USTALARA SAYGI

MÜKERREM USMAN ANABOLU 

Ben 1924’te, Cumhuriyet’ten bir sene sonra, İstanbul Boğazı’nda Kanlıca’ da doğdum. Ailemin arzusu üzerine ecnebi mektebine gitmedim. Türk mekteplerinde okudum. Buna rağmen Fransızca ve İngilizce’yi devlet lisan sınavını kazanacak kadar iyi öğrendim. Bu pek normal bir şey değil biraz normalin üstü bir şeydi. Liseyi bitirdikten sonra Üniversite’ye gideceğim zaman büyük bir karanlık içerisindeydim. Çünkü karar verecek kadar iyi tanımıyordum üniversite muhitini.

Aktüel Arkeoloji : Kendinizden biraz bahsedermisiniz?

Mükerrem Usman Anabolu: Ben 1924’te, Cumhuriyet’ten bir sene sonra, İstanbul Boğazı’nda Kanlıca’ da doğdum. Ailemin arzusu üzerine ecnebi mektebine gitmedim. Türk mekteplerinde okudum. Buna rağmen Fransızca ve İngilizce’yi devlet lisan sınavını kazanacak kadar iyi öğrendim. Bu pek normal bir şey değil biraz normalin üstü bir şeydi. Liseyi bitirdikten sonra Üniversite’ye gideceğim zaman büyük bir karanlık içerisindeydim. Çünkü karar verecek kadar iyi tanımıyordum üniversite muhitini.

Arkeoloji ise benim için bilinmezlik ifade eden bir kelimeden başka bir şey değildi. Tarihe yazıldım. Tarihte okurken arkeolojinin ne olduğunu ne olmadığını öğrendim.

A.A.                 : Üniversite’de Arkeoloji ile nasıl tanıştınız.

M.U.A.            :1941–1945 yılları arasında üniversitede öğrenciydim. Öğrenciyken akademik kariyer de çok ilgimi çekti. Tarih Bölümü’ne girince İlkçağ Tarihi’ni daha etraflıca okudum ve okurken de çok ilgimi çekti. Onda sonra arkeolojiye merak sardım ve imkânlarını araştırdım. O zaman Edebiyat Fakültesi’nden sertifika usulü vardı. İlk yıl umumi (genel) tarih okumuştum. Seneye tarihte okuduğum o sertifikayı saydırarak arkeolojiye nakil yaptırdım, hiç sene de kaybetmeden devam edebildim.

A.A.                 : Neden arkeolojiye geçiş yaptınız?

M.U.A.            : Arkeoloji çok ilgimi çekti. Zira onun içinde hoşlandığım her şey vardı. Bunların içinde özellikle doğaya çıkmak ve araştırma yapmak beni çok çekti bu şekilde zaten talebeliğimde Kurt Bittel’in düzenlediği bazı seyahatlerle birlikte bazı seyahatlere de katılmıştım. Günden güne arkeolojiye olan bağım kuvvetleniyordu. Bu arada başka bir dil öğrenmek için bir lisede Fransızca okuyordum. Arkeolojide kariyer yapmak isteyen birisi için lisanın çok önemli olduğu düşündüğümden İngilizceye de başlamıştım. İngilizcemin de yeterli olmayacağını düşündüğümden öyle bir şey yaptım ki benzerini kimse yapmamıştır pek.

