Yakın Doğu'da Kentin Doğuşu ve Yayılımı

Yakın Doğu’da yerleşik hayatın başlangıç ve yayılımına ilişkin yeni ve eski kuşak arkeologlar tarafından birbiriyle uzlaşmaz çelişkiler barındıran tezler öne sürüldüğü gibi; kentin doğuşu, kentleşme süreci ve kentleşmenin yayılımına ilişkin tezler de derin ayrılıklar ve uzlaşmaz çelişkiler barındırmaktadır. Erken dönem arkeolojik kazılar ışığında prehistoryenler özellikle de Gordon Childe ve onu izleyen James Mellaart Hassuna-Samarra kültürü ile Çatalhöyük kazıları ışığında yerleşik hayat ile hayvan evcilleştirme, tarımsal üretim ve onun bağlamında gelişen Ana Tanrıça (bereket figürleri) kültü ile kilden çanak-çömlek üretimi arasında sıkı bir bağ kurmuşlardır.

Keçi figürinli, makara biçimli metal obje, MÖ 2900-2800. ©MAIOI

Bereketli Hilal dağ silsilesi eteklerinde yer alan Çayönü, Nevali Çori, Hallan Çemi, Jericho, Ain Ghazal ve Jelf el-Ahmer gibi yerleşmelerde yapılan arkeolojik kazılarda açığa çıkarılan taş kaplar, obsidyen/taş alet-edevat endüstrisi ve bunun takası ve/veya bir hediye olarak sunulması gibi faaliyetler sonucunda ortaya çıkan Akeramik Neolitik kültür, yerleşiklik ile hayvansal ve tarımsal üretim arasındaki bağın gevşetilmesine neden olmuştur. R.J. Braidwood ve Bar-Yosef’ in öncülüğünde birçok bilim insanı avcı-toplayıcılık ile taş alet teknolojisinin gelişimi ve takasının yaygınlaşmasına bağlı olarak Kafatası/Ata Kültü dolayımında yerleşiklik kültürünün ortaya çıkışına ilişkin yeni önerilerde bulundular. Nevali Çori kazısı ile başlayan ve Göbekli Tepe’nin keşfini izleyen süreçte, Kortiktepe, Hasankeyf Höyük ve Gusir Höyük kazılarının da pekiştirdiği bulgu ve buluntular ile bunların arkeometrik sonuçlarını değerlendiren M. Rosenberg ve K. Schmidt de yerleşik hayat ile avcı-toplayıcı çoban kültürü ve onun bağlamında gelişen totem biçimli dikili taşlı şamanik kutsallıklar arasında yeni bir bağ kurdular. Böylece daha önce arkeolojik ve antropolojik veriler etkisinde gelişen prehistorik arkeoloji literatürünün tümden sorgulanmasına neden olan farklı bir yaklaşım geliştirmiş oldular.

Bereketli Hilal Bölgesi 

Bu bağlamda daha çok dinsel mekânların ve daha sonra mitsel anlamlar kazanan betimlerin ile arkeometrik ölçümlerin belirleyici olduğu yeni ve kendi içinde farklılıkları tolare eden bir yerleşiklik paradigmasının inşa edilmesinin önünü açtılar. Açıkçası bütün bu çelişki ve önerilere rağmen hala yerleşiklik paradigmasının inşasına ilişkin tartışma ve değerlendirme üzerinde bir uzlaşı sağlanmış değildir. Özellikle de Göbekli Tepe ve onun çağdaşı yerleşmelerin ve temsil ettikleri kültürün tanımlanması, açıklanması ve kronolojik tabloya yerleştirilmesi konusu henüz tatmin edici bir şekilde açıklığa kavuşmuş değildir. Dolayısıyla insanlığın geçmişine, kültür ve uygarlığının biçim alışına ve gelişimine ilişkin her bir öneri tartışmaya açıktır ve yeni önerilerin yapılmasını teşvik etmektedir. Bu makalede ele alacağımız gibi Yakın Doğu’daki kentleşme süreci ve kentlerin yayılımı da henüz açıklığa kavuşmuş ve kesinleşmiş bir anlatıya sahip değildir.

Karahantepe, Tektek Dağları’nın üzerinde Göbekli Tepe ile benzeri bir ortamda bulunuyor. Henüz kazıların yapılmadığı yerleşimde yüzeyde çok sayıda T biçimli dikilitaş görülebiliyor. ©Bünyad DinçKarahantepe, Tektek Dağları’nın üzerinde Göbekli Tepe ile benzeri bir ortamda bulunuyor. Henüz kazıların yapılmadığı yerleşimde yüzeyde çok sayıda T biçimli dikilitaş görülebiliyor. ©Bünyad Dinç

Kentleşmenin başlangıcına ilişkin koşulların betimlenmesi, kentleşme sürecinde hangi koşulun daha etkin rol oynadığı tam olarak saptanabilmiş değildir. Bu bağlamda gelişen ve kentleşme sürecini açıklayan modeller yeni bulgu ve buluntular ışığında sürekli elden geçirilip yeni açıklama modelleri için kullanılmalıdır. Dahası tıpkı Göbekli Tepe etrafında gelişen ve tarihöncesine ilişkin düşünce ve anlayışları yeni baştan ele almayı gerektiren yerleşikliğe geçiş modeli gibi kentleşme modelleri de yeni keşif ve buluntular ışığında yeniden ele alınması ve üzerine yeni fikirler üretilmesi gerekmektedir.

Göbekli Tepe Çanak Çömleksiz Neolitik B Dönemi anıtsal, dairesel mimarisine bir örnek olan D yapısı ©DAI, N. Becker, Göbekli Tepe Kazı Arşivi
Göbekli Tepe Çanak Çömleksiz Neolitik B Dönemi anıtsal, dairesel mimarisine bir örnek olan D yapısı ©DAI, N. Becker, Göbekli Tepe Kazı Arşivi

Yakın Doğu’da gelişen kent kültürünün başlangıcına ve nasıllığına ilişkin birçok öneri yapılmıştır. Geçmişi 100-150 yıl kadar geriye giden Sumer kentleşme modeli daha çok tapınak etrafında gelişen ve din adamları tarafından yönetilen bir kentleşme süreci olarak betimlenmiştir. Bu öneriye göre her bir Sumer kenti bir Sumer Tanrısının ikametgâhı olarak tasarlanmış ve kentin merkezinde bulunan tapınaktaki elitler tarafından yönetilen bir kent modeli ortaya çıkmıştır. Tapınak ve müştemilatında ikamet eden ruhban sınıfının dini ayinleri yönettiği gibi, kentin ekonomik kaynaklarını yönlendirmiş ve kamusal hizmetleri de yürütmüşlerdir. Dicle ve Fırat nehirlerinden alınan sulama kanallarının onarılması, yeni kanalların inşası, ürünlerin tapınaklarda toplanıp halka dağıtılması gibi kamusal ekonomik faaliyetlerin ruhban sınıfı tarafından yönetilip denetlenmesi bağlamında bazı bilim insanları Geç Uruk Dönemi Erken Sumer kent yönetimini teokratik sosyalizm gibi Tanrı merkezli eşitlikçi bir sistem olarak tanımlamasına itmiştir. Ancak gelişen süreçte birçok yeni arkeolojik kazının daha özenli ve sistematik olarak yürütülmesi ile eski kazılara ilişkin yapılan yeniden yapılandırma ve arkeometrik çalışmalar, Yakın Doğu’daki kentleşme sürecinin Ubeyd dönemine kadar geriye giden bir başlangıca ve karmaşık toplum süreçlerini betimleyen bir aşamaya sahip olduğu ortaya konmuştur. Dahası bazı bilim insanlarının da iddia ettiği gibi kentleşme süreci mesleki farklılaşmayı ve uzmanlaşmayı da mümkün kılan, aynı moda bezemeli seramik ve tekstil üretimini açığa vuran Halaf merkezleri gibi Geç Neolitiğin Geç Evresine kadar temellendirilebilir. İlk kez Ubeyd kültüründe açığa çıkan tapınak mimarisi, ticari faaliyetlerin organizasyonunda kullanılan damga mühürler ve seramiğin seri üretimini mümkün kılan çark kent kültürünün ve kent mimarisinin prototip örnekleri olmalıdır. Bu yönüyle Uruk (dönemi) kenti de yüksek ve merkezi konumda bulunan, kamusal işlevi olan anıtsal tapınak yapıları ile artı ürünün depolanıp satıldığı pazar yerleri ve sivil mimarinin merkezden dışa doğru hiyerarşik bir şekilde geliştiği ve bir savunma duvarı ile korumaya alındığı Uruk kent tasarımı, kentleşmenin ilk örneği kabul edilir. Buna paralel olarak tapınak etrafında gelişen yönetici elitler, artı ürünü pazarlayan tüccarlar, üretimi gerçekleştiren halk ve bu yapıyı denetleyen memurlardan oluşan hiyerarşik, sınıflı bir toplum modeli ortaya çıkarmıştır. Şehir kültürüne kaynaklık ettiği düşünülen Halaf kültürü ve onu izleyen Ubeyd kültürü; Zagroslardan Akdeniz’e, Akdeniz’den Basra Körfezine kadar uzanan Mezopotamya, Suriye ve Anadolu Coğrafyasında geniş bir alana yayılmıştır. Güney Mezopotamya’daki kentleşmeyi temellendiren Ubeyd Kültürü Kafkaslardan Akdeniz’e, oradan Basra’ya kadar geniş bir alanda ticari faaliyetler organize etmiştir. Dahası Kafkaslardan aldığı bazı obsidyen çekirdeklerden üretilen aletler ile yerel ürettiği seramiği Bahreyn Adası ve Arabistan kıyılarına kadar yaptığı ticarette takas malzemesi olarak kullanmıştır. Bu bağlamda Ubeyd kültürünün bir devamı olan Sumerlerin Uruk kentleşme sürecinin neden Güney Mezopotamya’da yoğunlaşıp etkinlik kazandığı önemli bir tartışma konusudur. Bu soruyu problem edinen birçok makale, tez vb. akademik çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalarda Sumer kentleşmesinin bir Dicle-Fırat nehirleri hikâyesi olduğu tezi gibi İndus vadisine kadar uzanan (Mohenco-daro ile Harappa) kent kültürünün arka planını oluşturduğu bir kentleşme hikâyesi olduğu iddiası da söz konusudur. Ancak son dönem arkeolojik ve filolojik çalışmalarda Sumerlerin anayurdunun ve kültürel beşiğinin neresi olduğu, hangi coğrafya ve kutsal geleneğin buna kaynaklık ettiğine ilişkin farklı görüşler öne sürülmüştür. Bir yandan İndus vadisi (Meluhha-Aratta) ile Sumer destan ve mitoslarındaki doğuya (Dilmun/Bahreyn Adası) ilişkin kutsal coğrafya vurgusu Sumerleri Basra Körfezi üzerinden Hint anakarasına bağlarken, filolojik bulgular, Sumer tapınaklarının bir E-Kur (dağ evi) ve tanrılarının ve rahiplerinin hayvan postu (giysisi) içinde betimlenmesi soğuk Doğu Anadolu ve Kafkas coğrafyasını işaretlemesi Sumerlerin Turan coğrafyasıyla ilişkilendirilmesine imkân vermektedir. Ayrıca Akkadca çalışmalarından yola çıkan bazı bilim adamları ise gerçekte Sumercenin ayrı bir dil olmadığı, Sami kökenli bir halk olan Akkadlıların tapınak ve saray elitleri tarafından üretilmiş bir kült ve yönetim dili olduğu yönündedir. Son dönem arkeolojik çalışmalarda, özellikle de Algaze ile başlayan ve Chicago ekolu tarafından sürdürülen araştırmalarda ‘Uruk Dünya Sistemi’ bağlamında Sumer kent kültürünün Güney Mezopotamya’daki oluşumu ve çevresine yayılımı bir kolonizasyon hareketi olarak betimlenmiştir. Dolayısıyla Sumer kent kültürünün yayılımı daha çok Uruk koloni merkezleri ile Uruk seramiğinin, kutsal figüratif betimlerinin ve mühür baskılarının yayılımı üzerinden açıklanmaya çalışılmıştır.

Arslantepe sırlı kap grubu, MÖ 2900-2800. ©MAIOI

Yakın Doğu’daki Sumer kentleşme serüvenine ilişkin yukarıda betimlediğimiz öneri, tez ve spekülasyonlar kendi içinde çelişki ve açıklama farklılıkları barındırmakla birlikte Yakın Doğu’daki kentleşmenin Dicle ve Fırat’ın beslediği Güney Mezopotamya’da başlayan ve Sumerler tarafından gerçekleştirilen bir kentleşme hikâyesi olduğu konusunda hemen herkes hemfikirdir. Bununla birlikte Mezopotamya’daki kentleşme sürecinin geniş zaman dilimine yayılan ve kendi içinde farklı öncelikler ve nüanslar barındıran bir süreç olduğu da ayrı bir gerçektir. Ubeyd döneminde oluşma sürecine giren ve Uruk Çağı’nda kamusal yapıları, kutsal mekânları, ticari alanları, sosyal mekânlar, sivil konutlar ve savunma yapılarıyla gelişen Sumer kent modeli, mekânsal düzeyde bir yetkinliğe ulaşmıştır. Böylece bu kentlerde Tanrı merkezli iş bölümüne dayanan dikey hiyerarşik bir toplum ortaya çıkmış ve gittikçe ekonomik kaynakları merkezîleştirerek rasyonel bir yönetim modelini inşa etmiştir. Merkezileşmiş bu yönetimin ürettiği zenginlik ve refah gittikçe daha geniş alanları etkisi altına almaya ve bu hiyerarşik yapının merkezinde yer alan elitlerin talebi olan lüks tüketim maddelerinin sağlanmasına yönelik örgütlü bir ticari faaliyeti zorunlu kılmıştır. Ruhban sınıfının günlük ayinlerde ve yıllık törenlerde kendileri ve tanrıların ihtiyaçları için gerekli olan altın, kıymetli taşlar, parfüm, vücut bakım yağları, tütsü ve baharatların temini için İran’dan Afganistan’a, Basra Körfezi’nden Akdeniz sahillerine kadar tıpkı Ubeydli öncüleri gibi geniş bir coğrafyada ticari faaliyetler organize etmişlerdir. Nitekim yukarıda betimlediğimiz geniş coğrafyada yapılan arkeolojik kazılarda bu ticari organizasyonun maddi kalıntılarına ulaşılmıştır. Akarsu vadileri boyunca gelişen ve bir ağ gibi geniş coğrafyayı birbirine bağlayan Harran-Şarri yol güzergâhları boyunca sıralanmış yerleşim birimlerinde bir yandan Uruk Kolonilerinin Karum yerleşim alanları bir yandan ürün takasının ve ücret ödemenin standart birimi haline gelen token (sayı birimleri) ile ağırlık ölçüleri, kutsal figüratif betimler, madeni külçe ve çubuklar ile devrik ağızlı kâse ve çanaklar açığa çıkarılmıştır. Ayrıca ticari ürünlerin taşınmasında güvenliğini garanti eden silindir mühür ve mühür baskıları da yoğun miktarda ele geçmiştir. Bu bağlamda gelen tüccarlar bir yandan kendi tüketim ve yaşam alışkanlıkları ile dini inançlarını, bir yandan da ticari standartlarını beraberlerinde taşıyarak yerli halk ile ticari, dini ve kültürel etkileşim içine girmişlerdir. Dolayısıyla refah paylaşımını teşvik eden ve mevcut yaşam biçimine ve üretim tekniklerine yüksek standart getiren, Sumerlerin bu ticari faaliyetleri doğal olarak yerel kültürün gelişimine ve kentleşme sürecinin hızlanarak, gelişip merkezileşmesine katkıda bulunmuştur. Böylece bu geniş coğrafyada birbirine bakışık ve etkileşim içinde bulunan mütecanis bir kültür ve uygarlığın gelişimini teşvik etmiştir. Bu bağlamda Uruk Kolonizasyonu batılı bilim adamlarının betimlediği gibi ötekini asimile edip sömüren batı tipi bir zorbalıktan ziyade, ötekiyle hısım-akrabalık kurabilen, karşılıklı etkileşim ve çıkar ilişkisinde bulunan ve birbirinden etkilenerek/katılarak, özünü kaybetmeden yeni bir bireşime giden barışçıl ilişkiler ağıdır. Gerek Orta Fırat ile Yukarı Dicle bölgesi Uruk Koloni merkezleri gerekse Asur Ticaret Kolonileri Çağı tüccar arşivleri yukarıda betimlediğimiz bu ilişki tarzını geniş bir perspektifte bize sunmuştur.  

                                                 

Müslümantepe Uruk Çağı Figürinleri

Uruk kentleşme sürecinin Güney Mezopotamya’daki hikâyesini yukarıda kısmen izah ettik. Ancak bu sürecin neden Güney Mezopotamya’da odaklandığı ve oradan çevreye nasıl yayıldığı konusunu biraz daha tartışmaya açarak geliştirmek istiyoruz. Sumer kentleri üzerine yapılan ilk araştırmalardan uzun bir süre sonra, son 20-30 yıl içinde, Yakın Doğudaki kentleşme süreci ve yayılımı konusu tekrar tartışmaya açılmıştır. Bu bağlamda eski Sumer kentlerindeki kazılardan elde edilen veriler üzerinde yapılan arkeometrik ölçümler ve yeniden yapılandırma denemeleri önem kazanmıştır. Ayrıca Orta Fırat bölgesindeki kazılardan elde edilen sonuçlar ile bizim Urfa-Mardin-Diyarbakır bölgesinde yaptığımız yüzey araştırmaları ve Ilısu Barajı kapsamında Yukarı Dicle bölgesinde yapılan arkeolojik kazıların ortaya koyduğu sonuçlar, bu tartışmaları yeniden ele alıp geliştirme ve yeni önerilerde bulunma imkânı sağlamıştır. Kent kültürüne öncülük eden Ubeyd kültürü ile kent kültürünün doğuşunu simgeleyen Uruk kültürü Zagros’un eteklerinden Akdeniz sahiline ve oradan Basra Körfezine kadar geniş bir alana yayılmıştır. Konuyla ilgili uzmanlar şimdiye değin Yakın Doğu kentleşme sürecini bazı ticari nesneler, dini ve idari semboller ile Ubeyd ve özellikle Uruk seramiği üzerinden betimlemeye çalışmışlardır. Bu bağlamda Ubeyd seramiği ile Uruk seramiği arasında bir gelenek tevarüsü ve köken akrabalığı tezi üzerinden konu anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu varsayım üzerinden devam edersek son 20-30 yıldır Kuzey Mezopotamya’da Yukarı Dicle ve Orta Fırat bölgesinde yapılan arkeolojik kazılar ile yüzey araştırmaları Güney Mezopotamya’da kent kültürünü yaratan bu iki seramik grubunun da aynı zamanda ve aynı yoğunlukta Kuzeyde de yayılım gösterdiği anlaşılmıştır. Dahası Saman Yüzeyli Seramik grubu diye adlandırılan bir seramik grubunun Ubeyd ve Uruk çanak çömleğine başat olarak Kuzey Mezopotamya’dan Kafkaslara kadar geniş bir alana yayıldığı saptanmıştır. Özellikle C. Marro’nun saman yüzeyli seramik kültürünün kuzeydeki yayılımı ile B. Helwing’in Güney Kafkasya’da Azerbaycan ve Kura-Aras’ta yayılım gösteren ve Kuzey Batı İran’da Zagros eteklerindeki boyalı çanak çömleklerle ilişki içinde olduğu düşünülen bir Geç Neolitik boyalı seramik kültürüne ilişkin saptamaları çok önem kazanmaktadır. Ayrıca Uruk çanak çömleği ile çağdaş ve bir Transkafkasya kültürü olan Karaz seramiğinin de Kuzey Mezopotamya ve Kuzey Suriye’de geniş bir alanda yayılım göstermesine ilişkin yeni değerlendirmeler de Yakın Doğudaki kentleşme sürecinin anlaşılması bağlamında yeni şeyler söylememizi, farklı önerilerde bulunmamızı teşvik etmektedir. Dahası 2019’da sonuçları yayımlanan bir arkeometrik projenin ortaya koyduğu gibi; Şanlıurfa sınırları içinde kalan Hacınebi’den, Uruk kentinden kuş uçumu 1250 kilometre mesafede bulunan İran’ın içlerindeki Konar Sandal South yerleşmesine kadar geniş bir alana yayılmış Uruk kolonizasyonu, kent inşa etmeye öncülük etmekten çok, yakın doğuda var olan kentler arasında yol ağları döşeyerek, ticari malların takasını sağlamıştır. Bunun yanı sıra gerek tüccarların, gerekse yerel halkın ihtiyaçlarını karşılamak için mesleklerinde uzmanlaşmış zanaatkârların da tüccarlara eşlik ederek dönemin kültür ve teknolojilerinin yayılımında etkin rol almış olması kuvvetle muhtemeldir. Doğal olarak bu tip ticari faaliyetler kültürler arası etkileşimi geliştirmiş ve ortak bir inanç ve zihin yapısının ortaya çıkmasına teşvik etmiş olmalıdır. Dolayısıyla bunu izleyen süreçte kent devrimi ve onun doğurduğu toplumsal ve kültürel yapıların birbirine bakışık ve etkileşim içinde olmaları doğaldır.

Sümer Kent Mühür Baskıları

Kentleşmenin Kuzey’deki Yayılım ve Görünümleri

Kent olgusunu yaratıp geliştiren Ubeyd ile onu izleyen Uruk kültürünün yukarıda betimlediğimiz gibi geniş bir coğrafyada baskın olduğuna dikkat çekmiştik. Bu seramik kültürleriyle çağdaş olan Saman Yüzeyli Seramik kültürü ile Karaz kültürü daha çok Transkafkasya, Kuzey Mezopotamya ve Kuzey Suriye’de baskındır. Bu bağlamda Kuzey ile Güney arasında kentleşme süreçlerinin nasıl işlediğinden yola çıkarak farklılık ve benzerliklere dikkat çekmeye çalışacağız. Geç Neolitik ve Erken Kalkolitik kültürleri ortak bir sosyal çevreye sahip olmalarına karşın Uruk Çağı ile birlikte farklılaşma sürecine girmişlerdir.

Kuzeydeki kültür hinterlandında yağmura dayalı tarım ve ev tipi hayvancılık yaygındır. Güneydekinde ise tarımın ancak sulama ile yapılabildiği ve alüvyal düzlüklerdeki nehir taşkınlarının suladığı büyük meralıklarda geniş kapsamlı hayvancılık söz konusudur. Dolayısıyla kuzeydekilerin Neolitik Çağ’dan beri süre gelen tarım ve hayvancılık üretim biçimi ile yaşam tarzları fazla değişmeden devam etmiştir. Güneydekiler ise Geç Uruk Dönemi ile birlikte ortaya çıkan yeni iklim koşullarına bağlı olarak radikal bir değişikliğe gitmiş ve ancak yüksek bir emek ve organize bir toplum ile mümkün olan Dicle ve Fırat sularını kullanmak suretiyle tarımsal üretim yapabilme imkânını yaratmışlardır. İlk bakışta bir dezavantaj gibi görünen bu durum, tapınak etrafında örgütlü, iş bölümleri tanımlanmış, hiyerarşik bir toplumun ortaya çıkmasını teşvik etmiştir. Böylece bu değişim öngörülmemiş bir biçimde güneydekiler için durumu avantajlı hale getirmiştir. Bu karmaşık toplumsal yapı, organize iş gücünü kullanarak yılda birkaç ürünün yüksek miktardaki üretimini mümkün kılan ve yeni tekniklerle geliştirilen Uruk tipi tarımsal üretimini yaratmıştır. Bunun yanı sıra küçükbaş hayvan üreticiliği de gittikçe yaygınlaşarak ev tipi hayvancılıktan, mandıra tipi hayvan yetiştiriciliğine geçiş yapmıştır. Nitekim tapınağın organize ettiği bu geniş çaplı tarım ve hayvancılık üretimi, Uruk vazosu diye adlandırılan dönemin kutsal vazosu, üzerinde kabartma şeklinde betimlenmiştir. Betimde üst frizde Rahip-Bey (Ensi) diye adlandırılan tapınak yöneticisinin gözetiminde, halkın ürettiği tarımsal ve hayvansal ürünler tapınağa taşınarak istiflenip depolandığı görülmektedir. Böylece ilk kentlerin doğuşunun arkasındaki sır aydınlanmış, onu yaratan motivasyonun arka planı açığa kavuşturulmuş olmaktadır. Bu dönemde Uruk’taki Eanna Rahipleri Tanrı heykelini bir kayığa bindirerek şehir şehir gezdirmeye, insanlardan onun adına hediye ve kurban kabul etmeye başladılar. Böylece bir yandan Sumer kentlerini ortak ritüeller üzerinden aynı tanrılar, inanç ve semboller etrafında birleştirip onlar üzerinde hâkimiyet kurmaya, bir yandan Tanrılar adına kabul ettikleri hediye ve kurbanlar üzerinden ekonomik ayrıcalık ve idari pozisyon inşa etmeye başladılar. Bu süreç aynı zamanda geri dönüşü mümkün olmayan kent devrimi diye adlandırdığımız gelişmeyi de yaratmıştır. Böylece kent ve onun örgütlü toplumu günümüz toplum modelinin çekirdeğini oluşturarak devlet organizmasını yaratmış ve gittikçe bu organizma içinden çıktığı toplumdan uzaklaşarak, ona yabancılaşarak toplumu biçimlendiren, yöneten ve onun kamusal hizmetlerini görüp planlayan özerk bir yapıya dönüşmüştür.

Geç Uruk vazosu

Bu makalenin içinde aktarıp betimlediğimiz gibi bazı bilim insanları tarafından kentin doğuşuna, gelişimine ve yayılımına ilişkin geliştirilen açıklama modellerine teorik eleştiriler yapılmakta, ampirik verilere dayanan bilgi eksikliğine dikkat çekilmektedir. Son 30 yıldır buna ilişkin tartışmalar, canlı bir entelektüel çaba olarak devam edegelmektedir. Bu bağlamda Algaze tarafından önerilen ve Immanuel Wallerstein’ in çalışmasından türetilmiş olan anavatan ile sömürgeler arasındaki etkileşimi, yani merkez-çevre ilişkisini betimleyen ve eşitsiz değiş-tokuşa maruz kalmayı ifade eden ‘Dünya Sistemler Teorisi’nden esinlenmiş ‘Uruk Dünya Sistemi’ ile Mezopotamya’daki kentleşme sürecine ilişkin yapılan yeni yorumlar ve açıklama modelleri, Kuzey-Batı İran ile Yukarı Mezopotamya ihmal edilerek başlayan bir anlama sürecini ima eder. Gerçekten de İran devrimiyle birlikte arkeolojik kazıların bir süreliğine sekteye uğramış olması, bilim insanlarının giriştikleri bu anlama sürecinde İran Arkeolojisini dışarıda bırakmalarına neden olmuştur. Kuzey Mezopotamya’da, Kuzey Irak coğrafyasıyla Türkiye’nin güneydoğusu uzun zamandır süre gelen güvenlik sorununa bağlı istikrarsız durumu, aynı şekilde bu tartışmalarda Kuzey Mezopotamya arkeolojisinin ihmal edilmesine neden olmuştur.

Uruk çağı seramik

            Müslümantepe Uruk Koloni Çağı çanak çömlek geleneği ve devamı

Dolayısıyla Ilısu Barajı kurtarma kazıları kapsamında yapılan yeni kazılar ile Kuzey-Irak’taki yeniden başlayan arkeolojik çalışmalar bu makalemiz çerçevesinde konuya katkı olsun diye tartışmaya dâhil edilecektir. Ayrıca Aşağı-Fırat’taki baraj kurtarma kazıları çerçevesinde yapılan; Hassek Höyük ve Hacınebi arkeolojik kazıları ile Malatya Arslantepe ve Mersin Yumuktepe’deki son dönem kazıları bu anlama sürecine yeni boyutlar kazandırmıştır. Bunun yanı sıra Gordon Childe’ın formalize ettiği kültürel materyalizm üzerinden açıklanan karmaşık toplum ilişkisi ve yerleşiklik modeli; 1950’li yıllarda yerleşiklik modellerine ve geçmişin kurgulanma biçimlerine bir itiraz olarak ortaya çıkan ve geçmişin tanımlanmasından ziyade açıklanmasını talep eden süreçsel arkeoloji, arkeologları yerleşiklik ve kentleşme ile ilgili yeni anlama ve açıklama modelleri geliştirmeye zorlamıştır. 1980li yıllarda gelişen ve ‘insan eylemlerini’ merkeze alarak bireyin kişisel tecrübelerini, maddi dünya ve onun içindeki nesnelerle etkileşimini hermenutik bir okumayla yorumlayan art-süreçsel arkeoloji popüler hale gelmiştir. J. Diamond’ın ‘Tüfek, Mikrop ve Çelik’ adlı çalışmasıyla zirveye taşıdığı makro tarih anlayışı ile ‘Hane Halkı Arkeolojisi’ bağlamında bireyin ve yakın çevresinin hikâyesine odaklanan mikro tarih anlayışı, arkeolojik anlama süreçleri üzerinde etki etmiş ve bu bağlamda dinamik bir entelektüel çabaya zemin hazırlamıştır. Son olarak Homo sapiens ve Homo deus’un yazarı Harari’nin geleceği speküle etme bağlamında geçmişi fütürist bir bakış açısıyla okuma denemesi arkeolojik entelektüalizmin zirvesine oturmuştur. Bundan böyle bir yandan geçmişin nasıl başladığını betimleyen bir uzay arkeolojisinden söz edilebileceği gibi geleceğin speküle edilmesine ilişkin bir fütürist arkeolojiden de söz edilebilir. Bütün bu çabalar geçmişin nasıllığına, kentlerin doğuşuna ve yayılımına ilişkin daha geniş çaplı ve yüksek entelektüel çabayı gerektiren çalışmalar yapmamızı zorunlu hale getirmektedir.

Başur Höyük. ©Aktüel Arkeoloji Dergisi, Fotoğraf: Aykan Özener

Güney Mezopotamya’daki kentlerin doğuşu, gelişimi ve yayılımı her ne kadar Algaze’nin ‘Uruk Dünya Sistemi’ açıklama modeliyle belirli bir zemine oturtulmuş ise de kentleşmeyi doğuran karmaşık toplum yapısı, teknolojik gelişme, gelişkin bir uzmanlık gerektiren karmaşık ekonomik yapılar, uzak mesafeli değiş-tokuşa dayanan ticaret, kıymetli ve yarı-kıymetli taşlar ile vücut bakımı için gerekli yağlar ve baharat gibi seçkinlerin ihtiyaçları olan, ithal etmeye değer malların temini, depolanması ve pazarlanması gibi kamusal otoriteyi gerektiren olgular Ubeyd döneminde ortaya çıkmıştı. Erken dönemdeki bu yapıların ortaya çıkışında kutsal mekânlar ve dini otoritelerden ziyade, sosyo-ekonomik olarak baskın bazı yüksek statülü aile grupları tarafından yerleşim yerlerindeki özel evlerinden yönetilmiş olmalıdır. Ancak daha sonraki aşamalarda Geç Uruk Döneminde üretim fazlası ürünlerin toplanması ve dağıtımı işlemini üstlenen tapınak gibi yeni kurumların ortaya çıkmasıyla ilgili olarak bazı bilim adamlarının farklı görüşleri bulunmaktadır. Örneğin malların birikimi ve üzerindeki kontrolün sağlanması ekonomik ve politik bir yön içermediği, bunun yerine toprak, su ve iş gücünün kontrolünün temelinde basit bir ritüel seferberliği yattığı şeklindedir. Nitekim R. Matthews ve A. Richardson’ın 2019 yılında yayımladıkları çalışmalarında bu süreçte ortaya çıkan kült merkezlerinin şehir mühürlerindeki betimlerinden kentlerin kutsallıklarını inşa ederken Panteondaki hiyerarşik yapıya bağlı kalındığı gözlemlenmiştir. Böylece Sumer kentleri arasında inşa edilen bu hiyerarşik yapı ile oluşturulan ritüel takvimleri bu süreçte kullanılan şehir mühürleri ve bu mühür baskılarından saptanmaya çalışılmıştır. Özellikle de Uruk İnanna’sının tekneye bindirilerek şehir şehir dolaştırılması ve onun kültü dolayımında Sumer kentlerini birbirine bağlayan bir ortak kutsallık yaratma çabası göze çarpmaktadır. Böylece Uruk’un İnannası, zaman içinde Sumerlerin tümünün İnanna’sı haline geldi. Ancak Erken Hanedanlar dönemiyle birlikte gelişen sekülerleşme sürecinde ortaya çıkan krallar ve yeni seçkinler eski kült geleneklerini devam ettirmeleriyle, eski tapınakları restore edip, yenilerini inşa etmeleri dinsel bir sofuluktan ziyade pragmatik bir yaklaşımla şehirlerarası işbirliğini güçlendirmeye, kamusal alanları estetikleştirmeye ve günlük yaşamı ritüelleştirmeye yönelmişlerdir. Böylece dini olanı/alanı hükümdarların başarılarının bir anlatısı alanına dönüştürmüşlerdir.

Barbara Helwing ve arkadaşlarının Güney Kafkasya’da yaptıkları kazı ve yüzey araştırmalarının Kuzeybatı İran’daki Hacıfiruz kazılarından elde edilen sonuçlarının karşılaştırılmasıyla iki bölge arasında MÖ 6.bin’e kadar geriye giden Neolitik Çağ kültürlerinin hem birbiriyle ilişkilerini hem de bu kültürlerin Mezopotamya’daki Hassuna-Samarra kültürleriyle ilişkilerini açığa kavuşturmuşlardır. Özellikle de Azerbaycan’daki Kamiltepe’den ele geçen Halaf çanak-çömleği Mezopotamya ile Güney Kafkasya arasındaki kültürel bağın derinliğini ortaya koymuştur. Bunu izleyen Kalkolitik Çağ’da gerek Ubeyd seramiği üzerinden bilinen yakın ilişkileri, gerekse Catherine Marro’nun ortaya koyduğu gibi Saman Yüzeyli Seramik kültürünün Amik Ovasından Kuzeybatı İran’daki Zagros eteklerine kadar ve oradan Kura-Aras nehirlerine uzanan Kafkasya bölgesindeki geniş yayılımı gözler önüne serilmiştir. Ayrıca Sakçegözü-Coba Seramik Kültürüne bağlı olarak Kuzey Suriye Kültürleri, Altınova’daki Norşuntepe üzerinden Kuzey Mezopotamya-Kafkaslara değin uzanan bir hat üzerinde etkinlik gösterir. Karaz kültürünün de aynı şekilde Kafkasya’dan Doğu Anadolu’daki Erzurum, Elazığ, Malatya üzerinden Kuzey Suriye’ye ve oradan Filistin’deki Khirbet Kerak’a kadar ulaştığı bilinmektedir. Böylece Geç Neolitik’ten, Geç Kalkolitik’teki kent kültürünün doğuşuna kadar geçen geniş bir zaman dilimi içinde, Kuzey Suriye ve Kuzey Mezopotamya’nın hem kendi aralarında hem de Kuzeybatı İran ve Kafkasya ile yoğun bir ilişki içinde oldukları anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu geniş coğrafyanın birbiriyle tanışık halklar ve birbirine bakışık kültürler ile domine edildiği söylenebilir. Bu yakın ilişkiler ağı bir yandan bu geniş coğrafyanın ve onun topografik imkanlarının tanınmasını sağlamış, bir yandan da yeraltı ve yerüstü ekonomik kaynaklarının, fauna ve florasının kullanım imkan ve kabiliyetlerini toplumsal hafızaya aktarmış olmalıdır. Dahası bu imkânları bilip kullanan ve dolayısıyla bu ilişkileri pekiştiren konar-göçer klanlar ile zanaatkâr ve tüccarların geniş bir haraketlilik ağı oluşturdukları da arkeolojik verilerden bilinmektedir. Böylece uzun yıllar boyunca birbiriyle bazen barışçıl bazen çatışmacı ilişkiler içinde olan Büyük Mezopotamya Dünyası şekillendi. Akkad Kralı Büyük Sargon’un da bu geniş coğrafyaya yaptığı seferler sonrasında kullandığı gibi ‘Dünyanın Dört Bucağının Hâkimi’ sıfatı bu gerçeği betimleyen önemli bir referans kaynağı olarak ele alınmalıdır. Nitekim bundan sonra Mezopotamya’ya hâkim olacak bütün krallar bu sıfatı kullanmak için Büyük Mezopotamya Dünyasında kimi zaman at koşturup savaşlar organize etmiş, kimi zamanlar da ticaret kervanlarını yola revan etmişlerdir.

Kerpiç evlerden oluşan Çatalhöyük yerleşiminin rekonstrüksiyonu ©John-Gordon Swogger, Çatalhöyük Araştırma Projesi

Son dönem önemli kazı alanlarından Mersin Yumuktepe ile Malatya Arslantepe ‘Uruk Dünya Sistemi’ kentleşme sürecinin periferideki önemli temsilcileri olarak ön plana çıkmışlardır. Yumuktepe’deki kamusal yapılar ve onların içinde ele geçen Uruk tipi devrik ağızlı kâseler, bu merkezde Geç Kalkolitik Dönem’de bir otoritenin ortaya çıktığını ve bu otoritenin kamusal hizmetleri gören işlerde ücretleri bu kâselerle ödenen geniş bir iş gücünü organize ettiği anlaşılmaktadır. M. Frangipane’nin Arslantepe kazılarında ortaya çıkardığı ve kentleşme sürecine ilişkin geniş etkiler yaratan kamusal yapılar ve çözümlemeleri, kent olgusunun ortaya çıkış ve gelişimine ilişkin yeni bakış açıları geliştirmiştir. Arslantepe’de açığa çıkarılan ve MÖ 4.binin ilk yarısına tarihlendirilen kamusal yapıda; ritüel ve törensel aktivitenin yanı sıra üretilen mallar üzerinde bir idari kontrol gerçekleştirdiği ve dağıtımını organize ettiği anlaşılmıştır. Bu bağlamda ‘Uruk Yayılımı’ henüz Torosların eteklerine ulaşmadan önce yerel kültürlerin örgütlü, kendi içinde tabakalaşmış ve farklı alanlarda uzmanlaşmış bir toplum modelini ortaya koymuş olması açısından önemli bir gelişmedir. MÖ 4.binin sonlarında ise Arslantepe’de Mezopotamya (Uruk) etkili ancak yerel mimari anlayışı içinde gelişen teraslar üzerinde kurulmuş ve hafir tarafından Tapınak-Saray olarak işlevleri tanımlanmış bir yapı kompleksi açığa çıkarılmıştır. Bu yapılar farklı bölümlerinde; farklı dini, ekonomik ve idari işlerin yapıldığı tek bir kompleks oluşturur. Bu özelliği ile Malatya Ovası, Mezopotamya modelinden ayrılarak ‘kentleşme’ olmaksızın politik ve ekonomik merkezileşmenin varlığına ilişkin önemli kanıtlar sunmuştur. MÖ 3. Binin başlarında Eski Tunç Çağı ile birlikte Arslantepe’de radikal bir değişim yaşanmış ne Mezopotamya ile ne de Malatya bölgesi yerel kültürleriyle ilişkisi bulunmayan Transkafkasya kökenli yeni bir kültürün filizlenmesine ev sahipliği yapmıştır. Kura-Aras bölgesinden gelen bu göçebe halk kendinden önce bulunan anıtsal yapıları bir daha onarılmamak üzere yıkıma uğratmış, yerine geldikleri yörenin mimari özelliklerini taşıyan dal-örgü yapıları inşa etmiş ve Kura-Aras tipi el yapımı kırmızı-siyah çanak-çömlek üretmişlerdir. Bu döneme ilişkin ‘Krali Mezarlar’ da ele geçen bakır-arsen, bakır-gümüş, gümüş, altın gibi kıymetli madenlerden yapılmış; mızrak uçları, kılıçlar, baltalar, hançerler, vazo, kemer, bilezik ve iğneler gibi olağanüstü buluntular yeni otoritenin kuzeyli kökenlerini bize anımsatır. Frangipane’nin de belirttiği gibi Arslantepe’ de Kalkolitik Çağın sonlarında Transkafkasya toplulukları ile Geç Uruk toplumu arasında önce bir uzlaşma ve işbirliği ortaya çıkmış, zamanla rekabete dönüşen bu ilişki çatışmaya evrilerek Uruk toplumunu tasfiye etmiş ve yerini almıştır. Bundan böyle Eski Tunç Çağı boyunca Arslantepe, merkezi bir güç olarak daha çok Elazığ-Altınova yöresindeki kültürlerle ilişki içine girmiştir. Böylece Arslantepe’nin yeni sakinleri kopup geldikleri hısım-akrabalarının bulunduğu coğrafyaya yönelmiş ve bu minvalde ilişkilerini güçlendirerek kültürel kimliklerinin oluşumunu doğulu yanlarıyla pekiştirmişlerdir.

Sitadelin dışında yer alan Arslantepe köyü rekonstrüksiyonu, MÖ 2900-2800. ©MAIOI

Algaze’nin ‘Uruk Dünya Sistemi’ kavramsallaştırması bağlamında ortaya koyduğu kentleşme sürecine ilişkin merkez-taşra, sömüren-sömürülen ve yöneten-yönetilen paradigmasına itiraz edegelen Gil J. Stein 2012 yılında yazdığı bir makalesinde Hacınebi, Zeidan, Hamoukar, Tell Brak, Tepe Gawra, Grai Resh ve Arslantepe buluntularını kendi içinde ve Güney Mezopotamya’daki çağdaşlarıyla karşılaştırarak Kuzey Mezopotamya’da gelişen Geç Uruk dönemi kentleşme sürecini daha ticari, barışçıl ve eşitler arası bir ilişki biçimi olarak tanımlamıştır. Bu bağlamda yukarıdaki merkezlerden ele geçen mühür ve mühür baskıları ile dini semboller, figüratif betimler, çanak-çömlek buluntuları ve mimari kalıntılar geniş bağlamlar içinde değerlendirerek bir yandan kentleşme sürecinin kronolojik tablosunu ortaya koymuş, bir yandan da geniş zamana yayılan ve farklı aşamalarda gelişen Kuzey-Güney ilişkiler ağını betimlemeye çalışmıştır. Stein’a göre Uruk kolonizasyonu merkezden taşraya doğru mesafe arttıkça Uruk’un yerel halklar üzerindeki ekonomik ve idari yaptırım gücü azalan bir etkiye sahipti. Bu bağlamda MÖ 5-4. Bin boyunca Kuzey-Güney ilişkilerini arkeolojik veriler, ticari faaliyetler ve klimatolojik etkenler üzerinden de anlama çabasına girişmiştir. Gil Stein Uruklu tüccarların uzun mesafeye dayanan ticari faaliyetlerini betimlerken tüccarların gittiği yerde uzun süre ikamet ettiklerini, yerlilerle barışçıl bir ilişki kurduklarını ve dahası yerli halktan kadınlarla evlenerek bir akrabalık ilişkisi geliştirdiklerini söyler. Bu şekilde tanımlanmış bir ilişki biçiminden yola çıkarak, ticari faaliyetlerin yerli elitlerin de lüks tüketim ihtiyaçlarını karşılayan ve çıkarlarına uygun bir şekilde gelişen ve bu bağlamda kendi kendini yöneten yerel kültürlerin, güneyli tüccarların yüksek kültürlerinden etkilenerek ve farklılaşarak geliştiklerini savunur. Nitekim Atatürk Barajı kurtarma kazıları çerçevesinde kazılan Kurban Höyük, Titriş, Hassek Höyük ve Hacınebi gibi Orta Fırat Havzasındaki yerleşim merkezleri de bu savı destekleyen veriler sunmuş ve Geç Uruk döneminde Güney Mezopotamya kültürleriyle sıkı bir ticari ve kültürel ilişkiye girdikleri anlaşılmıştır.

Müslümantepe mühür

Son olarak Yakın Doğudaki kentleşme sürecini geniş bir perspektifte ele alan Jason Ur’un görüşlerine yer vererek konuya ilişkin genel değerlendirmelere son verip Yukarı Dicle bölgesindeki kentleşme sürecini ele alacağız. Jason Ur, Güney Mezopotamya’daki Sumer kentleşme sürecini yaklaşık 100 yıl önceki eski kazılardan elde edilerek oluşturulan kültürel arka plan ve kronolojik tablonun sağlıklı olmadığını ve bu süreci bilimsel yetkinlik içinde açıklığa kavuşturamadıklarını söyler.  Algaze’nin ‘Uruk Dünya Sistemi’ kavramsallaştırmasını yapmış ve yöntemini kullanmış olmasının önemli bir anlama çabası olduğunu, ancak konuyu kapsamlı bir şekilde irdeleyerek çözümlemeyi başaramadığını iddia eder. Daha da ötesi Ur, Kuzey-Güney arasındaki ilişkinin klasik anlamda bir kolonizasyon hareketi olarak tanımlanamayacağını ve Stein’ın görüşüne katılarak daha çok eşitler arası bir ticari ilişkinin söz konusu olduğunu belirtir. Kentleşme sürecinin nerede ve ne zaman başladığına ilişkin olarak da Jason Ur kendine özgü görüşler öne sürmüştür. Ona göre Ubeyd kültürünün yayılım coğrafyasında kentleşme süreci MÖ 5. Binin 2. yarısında hem kuzeyde hem de güneyde düzensiz ve kademeli bir gelişme gösterir. Dahası sanki ‘ilk kentler güneyden önce kuzeyde ortaya çıkmış gibidir’ iddiasında bulunur.

Yukarı Dicle Bölgesi Kentleşme Süreci

Ilısu projesi kazıları çerçevesinde Yukarı Dicle Bölgesinde yapılan arkeolojik kazılarda bölgenin Epi-paleolitik çağdan başlayarak Hassuna-Samarra ve Halaf-Ubeyd kültürleri boyunca geniş Bereketli Hilal Kültür Dünyasının önemli bir parçası olduğu ortaya konmuştur. Dicle nehri ve su kaynakları boyunca gelişen yerleşim havzası birçok alanda olduğu gibi kentleşme sürecinin başlangıcına ve Uruk Dünya Sisteminin etki alanına ilişkin de yeni kanıtlar sunmuştur. Bu bağlamda Kenantepe, Müslümantepe ve Siirt Başur Höyük kazılarında Yukarı Dicle Bölgesindeki kentleşme sürecinin anlaşılması çabasına önemli katkılar sunan buluntular açığa çıkarılmıştır. Kenantepe’nin doğu eteklerinde Geç Uruk Dönemi ve onu izleyen Erken Hanedanlar dönemi Mezopotamyasıyla paralel yerleşim alanları ve in-situ buluntular açığa çıkarılmıştır. Yukarı Mezopotamya için stratigrafik gelişime bağlı olarak oluşturulan yeni kronolojik sisteme göre LC 4-5 (MÖ 3523-2890) dönemine tarihlendirilen sivil yapılar, mühür baskıları, çanak-çömlek parçaları ve elitleşmiş kesimlerin kullanımına ilişkin madeni eserler açığa çıkarılmıştır. Buluntular bir yandan kuzeyli Karaz Kültürüyle ilişkili ocak parçaları ve seramik örnekleri sunarken bir yandan da güneyli Uruk kültürüyle ilişkili elitlerin kullanımına ilişkin mühür baskıları, devrik ağızlı kâseler ve madeni eserler sunmuştur. Dicle Nehri’nin güney kıyısında bulunan Müslümantepe ekonomik kaynakları çeşitlilik arz eden esnek bir topografik yapıya ve konuma sahiptir. Höyük ve çevresinde yaptığımız yüzey araştırmaları ve sondaj çalışmaları Müslümantepe’nin farklı zamanlarda bazen genişleyen bazen daralan ama istikrarlı bir şekilde varlığını sürdüren bir yerleşim yeri olduğunu saptadık. Anakaya’ya ulaşılmamış olmakla birlikte en eski yerleşim Halaf dönemine tarihlendirilmiştir. Kent kültürünün kökenini betimleyen Ubeyd dönemi Müslümantepe’de geniş bir alanda açığa çıkarılmıştır. Hristiyantepe sondaj kazısı ile Merdiven Yarmasında açığa çıkarılan Ubeyd Dönemi yerleşimi geniş alana yayılmıştır. Aynı şekilde Müslümantepe’nin ‘tepe’ kazı alanında da Ubeyd Dönemi çanak çömleği yoğun bir şekilde saptanmıştır. Dolayısıyla Müslümantepe’deki Ubeyd Kültürü geniş bir alanda ve uzun zamana yayılan bir yerleşim statigrafisini yansıtır. Müslümantepe’nin bölgedeki bir diğer önemi Ubeyd Kültürüyle çağdaş Saman Yüzeyli Seramik Kültürü, Coba Tipi Kâseler ile Karaz Kültürünü yansıtan buluntuların birlikte açığa çıkarılmış olmasıdır. Böylece Müslümantepe’nin Geç Neolitik dönemden itibaren bölgede güçlü bir yerleşim birimi olduğu anlaşılmaktadır.

Müslümantepe ©Aktüel Arkeoloji Dergisi, Fotoğraf: Aykan Özener

Kuzey Mezopotamya için önerilen yeni tabaka sistemine dayalı zamansal dizine göre kentleşme sürecinin erken evresini betimleyen LC2 (4200-3850)-LC3 (3850-3700) döneminde bir savunma/ihata duvarıyla çevrelenmiş güçlü bir kentleşme sürecini gösteren bir yerleşim yeri olduğu anlaşılmaktadır. Bunu izleyen Uruk Dünya Sistemi döneminde Müslümantepe’de mezarlık kazı alanında bir Uruk Koloni Yerleşmesi olan Uruk Karum Alanı açığa çıkarılmıştır. Mimari açıdan iki farklı evreyi temsil eden Karum yerleşmesi Karbon 14 analizine göre LC4-5 (MÖ 3350-3200)’e tarihlendirilmiştir. Dikdörtgen planlı içinde sekisi bulunan Geç Uruk dönemi mimari özelliğini yansıtan bu yapıların içinde geometrik bezemeli pişmiş toprak silindir mühürler ele geçmiştir. Dönemin sonunda Karum alanı terkedilmiş ve mezarlık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Mezarlar da iki evreyi yansıtır: birinci evre Geç Uruk-Erken Hanedanlar dönemine geçiş evresini temsil eder. İkinci evre ise Erken Hanedanlar dönemiyle çağdaş olmakla birlikte yerel Hurri kültürünü yansıtmaktadır. Bu iki evrenin birbirinden farklılaşma süreci Aslantepe’den bildiğimiz üzere Mezopotamya Kültür Evresi ile bunu izleyen Hurri Kültür Evresiyle paralellik gösterir. Bu dönemde Müslümantepe büyük bir sur ile tahkim edilmiş, güneyden yani Sumer ülkesinde gelmesi muhtemel saldırılara karşı savunma sistemini kurmuştur. Surun içinde kalan kısımda yapılan arkeolojik kazılarda Müslümantepe’nin bu dönemde gittikçe kuzeyli kimliği ön plana çıkmakta ve nitekim MÖ 3. Binin sonu 2. Binin başlarından itibaren tümüyle bir Hurri kenti görünümüne bürünmüştür. Başur Höyük kazılarında beklenmedik bir biçimde Geç Uruk dönemi ile onu izleyen Erken Hanedanlar dönemine ilişkin zengin buluntular açığa çıkarılmıştır. Bol miktarda devrik ağızlı Uruk kâsesi buluntusu Başur Höyük’te Uruk Dünya Sistemiyle tanımlanan kolonizasyon dönemine ilişkin önemli bir gelişmeye tanıklık ettiğimize dair önemli bir işarettir. Anlaşıldığı kadarıyla bu dönemde merkezi bir erkin ortaya çıktığını ve devrik ağızlı kâselerle günlük tayinleri ödenen yoğun bir iş gücünü organize ettiği söylenebilir. Her ne kadar tabakalarına ulaşılmamış ise de Başur Höyük’te kamu hizmeti gören yönetsel ve sosyal yapıların bulunma ihtimali yüksektir. Bu bağlamda Başur Höyük LC4-5 (MÖ 3700-3100) dönemleri arasında Dicle Nehri ile Zapsu’nun kesiştiği alanda kentleşme sürecine girmiş ve katmanlı bir toplum yapısına ulaşmıştır. Uygun jeomorfolojik yapısı, zengin ekonomik kaynakları ve ticari yol güzergâhları üzerindeki konumu dolayısıyla Başur Höyük bir yandan Kafkasya ile bir yandan güneydeki Uruk dünyası ile ticari ve kültürel ilişkilere girmiş olduğu açıktır. Erken Hanedanlar döneminde ise güneydeki kentleşme sürecine koşut olarak bir sur içinde güçlü bir kent merkezi haline gelmiştir. Her ne kadar bu dönemin mimarisine sınırlı alanda ulaşılmış ise de bu döneme ait mezarlardan ele geçen madeni eserlerin gelişkin teknik kapasiteleri, karmaşık ve derinlikli dinsel motif ve atributları ile savaşçı elitlerin güçlü silahları Yukarı Dicle’nin Siirt bölgesinde güçlü bir krali merkezle karşı karşıya olduğumuzu betimler. Özellikle de bu kral mezarlarıyla paralellik arz eden oyun ve oyuncak aparatları nesilden nesile aktarılmış bir asaletin temsil edildiği bir hanedanlık ve elitleşmiş bir saray yaşamıyla ile karşı karşıya olduğumuzu akla getirmektir. Mezar buluntusu olan dini ritüel ve krali törensel silahlardan oluşan madeni eserler ile elitlere ait oyun ve oyuncak aparatlarının kullanım amaç ve biçimlerinin yanı sıra teknik ve tipolojik özelliklerine bakıldığında da; Uruk’tan Aslantepe’ye, Alacahöyük’ten İkiztepe’ye kadar uzanan geniş bir coğrafyada görülen eserlerle anlam bütünlüğü içinde oldukları anlaşılmaktadır. Bir başka ortak paydaları dönemin elitlerine hitap eden bu eserlerin dolaşım sürecinde Kuzey-Batı İran, Kafkasya ve Afganistan’a kadar uzanan kalay ve lapislazuli gibi kıymetli ve yarı kıymetli taşların aynı ticaret ağı üzerinde bulunmalarıdır. Bu tip yüksek teknik beceri ve karmaşık, gelişkin sanat anlayışını yansıtan elit eserlerin aynı gelenekten gelen sanat anlayışı ile atölye ve usta-çırak ilişkisini yansıtıp yansıtmadıkları doğrusu benim için büyük bir merak konusudur.

Değerlendirme ve Sonuç Yerine

Batıda gelişen aydınlanma hareketiyle birlikte ‘Cennetin Dilleri’ metaforu bağlamında tanrının hangi dili konuştuğuna ilişkin Batılı bilim insanlarının merakı Eskiçağ filolojisini ve arkeoloji bilimini yaratan araştırmaları başlatmıştır. Kitab-ı Mukaddes arkeolojisi bağlamında gelişen arkeolojik kazılar, zaman içinde Suriye-Filistin bölgesinin yanı sıra kutsal coğrafya olarak beliren Mezopotamya’yı da ilgi alanına taşımış ve geniş kapsamlı kazı ve araştırmaların başlamasına neden olmuştur. Bu bağlamda, kutsal mirasın yaratıcıları olarak görülen Sumerler ve Sumerce büyük bir ilgi görmüş, Sumerlerin kentleşme süreci ve Sumer kültürünün yayılımı mitik anlatılar etrafında örülmüştür. Ancak II.Dünya Savaşı’ndan sonra, arkeolojik merak ve araştırmalar gittikçe özgün bir bilim dalı haline gelmeye başlamıştır. Bu bağlamda farklı bilim dallarının gelişen yöntemleri de arkeolojik veri derleme ve bilgi üretiminde kullanılmaya başlanmasıyla Sumerlerin ve Sumer uygarlığının başlangıcına ilişkin yüz yıl önce üretilen bilgilerin sorgulanmasına yol açmıştır. Dolayısıyla kentlerin kuruluşu ve yayılımı hikâyesinin anlatımında arkeolojik yöntemlerin yanı sıra arkeometrik yöntemler ile kuramsal açıklamalar denenmeye başlanmıştır. Bu çerçevede Mezopotamya’daki kentleşmenin MÖ 5-4 bin yılları boyunca gelişen bir süreç içinde kademeli bir şekilde ortaya çıkan bir fenomen olduğu kabul edilmiştir. Kentin doğuş fenomeni; ekonomik farklılaşma, yaygın olarak paylaşılan iktidar sembolleri, elit grupların ve mesleki uzmanlaşmanın ortaya çıkışı, sosyal tabakalaşmanın görünür hale gelmesiyle bunun ölüm ritüelleri ve mimariye yansıması gibi olgularla betimlenmeye başlanmıştır. Bu bağlamda G. Algaze’nin Immanuel Wallerstein’dan esinlenerek arkeoloji dünyasına taşıdığı ‘Uruk Dünya Sistemi’ açıklama modeli, bize geniş bir perspektif sunmuş olmasıyla birlikte, birçok açıdan eleştirilmiş ve kentleşme fenomenini yeterince açıklayamadığı sonucuna varılmıştır. G. Stein’ın ve M. Frangipane’nin kent kültürünün ve kentleşme olgusunun Sumer Mezopotamya’sının dışına yayılımını betimlerken, yerel unsurlara öncelik vermeleriyle kentleşme olgusunun geniş bir zamana yayılan ve kademeli bir şekilde geliştiğine ilişkin anlatımları, hikâyeye yeni bir boyut kazandırmıştır. Jason Ur ise daha geniş kapsamlı bir değerlendirmede bulunarak; kentleşme olgusunun Büyük Mezopotamya Dünyası diye tanımladığımız Kafkaslardan Akdeniz sahillerine, Akdeniz sahillerinden Basra Körfezine kadar uzanan geniş Ubeyd coğrafyasında, kademeli bir şekilde ortaya çıktığını ve geniş bir zamana yayılarak yetkinleştiğini söyler. Yukarı Dicle Bölgesi’ndeki kazılardan elde edilen verileri de birlikte değerlendirdiğimizde, Jason Ur’un da değindiği gibi kentleşme olgusunun başlangıçta Kuzey Mezopotamya’da ortaya çıkıp güneye doğru kademeli bir gelişim sergilemiş olması muhtemeldir. Dahası bu sürecin aynı kültür öğeleriyle harmanlanmış birbirine bakışık ve hatta tanış (belki de kuzen) olan Büyük Mezopotamya Dünyası’nın halkları arasında başlamış olduğu düşünülmelidir.

Müslümantepe ©Aktüel Arkeoloji Dergisi, Fotoğraf: Aykan Özener

Kanımızca MÖ 4. binyılın ikinci yarısında, kent olgusunun merkezinin güneye doğru kayması, orada gelişip serpilmesi ve oradan da Dicle ve Fırat hinterlandında yaşayan hısımlarına (ve akrabalarına) doğru yeniden yayılması, Algaze’nin betimlediği gibi bir sömürü sisteminden ziyade G. Stein’ın da değindiği gibi eşitler arası bir ticari ilişki şeklinde olmalıdır. Odağında Sumer tapınaklarının bulunduğu bu ticari faaliyet daha çok ortak paylaşılan/inanılan tanrılar ve onlara ilişkin dini ritüellerin tedvini için gereken lüks ihtiyaçların karşılanması bağlamında yapılan bir takas faaliyeti olarak da yorumlanabilir. Dolayısıyla bir sömüren-sömürülen, yöneten-yönetilen gibi Batının kolonyal ilişki biçimi söz konusu olmamalıdır. İklim koşullarının değişimine paralel olarak Kuzey Mezopotamya’dakilerin başlangıçta bir avantaj gibi görünen yağmura dayalı tarıma ve ev tipi hayvancılığa mahkûm olmaları, onların ekonomik kaynaklarını sınırlandırmış ve mevcut nüfusu alışılagelen refah düzeyi içindeki yaşamını sürdürülebilir kılamamış olmalıdır. Güneydeki kuzenler ise bu iklimsel koşulların değişimine yanıt olarak, Dicle ve Fırat’ın azalan sularının rasyonel kullanımı olan kanal ekonomisine geçmeleri ve sulu tarıma başlamaları ile çiftlik tipi hayvancılığı geliştirmeleri refah düzeylerinde bir patlama yaratmış olmalıdır. Dolayısıyla bu yeni ekonomik sistem bir yandan örgütlü ticari faaliyetleri teşvik etmiş bir yandan da Dicle ve Fırat boylarındaki uzak kuzenlerin bu refahtan pay almak için güneye göçünü teşvik edip hızlandırmış olmalıdır. Böylece Sumer kentini kuran ekonomik kaynaklar ile ihtiyaç duyulan insan gücü bir araya gelerek kent uygarlığını yaratmıştır. MÖ3.binin başlarında arkeometrik verilerin de ortaya koyduğu gibi yine bir iklimsel değişim söz konusudur. Su kaynaklarının azalması Sumer kentleri arasında rekabeti körüklemiş, bu sorunlu sürecin içinde tapınağın inşa ettiği yönetim modeli çökmüş ve bunun yerine ekonomik kaynakları organize etmede daha sert tedbirler gerektiren rekabetçi, seküler bir yönetim modeli ortaya çıkmıştır. Erken Hanedanlar dönemi olarak da adlandırılan bu dönemde daha önceki Sumer kentleri ile uzak hısımlar arasındaki ticarete dayalı barışçıl ilişki modeli çökmüş, yerine kralların yürüttüğü husumet yaratan rekabetçi ve çatışmacı bir evreye girilmiştir. Bundan böyle gerek Sumer kentleri arasındaki ilişki gerekse de uzaktaki hısımlarla olan ilişki Algaze’nin esinlendiği Wallerstein’ın betimlediği sömüren-sömürülen, efendi-köle ilişkisini mümkün kılan kentler arası savaşların belirleyici olduğu yağma ve deportasyon ilişki biçimine dönüşmüştür. Bütün bu verilerden yola çıkarak; Geç Uruk Dönemi ile birlikte gelişim ve yayılım gösteren kent olgusunun Büyük Mezopotamya Dünyası’nda üç aşamalı bir süreçte geliştiğini betimleyebiliriz. Bu bağlamda yukarıda sınırlarını çizdiğimiz Büyük Mezopotamya Dünyası’nda kent olgusunun gelişiminin çekirdek bölgesi olarak, Basra-Bağdat arası yani bilinen adıyla Hit-Samarra hattının güneyi olan alüvyal Mezopotamya’dır. İkinci kademe ise Hit-Samarra hattının kuzeyinde yer alan ve doğudaki Nuzi ile batıdaki Karkamış’a uzanıp Habur’u da içine alan ovalardan ve bozkırlardan oluşan bölgedir. Bu bölge Orta Mezopotamya olarak adlandırılabilir. Üçüncü kademede ise, Nuzi-Karkamış hattının kuzeyinde kalan, Akdeniz sahilinden Zagros Dağları’nın eteklerine uzanan ve oradan da Güney Kafkasya’ya kadar genişleyerek Doğu Anadolu Bölgesi’ni de içine alan dağlık bölgedir. Bu bölge aynı zamanda Dicle ve Fırat nehirleri ile onları besleyen su kaynaklarını çevreleyen büyük dağlık hinterlanttır ve Yukarı/Kuzey Mezopotamya olarak adlandırılabilir. Catherine Kuzucuoğlu ile Catherine Marro’nun yazılı belgelere dayalı olarak yaptıkları etnoarkeolojik çalışmanın sonuçları dikkate alındığında; MÖ 3. binin ortalarından 2. binin başlarına kadarki süreçte, Büyük Mezopotamya Dünyası’nda gelişen nüfus hareketliliği coğrafyayı etnik olarak da kabaca üç bölüme ayrılabilir. Bu bağlamda Büyük Mezopotamya’yı güneyde Sumer Mezopotamya’sı, ortada Sami (Akkad/Amurru/Assur) Mezopotamya’sı, kuzeyde ise Hurri-Subari Mezopotamya’sı şeklinde bir ayrıma tabi tutabiliriz. Bu kısa makalede, MÖ 5. binde ortaya çıkan ve MÖ 330’lu yıllardaki Büyük İskender’in Doğu’yu istilasıyla son bulan, birbirine bakışık kültürel bölgeler halinde gelişim gösteren bu Büyük Mezopotamya Dünyasının, kentleşme hikâyesini ve uygarlık serüvenini betimlemeye çalıştık. Böylece bu büyük dünya; bazen barışık, bazen çatışık olsa da, her hâlükârda derin bağlarla birbirine bağlı kalmış ve dünyanın geri kalanını da etkisi altına alan büyük uygarlıklar dünyası olduğunu ortaya koymaya çalıştık.

 

Aktüel Arkeoloji Dergisi 78. Sayı - Kentlerin Doğuşu 

www.arkeolojidukkani.com

 

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER