Likya Mermerleri
19.YÜZYIL: ANADOLU KÜLTÜR VARLIKLARININ KARANLIK ÇAĞI
Yağma döneminin en gözde bölgelerinden biri de, o günlere kadar bakir kalmış gizemli Likya’ydı. En parlak anıtlar, bugün hala 19. yüzyılın ilk kâşiflerinin ilk yayınları referans verilerek anılmakta, Avrupa müzelerinde çekilmiş fotoğraflarıyla tanınmaktadır. Ve bugün, Likya’nın parlak çağına ait pek çok ünlü eser Avrupa müzelerinin başyapıtları arasında sergilenmektedir.
- Yazar : Nevzat ÇEVİK
- Tarih : 2020-05-28 23:55:39

Wilhelm Burger’a ait 1881 tarihli fotoğrafta Trysa Heroonu iç güney duvarındaki kabartmalar görülüyor
Neredeydi Likya dağları,
Ksanthos Çayı neredeydi;
Neden görünmüyordu Akdeniz?
Eski eser yağması tarihin sık tanık olduğu bir durumdur. Kimselerde olmayan ve halihazır “yıllanmış” estetik bir benzersiz değere sahip olma arzusu zengin ve güçlülerin her daim başat arzusu olmuştur. Nihayetinde, mezar soygunculuğu “dünyanın en eski ikinci mesleği” olarak bilinir. Eski eserin değerini bilmek de gelişmişlikle mümkündür. Bu nedenle erken eser toplama eylemi de Avrupa merkezli gelişmiştir. Ve nihayetinde, en kapsamlı yağma ve taşımayı başlatan da, “en antik” coğrafyalardan birinde, sanat ve kültürün kadim ülkesi İtalya’da doğan Roma İmparatorluğu’dur. Sula gibi Romalı komutanlar, yanlarında eski eserden anlayan uzmanların seçkisiyle, Anadolu ve Yunanistan’daki çok değerli eserleri Roma’ya taşımaktaydı. Dinin etkisiyle sanat formları fakirleşen Bizans bile geçmişinin görkemli kültürüyle kendini yüceltmeyi bilmişti: 1363’te çıkan yasada eserleri tahrip edenler cezaya çarptırılıyordu. İstanbul’un fethinin ardından İtalya’ya göçen bilim adamlarının yarattığı ivmeyle antik çağa karşı duyulan ilgi, Humanizma ve Rönesans’ın altlığını oluşturmuştu. Bu ilgi, başlangıçta İtalya, sonra Yunanistan ve ardından da Küçük Asya ve Akdeniz’in doğusunda “araştırmaların/eser aramalarının” başlamasına yol açmıştı. Büyük Britanya Krallığı, Fransa, Almanya ve hatta Rus Çarlığı 19. yüzyılın başında yollara çıkmışlardı. Yüzyılın son çeyreğinde de Avusturya-Macaristan eski eser toplama kervanına katılmıştı.
Theimiusa’daki Kluwannimi mezarı önünde poz veren işçiler. E. Petersen - F, von Luschan, Reisen in Lykien, Milyas und Kibyratis, Wien, Gerold, 1889.
Avrupa modasını saraya taşıyan Kanuni’nin sadrazamı İbrahim Paşa’nın Budin’den getirttiği “üç güzeller” heykeli, “Şair Figani’nin hicvine ve ahalinin gulgulesine” yol açmış ve heykel kaldırılmıştı. Osmanlı, Avrupa ve Asya / Doğu ve Batı kültürlerini toprakları içine almış; sarayın eğilimi ve devlet düzeni ise, bu kültürel zıtlıklar arasında gittikçe daha çok batıya dönmeye başlamıştı. Avrupa kaynaklı ya da eğitimli Osmanlı bürokratları ve aristokratları eski eser ilgisini yükseltme eğilimine girmişse de halk bu eğilimden oldukça uzaktı. Eski eser bilinci ve plastik sanatlar sevgisiyle ilgili bugünkü sıkıntıların da temelleri oluşuyordu. Osmanlı, 19. yüzyılda birçok sıkıntı yanında kendi değişim sancılarını da yaşıyordu. Bu sancı MS 3. bin Türkiye’sinde bile hala süren bu takım kültürel gelgitlerin de temelini oluşturuyordu. Binlerce yıldır Asya, İran, Arap, Avrupa ve daha başkalarının kültürel kimlikleri içinden kimlik seçmeye çalışmaktan yorulmuş durumdayız.
17. yüzyılda koleksiyoncuların finans ettiği doğu seyahatleriyle birlikte, antik dünyanın eserleri batıya akmaya başlamıştı. Kont d’Arundel için “Eski Yunanistan’ı İngiltere’ye nakletmek istiyor” deniliyordu. Buna karşın, kendileri çok erkenden önlem almaya başlamıştı: Papa VIII. Urbanus, 1624 yılında, eserlerin dışarı çıkarılmasını yasaklayan bir kanun çıkarır. Doğu eserlerini Avrupa’ya taşıma girişimlerinin erken örneklerinden biri Napoleon’un Mısır seferinde yaşanmıştır. Rozetta Taşı da dâhil olan 36 sandık dolusu eser gitmek üzereyken, İngilizlerin desteğiyle Osmanlı mücadeleyi kazanır. Ancak Fransa’ya değil İngiltere’ye taşınan eserler her durumda kaybetmiştir. Avrupa’da klasik sanata duyulan hayranlık hem güncel sanatın biçimlenmesine yansıyordu hem de başka coğrafyaların orijinal eserlerinin taşınmasına. Aydınlanma felsefesiyle antik çağın estetik değerlerini keşfeden Avrupa 18. yüzyılın ikinci yarısında “sanatların vatanı” diye tanımladığı Yunanistan’ı keşfeder. 1830’da Osmanlı’dan kopup, kendini yönetmeye başlayan Yunanistan eser kaçırılmasına karşı önlemlerini hemen alır. Çünkü 1801-1812 arasında ünlü Parthenon eserlerinin, Birleşik Krallığın Osmanlı Elçisi Lord Bruce Elgin tarafından Londra’ya kaçırılışının acısını bir daha yaşamak istemiyordu. Aynı dönemde İtalya’da ilk arkeoloji enstitüsü (1828) kurulmuştu bile. Ardından da Alman ve Avusturyalılar arkeoloji çalışmalarını başlatmıştı. Tüm bunların üzerine bilimsel altlığı ise 1764’te yayınladığı Eskiçağ Sanat Tarihi eseriyle Winckelmann atmıştı.
Ksanthos’taki Harpy Anıtı’nın Charles Fellows’a ait gravür çizimi. Ch. Fellows, A Journal Written During an Excursion in Asia Minor, Murray, Londra, 1838.
Müze-i Hümayun konuşmasında Münif Paşa şöyle demekteydi: “Osmanlı ülkesinin her tarafı, vaktiyle buralarda oturan medeni milletlere ait çeşitli eski eser ile dolu olduğundan, eğer vaktiyle himmet edilmiş olsaydı, dünyanın en mükemmel müzesi İstanbul’da olurdu”. En erken ve en parlak uygarlıkların kurulmuş olduğu büyük ve zengin coğrafyayı kapsayan Osmanlı İmparatorluğu, dünyanın en zengin arkeolojik mirasının da sahibiydi. Ama ne yazık ki, Avrupa’nın eser avcılığına başladığı 19. yüzyılda en zayıf dönemini yaşıyor ve üstelik bu “miras”ın aslında “emanet” olduğunu da henüz bilmiyordu. Bu durumda, her türlü zengin kaynağı barındıran topraklarıyla Avrupa için çok cazip yarı sömürge olma yoluna girmişti. Yani, “hak dinine ait olmayan taşlar bahşedilmeye” hazırdı, “taş çıkarsa sizin, altın çıkarsa bizim” zamanıydı. Zaten, bu durum böyle olmasa bile, savaşlar, karmaşalar ve ekonomik sorunlar yüzünden yapabileceği başka bir şey de yoktu. Aslında, III. Selim’le başlayıp II. Mahmut’la süren reformlar, siyasi ve ekonomik baskı altında 1839’da ilan edilen Tanzimat’ı ve sonrasındaki Meşrutiyet’i hazırlamıştı. 19. yüzyıl Osmanlı’nın batılılaşma çabalarının başladığı, demokratikleşmeye ve birçok batılı kuruma sahip olunmaya başlandığı yüzyıldı. Batılılaşma, Tanzimat Fermanı’yla birlikte devlet politikası haline gelmişti. Her ne kadar adı “Tanzimât-ı Hayriye” idiyse de sonuçları pek de hayırlı olmamıştı. Ne yazık ki “istek”le “durum” doğru zamanda örtüşememişti. Tüm “aydınlık” isteğine karşın, “karanlık” bir zor yüzyıl yaşanıyordu. Osmanlı yöneticileri, elçilerin aracılığıyla araştırmacıların isteklerine yardımcı olmakta ve izinler vermekteyken, Ahmet Vefik Paşa ve Fethi Ahmet Paşa gibi bir avuç aydın da eski eserlere sahip çıkmaya çalışmaktaysa da yağma artarak sürmekteydi. Elçi Canning’in 1846’da Sultan Abdulmecit’ten izin (!) alarak Mausoleumu Bodrum’dan Britanya Müzesine (British Museum) taşıması gibi çok acıklı örnekler yaşanıyordu.
1874 Asar-ı Atika Nizamnamesi, belki iyi niyetli veya eskisinden iyiydi ama, Arık’ın cümleleriyle: “eski eserlerin hırsızlığını veya ülke dışına götürülüşünü kolaylaştırmış hatta meşrulaştırmıştı”. “Günahkâr” 1874 Asar-ı Atika Nizamnamesi’nin Osman Hamdi Bey tarafından yeniden gereğince düzenlemesi ise kolayca eski eser taşımalarına engel olarak gördükleri için Avrupalıların hiç hoşuna gitmemişti. Berlin-Bergama Müzesi kurucusu, Bergama ve Milet kazıcısı Theodor Wiegand’ın eşi, annesine yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Osman Hamdi’nin giderek zorlaştığından, bütün buluntuların Osmanlı’ya ait olduğuna dair kesin düşünceleri olduğundan, kazıların sadece onun elinde ve sayısız koşula bağlı olmasını istediğinden bahsedişi ve bir sürü ufak tefek iş bu kış Theo’yu sinirlendirdi” (Akın). Yüzyılın sonuna doğru Osman Hamdi’nin, memleketin antik kalıntılarına sahip çıkmaya başlamasıyla gelen umut, Avrupalılarca “komik” bulunuyor, Yunanlara ve hatta kendilerine ait olduğunu düşündükleri Osmanlı diyarındaki eserlere sahip çıkılmasını yadırgıyorlar ve sinirleniyorlardı. Sayda lahitlerinin İstanbul’a gelmesi bu “yeni ortağın” klasik sanat eserlerine sahip çıkması konusundaki eurosentrik (Avrupa merkezci) kaygıları katmerlemişti. Avrupa yakasındaki bu tedirginliği yaratan korumacılığa karşın Osman Hamdi, Osmanlı sarayından yeterince destek bile görmüyordu. Müze-i Hümayun, “hümayun’suzdu”. Ve nihayetinde Sevr’le birlikte, her şey gitmiş, bir dönem bitmiş ve Osmanlı topraklarındaki kültürel zenginliklerin nasıl bölüşüleceği de belirlenmişti. 3 yıl sonra Lozan’la şartlar tersine değişecekti. Avrupa için hayal kırıklığı zamanıydı. Ata mirası bu değerli topraklardan götürülen götürülmüş, kalana sahip çıkma zamanı gelmişti.
Felix von Luschan’a ait 1882 tarihli fotoğrafta Trysa Heroonu kabartmalarının söküm operasyonu görülüyor.
Anadolu’da 18. yüzyılda araştırma yapmak neredeyse imkânsızdı. Sonraki yüzyılda şartlar biraz iyileşince ve antikitenin değeri daha da iyi anlaşılıp rakipler de çoğaldıkça “araştırmalar” arttı. Aslında bu imkânsızlığı ortadan kaldıran yeni yollar karada değil, politikada yapılmıştı. Yol olarak da zaten, taşımanın kolay olduğu deniz kullanılmıştı. Ve bu nedenle de ilk çalışmalar, Batı Anadolu’da olduğu gibi, Likya’da da Ksanthos, Patara, Myra gibi hep sahillerde veya sahile çok yakın yerlerdeydi. 19. yüzyılda çoğalan araştırmalar, insanın dünyadaki yeri ve anlamını bulmaya çabalayan Rönesans ışığını devam niteliğinde bilim istekli keşif araştırmaları olmakla birlikte esasında hem kökenlerine ulaşma ve uluslaşma anlayışının yönlendirdiği antik kaynaklara ulaşma isteğinin hem de eser bulma çabalarının bir sonucuydu. Üstelik yine bu yüzyılda yoğunlaşan oryantalizm akımının getirdiği bir doğu ilgisi de vardı. Gelenler bilim ve kültür için değil öncelikle toplamaya geliyorlardı. O dönemde Osmanlı İmparatorluğu içinde kalan ve akıl almaz tarihsel zenginlikler barındıran Anadolu da bundan ziyadesiyle payını almıştı. Endüstri devriminin ardından Anadolu’nun antik kalıntılar bakımından daha zengin, klasik uygarlığın ışıklarının saçıldığı güney ve batı sahillerinde araştırmalar ve keşifler hızla yoğunlaşmaya başlamıştı. Avrupalı aristokrat kâşifler, eski dünyanın unutulmuş geçmişinden kalan antik kalıntıların peşine düşmüştü. Gidiyor keşfediyor, belgeliyor, dönüşte yayınlıyor ve en kıymetlilerinden taşıyabildiklerini de birlikte götürüyorlardı. Avrupa kaynaklı seyyahların keşifler asrı olan, tarihselciliğin damga vurduğu 19. yüzyılın ortalarına doğru Avrupalı konsolosluk görevlileri, seyyahlar, eski eser meraklısı zenginler, kara ve demir yolu yapımı için gelmiş mühendisler Osmanlı topraklarında kazılar yapmakta ve buldukları eserleri ülkelerine taşımaktaydılar. Efes Artemis Tapınağı’nın kabartmalı sütun parçaları, Bergama Zeus Sunağı’nın tamamı, Ksanthos anıtları ve Truva hazineleri binlerce örnekten sadece birkaçıydı. Özellikle İngilizler, Almanlar, Fransızlar ve Avusturyalılar arasında bir eser kaçırma yarışı vardı: Osmanlı mülkündeki Yakın Doğu yağmalanıyordu. Batı, kendisini “batı” yapan klasik mirasına, başka topraklardaki mirasları da eklemekteydi. Ama unuttukları bir şey vardı ki, vatanından koparılıp götürülen objeler, artık bağlamından koparılmış yarı-kimlikli ve hatta kimliksiz nesnelerdi.
Yağma döneminin en gözde bölgelerinden biri de, o günlere kadar bakir kalmış gizemli Likya’ydı. En parlak anıtlar, bugün hala 19. yüzyılın ilk kâşiflerinin ilk yayınları referans verilerek anılmakta, Avrupa müzelerinde çekilmiş fotoğraflarıyla tanınmaktadır. Ve bugün, Likya’nın parlak çağına ait pek çok ünlü eser Avrupa müzelerinin başyapıtları arasında sergilenmektedir. Taşınır ve taşınmaz binlerce eser zengin koleksiyonlar oluşturmuştur. Fellows’un Ksanthos mermerleri “başarısı”yla “taşınmaz” kavramı da sadece kavramda kalmıştır. Benndorf’un kurduğu Küçük Asya Komisyonu aracılığıyla da Likya’dan sonra Pamphylia ve Pisidia’da da araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmalardan taşınan eserlerin ötesinde Anadolu, Avrupalılara büyük keşifler şansı vermiştir. Bu yağma yıllarının en şanslı objeleri yazılı bloklardır. Önemleri estetik değerlerinden değil içeriklerinden kaynaklanan yazıtların kendileri memlekette kalmış, bilgileri kopyalanmış ve yayınlanmıştır. En şanssızları da göz alıcı kabartmalar ve heykellerdir.
Likya’nın, 19. yüzyıl eser yağmasını simgeleyen en önemli koleksiyonu “Ksanthos Mermerleri”ydi. Hiçbir Likya kentinde olmayan değerde, çok özel Klasik Çağ anıtları, başkentin akropolünü süslüyordu. Bir İngiliz aristokratı olan Sir Charles Fellows tarafından ne yazık ki çok erkenden, 1838 yılında keşfedildi. Zengin bir ipek tüccarı ve Nottingham’ın bankeriydi. Klasik eğitimi nedeniyle Yunan ve Roma eserlerine karşı büyük ilgi duyuyordu. 1838, 1840 ve 1843 yıllarında Güney ve Batı Anadolu’da yapılan İngiliz araştırmalarına katılmıştı. Bu seyahatlerde tüm gözlemlerini not almış ve sonradan yayınlamıştır. 1938 Nisanının 20’sinde tuttuğu notlarda, “Ksanthos’ta büyük miktarda kıymetli kabartmalar bulduğunu” heyecanla anlatır ve ünlü “Elgin (Parthenon) Mermerleri’yle rahatlıkla kıyaslanacak değerleri nedeniyle Britanya Müzesine taşınmaları gerektiğini” belirtir. İngiltere’de yetkililerle görüşüp bu eserlerin Britanya Müzesine götürülmesi için bir araştırma ve kazı yapılmasına ikna eder. Bu proje için bir gemi, finans ve en önemlisi de Osmanlı Fermanı lazımdır. Bunlar kısmen 1841’de sağlanır. Ferman alınır alınmaz da Likya seferi başlar. 1842-3’te “Likya Mermerleri” olarak bilinen, içinde Nereidler Anıtı, Payava Lahdi, Harpy Anıtı, Merehi ve Aslanlı Mezar’ın bulunduğu eserleri ya tümüyle ya da gövdelerinden keserek 78 büyük kasa içinde bir savaş gemisine yükleyip Britanya Müzesine, Londra’ya taşır. Anıtların kütlesel olarak taşınmasının olanaksızlığı engel değildir: Fellows kabartmaları kesip, söker ve düzenli olarak sandıklar. Sandıklar da, özel olarak üretilmiş dört tekerlekli, ahşap bir dubaya yüklenerek taşınıyordu. Bu çalışma o dönemde yapılan çizimlere açıklıkla yansımıştır. Arkeolojideki en erken “taş planları”nı da içeren bu çizimler Fellows ekibinin araştırmalarını/kayıtlarını açıklıkla ve erken arkeoloji adına zevkle belgelediği gibi, aynı zamanda anıtların yağmalanma eylemini de acıyla yansıtmaktadır. Akıl alır gibi değildir: Anıtları parçalamış ve “kaymağı” alıp götürmüşlerdir. Artık Payava ve diğerleri sadece anlamsız kaya bloklardan ibaret kalmıştır. Buna karşın, göz alıcı eserler, Britanya Müzesini Avrupa müzeleri içinde eşsiz kılmıştı. Akademik ve elitist sosyal dünyada büyük sansasyon yaratan ve Fellows’u Britanya’da ölümsüz kılan “Ksanthos Mermerleri” için, Mimar Robert Smirke tarafından müze binasına ek salon tasarlandı. Batı kanadı “Likya Salonu” olarak tüm Likya eserlerine ev sahipliği yapmaya başlamıştı. Likya’nın sanat ve kültürüyle gerçekten Likya olduğu Klasik Döneme ait sirenler, nereidler, aslanlar, atlar, beyler, kahramanlar, yabancı bir mekanda şaşkınlık içinde birbirine bakmaktaydılar: Neredeydi Likya dağları, Ksanthos Çayı neredeydi; Neden görünmüyordu Akdeniz? Nasıl gelmişlerdi bu salona?
Ksanthos. Nereidler Anıtı. British Museum, Londra.
19. yüzyıl başlarında M. Leake “Anadolu’nun, keşif açısından inanılmaz bir zenginliğe sahip olduğunu” söyler. Ardından gelenlerle birlikte Likya heyecanı ateşlenmiştir. Yüzyılın ortalarında Likya çalışmalarında büyük yoğunlaşma yaşanır. Erken keşiflerin ardından arkeoloji dünyasının ilgisi Likya’ya yönelmiştir. 1870’lerde Ksanthos, Trysa, Telmessos, Kadyanda, Tlos, Pınara, Patara, Sidyma, Arykanda ve Myra gibi pek çok önemli Likya kentinin görkemli kalıntıları keşfedilmiş ve yayınlanmıştı. Likya büyüleyiciydi: Fellows şöyle diyordu: “at ile yaptığım beş saatlik yolculuk boyunca; İngiltere, Almanya, İsviçre, İtalya ve Yunanistan’da gördüğüm manzaraları aklıma getirdim ve bunun üzerine söylemeliyim ki böylesi görkemlisi ve güzeli ve de böylesine uzun süreni ile daha önce hiç karşılaşmadım”.
1880-1884 arasındaki yıllar da Trysa için lanetli zamandır. Demre-Gölbaşı’ndaki Trysa bilim dünyasında en çok, ünlü heroon kabartmalarının tümüyle Viyana’ya taşınışının acıklı öyküsüyle hatırlanır. İlkin, 1841’de J. A. Schönborn Trysa Anıtı’nı keşfeder ve taşımayı dener. Yazdığı mektupta, “Fellows ekibinin Ksanthos anıtlarını sökmeye ve İngiltere’ye taşımaya başladıklarını, eğer acele etmezlerse Trysa anıtının da İngiltere’ye taşınacağını” yazar. Karşıdan gelen yanıtta “Bir an önce hiç olmazsa önemli parçaların taşınması” istenir. Neyse ki o dönemde, Osmanlı Sultanı’ndan bu izin alınamadığı için anıt bir 40 yıl daha vatanında kalır. Ancak Likya’da görkemli bir anıt bırakmamaya kararlı olan Avrupalılar Trysa Anıtı’nın da peşini bırakmayacaktır. 1881’de Kont Karl von Lanckoronski sponsorluğunda Otto Benndorf, mimar George Niemann hekim Felix von Luschan, fotoğrafçı Wilhelm Burger, haritacı Heinrich Kiepert ile birlikte Trysa’ya gelip incelemeler yapar ve ünlü Heroonu yeniden keşfeder. 1882-3’te, gelişmiş iş bitirici yetenekleriyle Osmanlı yöneticilerini ikna eder ve güya “izin” alır. Buluntuların üçte birine zaten yasal olarak -fermanla- sahiptir. Kazı komiseri Süleyman Efendi’nin düzenlediği ve aynı bütüne ait eserlerin ayrılamayacağına dair raporuyla bu gidiş yasallaşmıştır. Kalan kısım 12 Lira gümrük ödemesi karşılığında izinlenir. Benndorf ne yapıp yapmış, ünü dilden dile dolaşan Heroonu, Avusturya-Macaristan İmparatoru’nun eski eser koleksiyonuna kazandırmıştır. Ve 211 metre uzunluğundaki muhteşem kabartmaları yerlerinden sökerek özel olarak 1882’de yaptırdığı dağ yolundan, 168 sandık içinde sahile indirir. Kabartmalar, kolay taşınabilmesi için 25 santimetre kalınlığında kesilerek hafifletilmiştir. Kabartmaların yerlerinden sökülüş anları bir ibret vesikası olarak Burger’in zamane objektifine yansımıştır. Kabartma kuşağındaki 600 figür el ele vermiş, Gölbaşı dağından aşağı, Myros Vadisi üzerinden 22 kilometre uzunluğundaki yolla limana inip, Pola’ya yüklenip Viyana yollarına düşmüştür. Aynı yerdeki Dereimis ve Aiskhylos lahdi ve Heroon’un anıtsal kapısındaki çalgıcı ve dansözlerin bulunduğu bloklar da, heroon kabartmalarının ardından bir sonraki kampanyada Viyana’ya taşınır. Bunun da bedeli –Edhem Paşa’nın direktifi ve ne yazık ki Osman Hamdi’nin isteğiyle- aynı yerdeki Delphin Lahdi’nin İstanbul Müzesine taşınmasıdır. Heroonun sahibine ait kaya mezarı da yerinden oynatılmış ancak taşımayı başaramamışlardır. Tıpkı Bergama ve Londra müzelerinde olduğu gibi bu anıt için de Viyana’da özel bir müze tasarlanır. Heroonun kabartmaları bugün Viyana Müzesinin teşhir ve depolarında zorunlu tutukluluk günlerini yaşamaktadır. Benndorf’un Anadolu’dan taşıdığı salt eserler değildir: 1905’te Anadolu’dan kaptığı ölümcül virüs 1907’da Viyana’da ölümüne sebep olur.
British Museum. Likya Salonu açılışı (Slatter 1848)
Bugün cangıllar arasında kalan ve çıkılmaz olan tepeye hâlâ, Benndorf’un kabartmaları taşımak amacıyla açtırdığı yağma yolundan ulaşılabilmektedir. Dolayısıyla, yol doğrudan, yerleşim tepesinin doğu ucundaki heroona ulaşmaktadır. Bize, bugüne kalan o kadar azdır ki, literatürden bilinmezse, burada görkemli bir heroon olduğunu tahmin etmek bile artık çok güçtür. Sadece tabanlar ve yalın duvar taşları kalmıştır: Bir de, Benndorf’un uğraştığı halde götüremediği, Heroon’un sahibinin yan yatmış kaya mezarı… Olsundu, sadece Nereidler ve Trysa tüm bölgenin en nitelikli 2 anıtı olarak çoktan gitmişti bile. Neyse ki oralarda buluşacağı hemşerileri de vardı!: Efes buluntuları, Celsus heykelleri, Part zaferi sunağı ve daha başkaları… Benndorf izin konusunda çok yeteneklidir. Likya’daki başarılı (!) operasyonlarının ardından, 1895’te başlayan Efes kazılarının da kurucusu olmuştur. Halil Edhem Bey’in Efes buluntularını korumaya yönelik tavrı karşısında kendisine gösterilen telgrafta: “Zat-ı Hazret-i Şehriyari Avusturya İmparatoruna hoş görünmek için, tekmil kazı mahsulünü kendisine hediye etmiştir” (Yanıkoğlu). Halil Edhem’in yapacağı bir şey kalmamıştı. Ancak, Benndorf rezaleti nedeniyle daha sonra Risch’e kazı izni vermeyince Avusturyalılar 7 heykeli iade etmek zorunda kalmıştı. Çok dar durumdaki Osmanlı’nın Avusturya Macaristan İmparatorluğu gibi “dost”lara ihtiyacı olması, çoklukla “iyi ilişki armağanı” olarak giden yüzlerce eseri önemsizleştiriyordu. Osmanlı’dan Avusturya’ya eser transferinin yoğunlaşması üzerine Osman Hamdi 1907’de eserlerin ülke dışına çıkarılmasını yasaklayan yasayı çıkartır. Kazı izinlerini artık Müze-i Hümayun verecektir.
Limyra sular altında görünmediği için, Myra da, kıymetli kabartmaların kaya mezarları cephesinde olduğu için talandan kurtulmuştu. Buna rağmen, doğup, büyüyüp öldükleri vatanlarından zorla uzaklaştırılan çok sayıda eser arasında bir de Myra’nın öksüzü vardır. Doğu kaya mezarlığında bulunan Likya’nın en güzel kabartmalarından birinin içinden aile üyelerinden bir genç çocuk, Adalyalı bir Rum tarafından kesilip 1886’da Atina’ya götürülmüştür. Şimdi, 1825 envanter numarasıyla Atina Ulusal Müzesinde, “yetimhane”dedir. Tıpkı hemşerisi Aziz Nikolaos’un erken kaderini paylaşmıştır. 1087’de Myra’daki mezarından çıkarılıp Bari’ye taşınan Aziz Nikolaos’un bedeni “eser” bile değilken en erken kaçırılan kutsal değer olmuştu. Sanki, Aziz “beni Myra’ya gömün” dememiş de “Bari’ye gömün” demişti. Klasik Dönem kaya mezarındaki ailesi çocuğunu; Bizans kilisesindeki martiryonu ise hala azizini beklemektedir.
Osman Hamdi’nin, Maarif Nezareti’ne yazdığı kaçakçılık şikâyet yazısından ibretlik bir bölüm: “…1842 tarihinden beri türlü yerlerde defalarca büyük kazılar yapılmış ve eski eser namına her ne varsa kayıtsızlığımızdan faydalanılarak yabancılar tarafından yağma edilmiştir. Hılle dolaylarında, İngilizlerin yaptığı kazılarda 5536 eser bulunmuş, Müze-i Hümayun payına 623 parça antika düşmüştür ki bunlar da kırık-dökük eşyadan ibaret olduğundan teşhire değer görülmemiştir. İlgili yayınlardan Londra’ya giden eşyanın ne kadar nefis ve mühim eserler oldukları malum olur” der. Arkasından da “bu yayınların İstanbul Müzesi’nde bulunmadığı, buna karşın asrın ediplerinin Şeytan Yadigârları gibi manasız birtakım romanların tercümesiyle meşgul olduklarını” anlatır. (1885 tarihli belge: Yıldırır).
Gömberz, “Türkleri, Yunan ve Roma anıtlarının koruyucusu olarak düşünmek neredeyse biraz komik” diyordu. Avrupalı arkeologlar olağanüstü eserleri, bu “değer bilmez Türkler’in” elinde bırakmamayı ve kendi ülkelerine kaçırmayı kendilerine bir hak olarak gördüler. Kaçırma operasyonu için kendi hükümdarlarını padişah nezdinde ricacı yaparak Osmanlı’nın dar zamanlarının fırsatında kolayca ikna ettiler. İkna edemediklerini de çalmaktan geri durmadılar. 19. yüzyılın tüm “arkeologları”, güçleri yettiğince, tüm eserleri Avrupa müzelerine götürmek istiyorlardı. Eserleri yerinde korumak hiçbir Avrupalının aklına bile gelmemiştir. “Biz götürmeseydik, Türkler şimdiye kadar çoktan tahrip etmişlerdi” savunması ise tamamen yersizdir. Fotoğraflardan görüldüğü üzere Trysa ve Ksanthos anıtları 19. yüzyıl sonunda bile düştükleri yerde korunmuşlardı. Kaldı ki, böyle bir korumasızlık olsa bile bu durum başkalarına “götürme” hakkı vermez. Diğer savunmaları olan “bizim geçmişimize ait” yanıtı da geçersizdir. Bu anıtları Alman, Avusturya veya İngilizlerin ataları değil Ege ve Akdeniz halkları üretmiştir. Ayrıca bu anıtlar dünya mirasıdır. Herkese aittir artık. Ama, sorumlusu ve herkes adına sahibi yine o toprakların yönetimindedir. Nitekim aynı Avrupa, ortaya koyduğu Venedik Tüzüğü ve Malta Sözleşmesi’nde anıtların doğdukları yerde korunması kuralını benimsemiştir. Bu, aslında bir tür günah çıkartmaysa da, en azından bundan böyle 19. yüzyıl günahlarının işlenmeyeceği anlaşılmaktadır.
Avrupa’ya taşınan anıtlar doğdukları ve hatta öldükleri yerde bile değildir. Bu incelemede en dikkat çekici olan saptama, ilk arkeolojik araştırmaları yazan Türk bilimcilerin eser yağmasından uzakta sadece bilimsel faaliyet olarak bu erken çalışmaları anmalarıdır. İlk kâşiflerin Anadolu arkeolojisine katkıları yadsınamaz, ama bunun bedeli çok ağır ödenmiştir. Üstelik o dönemlerde yapılan bilimden Osmanlı’nın sebeplendiğini söylemek de oldukça zordur. Nihayetinde “Osmanlı ya da Türk Arkeoloji Enstitüsü” yerine, Alman, Fransız, Avusturya, Rus arkeoloji enstitüleri kurulmuştur. Yani Anadolu bilimine yararsız bir erken keşif dönemi yaşanmıştır. Çünkü zaten ekiplerde bir tek Türk dahi bulunmamaktadır. Ve zaten 19. yüzyıl boyunca Osman Hamdi ve kardeşi gibi birkaç seçkin dışında arkeolog da yetişmemiştir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ise Halil Ethem ve Makridi Bey gibi Osman Hamdi’nin çırakları vardır. Erken Cumhuriyetin arkeoloji kurumları ve çalışmalarında, Geç Osmanlı’dan gelen altlık ötesinde, derin tarih ve arkeoloji bilincine sahip olan modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk’ün temel payı vardır. Atatürk arkeoloji işlerini H. Zübeyir Koşay, R. Oğuz Arık gibi Son Osmanlı öğrencileriyle gerçekleştirmeye başlamış, arkasından yeni yetiştirilen Akurgal, Özgüç, Çambel gibi Cumhuriyet nesliyle bu alandaki insan açığı kapatılmaya başlamıştır.
Avrupa eskiçağ bilimlerinin gelişimlerinde Anadolu keşiflerinin çok önemli rolü olmuştur. Yani kaçırılan eserlerden daha az önemli olmayan büyük bir keşif ve bilgi sahipliğinin ve de prestijinin verilmiş olması unutulmuştur. Çünkü, bugün fizikçiler için CERN neyse, eskiçağ bilimcileri için Anadolu öyle bir laboratuardır. Benndorf, zamanında yazdığı mektupta şunları söylüyordu: “Bu girişim bilime, eğitime, İmparatorluğun genel olarak bilim dünyasındaki, özel olarak Doğu’daki ününe çok şey katar, görülmemiş bir saygınlık kazanır”. Haklıydı: Avrupa, kültür savaşlarını ve köklü geçmişi kazanma peşindeydi; hem prestij hem bilim, hem eğitim ve üstüne de bir dolu görkemli eserle birlikte kazandı da. Bu toprakların geçmişini öğrenmekte ve eskiçağ bilimlerinin önemini fark etmede bize kattıkları için erken Avrupalı araştırmacılara şükran duysak da, yağmalayıp götürdüklerini de affedemiyor ve hala ve de ısrarla eserlerimizin evlerine dönmesini bekliyoruz. Türkiye, Trysa eserlerini 1990’dan bu yana istemektedir. Osmanlı’nın dar zamanlarında uydurulan belgeler ve ikna yöntemleri, en kıymetli eserlerimizin haksızca götürülüşüne sadece kılıf olabilir. Bu, eserlerin Viyana’ya, Londra’ya, Berlin’e ya da başka müzelere taşınmasını ahlaklı hale getirmez. Kültür Bakanlığı, bu eserlerin yurda dönüşüne kadar, hiç olmazsa -şimdilik- kopyalarıyla, yerlerinde ayağa kaldırarak sahipliğimizi ve duyarlılığımızı simgelemelidir.
Bachofen 1868’de şunları söylüyordu: “Bu ülke doğanın ve sanatın kendisine bahşettiği iki ayrı cazibe ile insanı büyülemektedir. Hiçbir Avrupalı acı duymadan Anadolu’dan ayrılamamıştır”. İşte bu yüzden zordur işimiz ve sorumluluğumuz da büyüktür. Koruma işinin zorluğunu en iyi Klaus Tuchuldt’un tanımı verir: “Koruma, Herakles’in 13. işidir”. Yarı tanrı Herakles, olanaksız görünen 12 işi başarmıştır. Dua etsin ki, Miken kralının aklına, Herakles’e kültür varlıklarını koruma işini vermek gelmemiştir.
Ve sonsöz:
her şey, her zaman geçmişle
gelecek arasındadır.
iki elimiz, iki gözümüz ve
iki kulağımız olması belki de bundandır:
biri dünü biri de geleceği
duysun, görsün ve dokunsun diye…
ve, biri hep dünde kalsın,
öteki de geleceğe uzansın
diye de iki ayağımız vardır…
EN ÇOK OKUNANLAR
Altınlarla Donatılmış Trakyalı Savaşçı Mezarı Bulundu
Arkeologlardan oluşan bir ekip, Bulgaristan'ın Topolovgrad kenti yakınlarındaki Kapitan Petko Voyvoda köyünde çok heyecan verici bir keşifte bulunarak, Trakyalı bir savaşçının mezarını ve altından oluşan pek çok eseri ortaya çıkardı.
- Trakyalı
- Trak
- Savaşçı
- Süvari
- Mezar
- Altın
- Yüzük
- Hançer
- Zırh
- Hazine
- At
- Bulgaristan
- Thracian
- Thracian
- Warrior
- Cavalry
- Tomb
- Gold
- Ring
- Dagger
- Armour
- Treasure
- Horse
- Bulgaria
- Arkeoloji
- Tarih
- Sanat
- Sanat Tarihi
- Antik
- Kültür
- Medeniyet
- Archaeology
- Archaeological
- History
- Art
- Art History
- Heritage
- Culture
- Civilization
- Haber
- Gündem
- Güncel
- Aktüel
- Arkeolojik Haber
- Archa
Tarlada Yürüyüş Yapan Kadın 2150 Gümüş Sikke Buldu
Prag'ın güneydoğusundaki Kutnohorsk kentinde tarlada yürüyüş yapan bir kadın, çiftçilik faaliyetleri sırasında yüzeye çıkan birkaç gümüş sikkeye rastladı. Çek Cumhuriyeti'nde şimdiye kadar bulunan en büyük erken ortaçağ sikke istifini açığa çıkardığının farkında değildi.
SON İÇERİKLER
Roma’da Büyük Bir Mermer Heykel Başı Bulundu
- Heykel
- Mermer
- Trajan Forumu
- Roma
- İtalya
- Sculpture
- Marble
- Trajan's Forum
- Rome
- Italy
- Arkeoloji
- Tarih
- Sanat
- Sanat Tarihi
- Antik
- Kültür
- Medeniyet
- Archaeology
- Archaeological
- History
- Art
- Art History
- Heritage
- Culture
- Civilization
- Haber
- Gündem
- Güncel
- Aktüel
- Arkeolojik Haber
- Archaeology News
- Ancient
- World Archaeology
Assurlu Yüzücüler
- Yüzme
- Yüzücü
- Nehir
- Dalgıç
- Şamandıra
- Keçi Derisi
- Assur
- Mezopotamya
- Nimrud
- Ashurnasirpal
- Asker
- Savaş
- Irak
- Swimming
- Swimmer
- River
- Diver
- Float
- Goatskin
- Assyria
- Mesopotamia
- Soldier
- War
- Iraq
- Arkeoloji
- Tarih
- Sanat
- Sanat Tarihi
- Antik
- Kültür
- Medeniyet
- Archaeology
- Archaeological
- History
- Art
- Art History
- Heritage
- Culture
- Civilization
- Haber
- Gündem
- Güncel
- Aktüel
- Arkeol