 İngiliz okuluna High School’ a gittim. Ben “İngilizcemi kuvvetlendirmek istiyorum beni talebe gibi alın” dedim. High School’un müdiresi “sizin bir takım kanunlarınız yüzünden bizim 25 kişi alma hakkımız var” dedi. “Bunların birinin hakkını size versem bile ben hak yemiş olurum. Ben bu sebepten ötürü alamam” dedi. Amerikan kolejine gittim aynı cevap, Kadıköy’deki Amerikan Koleji’ne gittim buradan da öyle dediler. Neticede ben hiçbirisine giremedim. Üniversitedeki duruma böyle devam etmeye karar verdim. Fakat senenin ortasında High School’daki çocuklardan biri hastalanmış, okula gelemediğinden bir tek boş yer açılmış bana haber gönderdiler “hala istiyorsa gelsin” diye. Ben üniversiteyi de bırakmadan 1,5 yıl High School’da İngilizce öğrenmeye bu şekilde devam ettim. Yapmam gereken bir şey daha vardı. Eski dillerden biri ya eski Yunancayı ya da eski Latinceyi öğrenmem lazımdı. Zaten daha önceden de öyle yapılıyordu, fakat İkinci Dünya Harbi olduğu için o sıralarda bunu öğreten ecnebi hocalar memleketlerine döndüler, ben onu yapamadım. Ama kendi kabahatim değil tabi. Dört senede hiç aralıksız bitirdim üniversiteyi.

A.A.                 : İlk hocalarınız ve sınıf arkadaşlarınız kimlerdi?

M.U.A.            : Edebiyat Fakültesi’nde bizim hocamız Arif Müfid Mansel’di. Kalan hocalarımızın çoğu o sıralarda Almanya’dan kaçan Alman isim taşıyanlar Musevilerdi. Bunların içinde son derece kıymetli adamlar vardı. Biz şanslıydık onları hoca olarak gördüğümüz için, Helmuth Theodor, Bossert ve daha birçoğu, kısa süre kalmış olsalar da, önemli isimlerden ders aldık. Sınıf arkadaşlarımdan ise benim gibi devam edip kariyere giren ve kazanan kimse yok. 

A.A.                 : Ekrem Akurgal’dan ders aldınız mı?

M.U.A.           : Benim kendi hocalarım A. Müfid Mansel başta, Profesör Kurt Bittel, Profesör Emin Bosch. Asıl adı Clemens E Bosch’tu. İslamiyeti kabul ettiği için Emin Boş olarak Türkçe yazılıyordu. Onlar benim hocalarım oldular. Ekrem Akurgal’la tabii ki tanışıyorduk ama onun talebesi olmadım hiç.

Arif Müfit Mansel ve öğrenciler, üstten soldan üçüncü Mükerrem Hanım

A.A.                 : Fakülteden ve eğitiminizden biraz bahseder misiniz? Hocalarınız nasıl ders anlatıyorlardı?

M.U.A.            : Biz önce arkeolojiyi Zeynep Hanım Konağı’nda okuduk. Bu konak yandıktan sonra göçebe olarak birçok başka binaya taşındık. Arkeoloji, malum dört sene okunan bir branş. Biz dört senenin toplamı sekiz öğrenciydik. Bunlardan biri benim sınıfımdaydı. Dolayısıyla sınıfta sadece iki kişiydik. Kontenjan açıktı aslında kim isterse gelebilirdi. Fakat öyle çok zorlukları vardı ki çok giren yoktu o sebepten.

Arkeolojiye girmek zordu o dönemlerde ama yiğitlik işiydi. Her giren çıkacak diye bir şey olmadığı için bir de biraz da mirasyedi işiydi. Çünkü mali gücü olmayanlar ne gezebilir ne lisan öğrenebilir ne de gayet pahalı olan ders malzemelerini falan alabilirdi. Arkeolojiye merak saranlar ve yazılı olanlar o sebepten çok azdı. Biz derslerimizde projeksiyon makinesi filan kullanmazdık çünkü kullanmamıza ihtiyaç yoktu. O zaman dia- slayt yaygınlaşmamıştı daha çok resim gösteren makinelerle çalışıyorduk. Fotoğrafları kendimiz çekiyorduk. Bir masanın etrafına hoca talebe toplanır kitabı da ortaya koyar oradan bakar okurduk. Dolayısıyla çok şanslıydık, seyahatlere gitmemiz de az kişi olunca daha kolaydı. Hocalarımızla birlikte çok yararlı seyahatler yaptık. Özellikle seminerler çok yararlı oluyordu. Hoca önce seminerlerde işlemek için herkese bir konu veriyordu. Herkes kendi konusunu hazırlıyor ve sıra gelip anlattığı zamanda etraftan sorular soruluyordu. Bu soruları cevaplandırıyordu. Böyle böyle en çok seminerlerde fayda gördük. Tabii daktilo şeklinde ders veriliyordu ama bu seminerlerden bu tur çalışmalardan da çok yarar gördük.

A.A.                 : Dersleri Türkçe görüyordunuz herhalde?

M.U.A.            : Dersler Türkçeydi zira Türk üniversitesi orası. Almanya’dan gelenler tabiî ki Almanca anlatıyorlardı dersleri ve asistanlar tercüme ediyorlardı. Ayrıca talebeler arasında Türkçeyi bilmeyen İtalyan bir arkadaşımız vardı, sadece Fransızca biliyordu. Biz kendi arkamızda hocayı dinlerken tercümanlık yapıp ona da dersi aktarıyorduk bu durumda kulağımız yabancı dillere çok alışıktı. Yabancı dil bilmemiz gerekiyordu yani.

A.A.                 : Doktoranızda ne üzerine çalıştınız?

M.U.A.           : Profesör Clemens Bosch, hem Eski Tarih hocasıydı hem de nümizmatik. Nümizmatik, para üzerine inceleme yapan bilim. Nümizmatik de çok ilgimi çekiyordu ve doktoramı nümizmatik üzerine yaptım. Konusu, “Mimarlık Tasvirleri Bulunan Anadolu Sikkeleri”. Tabii Antik Devir Anadolu’sunda üzerinde mimari tasvir bulunan tüm sikkeri topladım, mümkün olduğu kadar sikkelerin kendisini değil bilim kitaplarında olan malumatı ve bundan birçok neticeler çıkarttım ki çok büyük emek mahsulüdür. Hakikaten de yararı olmuştur.

A.A.                 : Üniversite bitince ne yaptınız?

M.U.A.            : Ben 1945’te fakülteyi bitirdim. Fakat iki sene kadrosuz asistanlık yaptım. Bunun sonu yoktu çünkü benden önce sırada başka bekleyen vardı. O zaman arkeolojiyi öğreten üniversite iki tane vardı. Birisi İstanbul Üniversite’si, öteki Ankara Üniversitesi idi ve burada yer açılması imkânsız gibi gözüküyordu. Bu sırada İstanbul Üniversitesi’nden haber geldi bana, mimarlık Tarihi Kürsüsü’nde bir asistanlık kadrosu boş dediler. Aslında boş değil de, rektörün kızı orda çalışıyor ama imtihan açılacak imtihana gir dediler. Biz 5 – 6 kişi imtihana girdik. Ben kazanmışım. Asıl uzun senelerim benim 26,5 yıl İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Kürsüsü’nde geçti. O sıralarda da tabi hocalarımızdan gördüğümüzü yaptık. Bir de ben çocukları mümkün olduğu kadar araziye çıkartmaya çalıştım mektebin imkânlarıyla ne yapılıyorsa yapmaya çalıştım.

Bergama Antik kenti ziyareti, Büyük Sunak kalıntıları önünde öğrenciler

A.A.                 : Öğrenciyken ya da asistanken en çok görmek istediğiniz yerler nerelerdi?

M.U.A.           : Ben klasik arkeologdum, yerinde görmesini istediğim kalıntılar bilhassa Akdeniz etrafı ve içinde olan yerlerdeki kalıntılardı. Bunun için tabi ki geziye giderken ben onları görmeyi çok istedim. Ayrıca Avrupa’nın ve Amerika’nın büyük müzelerini gezmenin de yararı çoktu. Onun için bir yandan okurken, bir yandan hocalık yapıyor bir yandan da geziyordum. Çok gezmiş olmamın faydası büyük oldu. Bütün Anadolu’yu, Akdeniz ve çevresi; Suriye, Lübnan, İtalya, Roma ve Avrupa’nın bütün müzelerini biraz da keyfim ve zevkim için gezdim.

A.A.                 : Klasik Arkeoloji’nin yanı sıra Hititoloji’ye yönelik bilgiler veriliyor muydu?

M.U.A.           : Tabii ki bahsediliyordu ama onlar arkeolojinin ayrı branşıydı. Sümeroloji de öyle. Muazzez İlmiye Çığ buradan çıkmadır.

A.A.                 : Kazılarınızdan biraz bahsedermisiniz?

M.U.A.            : Talebeyken II. Dünya Savaşı olduğu için hiçbir şey yapılmadı. Ama asistanken Side kazısına gidiyordum. En çok bulunduğum kazı Side Kazısı’dır. Kışın üniversitenin kendi işleri, dersleri filan vardı, kışın gidilemiyordu. Yazın ve kazı yapmaya en müsait olan mevsim sonbaharda gidiliyordu. Anadolu’da ekin hasat işleri bitmiş oluyordu o zaman. İşçiler daha istekli oluyordu çalışmak için. Onun için her sene sonbahara doğru kazı yapıyorduk. Side’de senede 1,5 ay kazı yaptık. 9 sene bu şekilde devam etti.

Side kazısından başka Profesör P. Verzone ile beraber Hierapolis kazılarında bulunduk ve orada da büyük emeğim geçti. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde hocam olan İtalyan Profesör P.Verzone, İtalya’ dan Mimarlık Tarihi hocası olarak İstanbul Teknik Üniversitesi’ne gelmişti. onunla iki sene beraber çalıştık. Beraber gezilere gittik. Onun ders tercümelerini ben yaptım, aramızda Fransızca konuşuyorduk çünkü müşterek olan sadece o dil vardı. Kendisi yabancı olduğu için her işiyle meşgul olmak bize düşüyordu. Kendisi ile bir hocalıktan çok ileri dostluk kurduk. Biliyorsunuz İtalyanlar çok konuşur. Onun kendi muhitiyle İtalyanca konuşmasını dinleye dinleye İtalyanca’da ögrendim. Anlarım yani... Verzone çok iyi bir hocaydı, çok da iyi bir dosttu. O, bizim başımızdayken ben İtalya’ya gittim, onun verdiği mektuplarla yanına gönderdiği insanlarla çok yararlı şeyler yaptım İtalya’da.

A.A.                 : Kazı başkanlığı yaptığınız bir kazı oldu mu?

M.U.A.            : Kazılar şahıs kazıları değildi, ekip kazılarıydı. Genellikle Tarih Kurumu’nun mensubu olan büyük hocaların işiydi. Arif Müfid Mansel dururken ben kazı başkanı olacak değildim herhalde, onun kazısıydı. Benim tek başıma yaptığım adımı verebileceğim kazı yoktu.

A.A.                 : Jale İnan’la nasıl bir bağlantınız vardı?

M.U.A.           : Jale, arkeoloji tahsilini yapıp Almanya’dan döndüğü zaman ben kadro bekleyen bir asistandım.Geldiğinin ilk gününden itibaren onu tanıdım ve kazılarda da onla beraber bulundum ve bunun için çok iyi tanırım. Kendisi özellikle heykeltraşlık üzerine çalışırdı ve çok değerli bir adam olan kocası İnşaat Fakültesi’nde mühendisti. Jale, kocası öldükten sonra kendini büsbütün ilime verdi. Çok haklı olarak, Avrupa’ya Amerika’ya kaçırılmış olan eserleri geri alma savaşına girdi ve bu konuda çok ciddi çalışmalar yaptı. Bu mücadelesinde kaçırılmış birçok eseri geri getirtebildi.

A.A.                 : Ege Üniversitesi ile ne gibi bir bağınız var?

M.U.A             : Ege Üniversitesi’nin kurucusuyum. İstanbul Teknik Üniversitesi’nden sonra YÖK’ ün teklifi ile Ege Üniversitesi’ne geçtim ve orada o zamana kadar olmayan Edebiyat Fakültesi’ni ve Arkeoloji Bölümü’nü kurdum. 1974 senesiydi ben oraya geçtiğimde. Yeni bir yeri kurmak kolay bir iş değildi. O arada esas sahipleri gelinceye kadar birçok dersi üstüme düşsün düşmesin ben verdim. Yavaş yavaş her branş için en ilgili insan bulup onları boş olan kadrolara aldım ve çok iyi bir ekip kurmuş olduğumu sonradan gördüm. Çünkü o insanların her biri sonradan hakikaten iyi hoca oldular. Bizim Işık ile İsmail oradan talebelerimizdir. Sonra onlar beni Trakya Üniversite’sine davet ettiler, idareyle filan bağlantıyı kurdular bunun üzerine ben kalkıp Trakya Üniversitesi’ne gittim. Haftada bir gün gidebiliyordum. Sabahları çok erken yola çıkıyordum, gece de İstanbul’a geri dönüyordum. Fakat gene de bir şeyler ilave ettik oraya. Hatta birçok kitap da bağışladım bölüm kütüphanesine.           

A.A.                 : Ege Üniversitesi’nden ve öğrencilerinizden biraz bahseder misiniz?

M.U.A.           : Bina meselesi vardı. Bize doğru dürüst bir yer gösterilmeyinceye kadar biz Bornova’da bir takım başka işlerde kullanılan binalarda falan iş gördük. Ondan sonra kütüphane hiç yoktu. Mümkün olduğu kadar bir kütüphane oluşturmaya çalıştık. Ben bu arada etrafımdaki şehri hem kendim geziyordum, arkeoloji bakımından neler var diye, hem de o zaman öğrencimiz olan insanları mümkün olduğu kadar çok gezdirmeye çalışıyordum. Ben iyi araba da kullanırım. Başta çok azdı talebe sayısı. Dört kişiyi alıp benim arabama oturduğumuzda geziye hazır oluyorduk. Biz bu şekilde sık sık ve çok güzel geziler yaptık. Daha sonra da mektebe ait otobüsler, cumartesi ve pazar boş oluyorlardı. Rektörün müsaadesiyle alıp Anadolu’daki antik yerleşimlere talebelerimi götürüyordum.

Bu arada Aphrodisias’ı Kenan Erim kazıyordu. Aphrodisias harabelerine gittik, hem de ne şekilde gittik onu da anlatıyım. Kenan Erim vefat ettiğinde, Turgut Özal’ın zamanıydı. Afrodisias harabelerinin içine defnedilmek istemiş öncesinde, Turgut Özal da izin verince kazı alanı içine defnedildi, tabi cenazeye kendimiz gidecektik ama hem talebeler Aphrodisias’ı görsün hem de cenazeye alaka daha çok olsun diye bir otobüs talebeyle gittim. Rektör’e çıktım bir otobüs istedim, oda memnuniyetle verdi ve talebelerimi alıp cenazeye gittim. Bu şekilde Afrodisias’ı görmüş oldular.

A.A.                 : Sizin döneminizdeki arkeoloji ile şimdiyi kıyaslarsak ne gibi değişiklikler var?

M.U.A.           : Bizde son derece değerli hocalar yetişti ve bunların eline maddi imkân verilse bunlar Avrupalılarınkinden ve Amerikalılarınkinden aşağı olmayan kazılar yapabilirlerdi. Fakat bizim belimizi büken maddi imkansızlıklar. Arkeoloji başka bilimlerin de yardımıyla çok derinleşti, çok genişledi. Yani ekip olmanın gerekliliği çok daha iyi anlaşıldı. Bugün birçok yan dallar var ki teknik şeyler, arkeolojiye hizmet veriyorlar. Tabii eskiden bunlar yoktu yeni yeni oluyor.

EN ÇOK OKUNANLAR

Tarlada Yürüyüş Yapan Kadın 2150 Gümüş Sikke Buldu

Prag'ın güneydoğusundaki Kutnohorsk kentinde tarlada yürüyüş yapan bir kadın, çiftçilik faaliyetleri sırasında yüzeye çıkan birkaç gümüş sikkeye rastladı. Çek Cumhuriyeti'nde şimdiye kadar bulunan en büyük erken ortaçağ sikke istifini açığa çıkardığının farkında değildi.

SON İÇERİKLER