da en eski boncuk türlerinde kullanılmış bu deniz kabuğunun, Erken Neolitik Çağ’da da boncuk yapımı için tercih edilmeye devam ettiğini gösterir. Mezarlardan birinde 250 tane Nassarius boncuğu, 1700’e yakın tatlısu yumuşakça kabuğundan yapılmış boncuk ile birlikte ele geçti. Nassarius boncuğunun yalnızca alt tabakalardaki yuvarlak planlı yapı evresinde bulunduğu, tatlısu kabuklarının ise sayısının azalarak dörtgen planlı yapı evresinde de kullanılmaya devam ettiği anlaşıldı.

Gömü hediyeleri arasında ayrıca, sayısı az olmakla birlikte, uzunluğu 40 cm’ye yakın taştan bir baton, mermer taştan yapılmış topuz başları, ortada çift deliği bulunan taştan ve kemikten yapılmış levhalar ve bazalt taşından ağırlıklar bulundu. Buna karşın gömü hediyeleri arasında önemli bir buluntu topluluğu oluşturan, sap düzeltici olarak tanınan oluklu taş, iğne ve bız gibi kemik aletlere hiç rastlanmamış olması dikkat çekicidir. Bu durum, günlük yaşamda kullanılan aletlerin gömü hediyesi olarak kullanılmaya uygun görülmemiş olduğunu ve gömü hediyesi olarak kullanılacak eserlerin belirli bir kural çerçevesinde seçilmiş olduğunu gösterir.

Yukarıda görüldüğü gibi, oldukça kalın bir kültür dolgusuna sahip olması, çoğu kez yenilenmemiş dayanıklı konut yapılarının bulunması ve uğraş gerektiren ölü gömme adetleriyle birlikte çok sayıda gömünün tespit edilmesi Hasankeyf Höyük’ün, Körtik Tepe, Hallan Çemi, Demirköy Höyük ve Gusir Höyük gibi diğer Erken Neolitik Çağ yerleşmeleri ile birlikte, Yukarı Dicle Havzası’nın ilk köy yerleşmelerinden biri olarak değerlendirilebilir.

Yakındoğu arkeolojisinde Neolitik Çağ, genel olarak tarım ve hayvancılığın başladığı bir dönem olarak tanımlanır. Geleneksel terminolojiye göre Neolitik Çağ olarak algılanmasına karşın, eldeki veriler Hasankeyf Höyük’te tarıma alınmış bitki ya da evcilleştirilmiş hayvanların olmadığı ve geçimin hala avcılık ve toplayıcılıkla sağlanmış olduğunu gösterir. Dolayısıyla Yukarı Dicle Havzası’ndaki ilk yerleşik yerleşmenin, avcı toplayıcılar tarafından kurulmuş olduğu söylenebilir.

Bir diğer dikkat çekici durum ise, bitki kalıntıları arasında mercimek hariç, buğday, arpa ve nohut gibi daha sonra tarıma alınacak bitki türlerine hemen hemen hiç rastlanmamış olmasıdır. Bu durum, buğday ve arpa gibi tahılların yoğun biçimde bulunduğu Orta Fırat Havzası’ndaki çağdaş yerleşmeler ile oldukça farklı olması açısından ilgi çekicidir. Hasankeyf Höyük’te elde edilen yeni bulguların, avcı toplayıcılıktan tarım ve hayvancılığına giden Neolitikleşme sürecinde, Yukarı Dicle Havzası’nın diğer bölgeler ile farklı bir süreç izlemiş olduğunu ve farklı arayışlar ya da yaklaşım içinde bulunmuş olduğunu açıkça göstermesi açısından büyük bir önem taşır. Elimizdeki verilere göre, Yukarı Dicle Havzası’nın Neolitik Çağ başlarında yoğun olarak iskan edilmiş olduğu, ancak bunu takip eden dönemlerde, yerleşme sayısında önemli ölçüde azalma olduğu görülür. Şimdiye kadar yalnızca Gusir Höyük’te MÖ 9. binyıla ait tabakalara rastlandı. Erken Neolitik Çağ’ın geç dönem tabakalarının da bulunduğu bilinen ve Ilısu Barajı’nın hemen yakınında yer alan Boncuklu Tarlası da dahil olmak üzere, Hasankeyf Höyük’ü takip eden dönemlere yönelik daha geniş çaplı araştırmalar gerçekleştirildiği takdirde, bu bölgedeki Neolitikleşme sürecinin daha net bir şekilde aydınlığa kavuşması beklenmektedir.

Japonya Tsukuba Üniversitesi tarafından yürütülen çalışmalar sırasında bizden her türlü desteklerini esirgemeyen, başta sayın Prof. Dr. Abdüsselam Uluçam olmak üzere, bütün Hasankeyf kazı ekibine teşekkür borçluyuz.

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER