Ayasofya

Tapınaktan Kiliseye, Kiliseden Camiye, Camiden Müzeye, Müzeden Bilinmeze…

Ayasofya’yı ister Ortodoks dünyasının simgesi, isterse Fatih Sultan Mehmed’in mirası olarak görelim her iki durumda da bu muhteşem yapının korunması ve gelecek kuşaklara aktarılmasının en geçerli yolunun, binanın kitlesel ibadete açılmasından değil tam aksine müze kuralları çerçevesinde titizlikle korunmasından geçtiğini belirtmek zorundayız. 

Türkiye günlerdir Ayasofya’nın müze olmaktan çıkarılmasını tartışıyor. Uluslararası ilişkiler uzmanları hukukçular, ilahiyatçılar, seçim anketörleri saatler boyunca bu kararın nedenlerini ve sonuçlarını değerlendiriyorlar. Kararın asıl muhatabı olan arkeologlar, sanat tarihçileri, müzeler, koruma kurulu, anıtlar kurulu vb. ise susuyor. Hayatlarında Ayasofya’nın tarihi, yapı dinamiği, tezyinatının niteliği, dünya kültür mirasındaki yeri hakkında hiçbir ön bilgisi olmadığını fark ettiğimiz sayısız “uzmanın” televizyonlarda saatlerce Ayasofya hakkında konuşabildiklerini görüyoruz. Zira karşılarında gerçek bir muhatap da yok. Bizans sanatı ve tarihi uzmanları, arkeologlar, müzeciler sessiz.

Fotoğraf : @Aykan Özener

Bu sessizliğin sebebi çok basit: kamuoyunun karşısına çıkıp Ayasofya’nın müze olarak kalmasının avantajları anlatıldığında “dini değerlere ve camilere karşı olma” ithamıyla yüz yüze gelme riskini göze almamak, alamamak. Teolojik, ideolojik ve günlük siyasal tartışmaların içine çekilme kaygısı duymak… Ne yazık ki asıl konuşması gereken çevrelerin suskunluğunun sebebi bu. Öte yandan her meslek grubu gibi arkeologlar ve sanat tarihçileri de olaylara öncelikle; kendi mesleki etik kural ve değerleri üzerinden yaklaşmak zorundadırlar. Bir hekim nasıl ki, politik, sosyal, psikolojik iklime bakmadan, her kim olursa olsun hastasını iyileştirmek zorundaysa, arkeologlar, sanat tarihçileri ve müzeciler de kamuoyunu etkileyen günlük iklimle ilgilenmeden doğru olanı söylemek zorundadırlar. Bu mesleki bir etik çizgisidir. Bu çizgi önemsenmiyorsa kendi alanımızda şahsi başarıların bir değeri yoktur. Yarın bizler bu dünyadan ayrıldığımızda, insanlar bizleri akademik hayatımız kadar mesleki etiğimizle de anımsayacaklardır.

Ayasofya Neden Müze Olarak Kalmalıydı?

Bu sorunun cevabının iki boyutu var. Birincisi Ayasofya’nın evrensel kültürel miras açısından değeri, ikincisi ise yapının korunması meselesi. Ayasofya’nın evrensel kültürel miras açısından değeri sanırım kamuoyunun bazı kesimlerine aktarılması en zor husus. “Kılıç hakkı”, “Fatih Sultan Mehmed’in vasiyeti” gibi söylemleri ön plana çıkaran bu çevreler, tarihsel ve kültürel miras konusunun “kılıç hakkı” gibi ortaçağa özgü bir argümanla tartışılmasının bizleri hangi boyuta taşıyacağının bilincindeler mi diye sormak gerekiyor. Örneğin bugün Hindistan’da iktidarda bulunan Hindu milliyetçisi Bharatiya Janata Partisi (BJP) İslam kültür ve medeniyetinin Hindistan’daki izlerini silmek için hummalı bir siyaset yürütüyor. 1990’lardan beri BJP ve benzer Hindu milliyetçisi partiler kararlı ve sistematik bir biçimde Hindistan’daki tarihi camileri Hindu tapınaklarına çeviriyorlar. 1992 yılında Uttar Pradeş’te 400 yıllık Babür Camisi “eski bir Hindu tapınağın üzerine inşa edildiği gerekçesiyle” yıkılmıştı. Hâlbuki burası 1949 yılına kadar hem Müslümanların hem de Hinduların ayrı bölümlerinde ibadet edebildiği bir tolerans mekânıydı. Hindistan’ın, tarihi camileri Hindu tapınaklarına dönüştürme siyaseti bugün de tüm dünyada tepki toplamaya devam ediyor. Ancak biz “kılıç hakkı” gibi argümanlara sarıldıktan sonra Hindistan hükümetine ne diyebiliriz ki? Benzer şekilde İsrail’in Mescidü’l Aksa’nın altında Süleyman Tapınağı olduğu gerekçesiyle burayı dönüştürmek istemesi konusunda nasıl bir tepki verilebilir ki? Evrensel kültürel ve tarihi mirası savunmanın önemi burada yatmaktadır. Bu çizgi savunulmadığı durumda yeryüzünde sayısız tarihi eserin konumu tartışmaya açık hale gelebilir.

Fotoğraf : @Aykan Özener

İkinci konu; müze olan yapıların ibadethaneye çevrilmesi sonucu yaşanan teknik sorunlardır. Kamuoyu Ayasofya’nın “yüzyıllara direnmiş sapa sağlam bir bina” olduğunu sanıyor olabilir. Hâlbuki Ayasofya, kubbesi defalarca onarım görmüş, taşıyıcı unsurları ve iç dekorasyonu sürekli olarak gözlem altında tutulması gereken hasarlı ve yorgun bir yapıdır. Müzeye çevrildiği dönemden günümüze Ayasofya’nın onarım ve koruma faaliyetlerin durduğu bir yıl hiç olmamıştır. Tartışmalar boyunca Ayasofya’nın müze olduğu yıllar, bazı kesimlerce “rezalet” dönemi olarak adlandırıldı. Oysaki müze dönemi olmasaydı “bu gün ziyaret ya da ibadet edilebilecek bir Ayasofya olur muydu” diye insan sormadan edemiyor. Seksen küsur yıllık bu rezalet (!) döneminde Ayasofya’nın yıpranmış taşıyıcı unsurları onarıldı, ana kubbenin kurşun levhaları yenilendi, bina rüzgar ve yağmurun zararlı etkilerinden, çatıdan gelen su sızmalarından korundu, kuş yuvalarının verdiği tahribat engellendi vb. Ayasofya’yı ziyaret edenler bu yapının hiç bitmeyen bir şantiye alanı gibi olduğunu bilirler.

Arkeologlar, sanat tarihçileri, Bizans uzmanları veya müzeciler, Ayasofya’nın, Sultanahmet Cami’nden bin yıl daha eski bir yapı olduğunu, sürekli tadilata ihtiyaç duyduğunu, bu projelerin büyük meblağlar ve uluslararası örgütlerin teknik, uzman desteği ile gerçekleşebileceğini ve bütün bunların da ancak burası bir müze olarak kalırsa başarılı bir planlamayla yürüyebileceğini söylemek zorundadırlar. Tüm kurtarma ve koruma projelerinde, büyük bütçeler ve teknik eleman desteği ile aktif rol oynamış olan Dumbarton Oaks Bizans Enstitüsü, UNESCO ve ICOMOS gibi uluslararası kuruluşlar, bu binanın müze olarak tescillenmesinin sağladığı olanaklarla sürece dahil olmuşlardı. Kamuoyu bu konuda ayrıntılı bilgilere sahip olmasa da bu kurum ve kuruluşların Ayasofya’da koruma faaliyetleriyle ilgili uzun yıllara yayılan stratejileri ve bu faaliyetlere ayırdıkları bütçeler ve 10 -15 yıllık planları var(dı). Bu faaliyetlerin sponsorları arasında, Ayasofya bir müze olduğu ve insanlığın ortak mirası olarak görüldüğü için projelerin arkasında duran kuruluşlar bulunmakta(ydı). Ayasofya’nın ayakta durması için yıllardır milyonlarca dolar fon ayıran bu kuruluşlar şimdi doğal olarak kendilerini aldatılmış hissediyorlar. Yapının konsepti değiştiğinde uluslararası kurumların politikasının nasıl olacağını bekleyip göreceğiz.

Yorgun bir yapı olan Ayasofya’ya, müze olduğu seneler boyunca, yapısal yıpranmanın artmaması için sınırlı sayıda ziyaretçi kabul edilmekteydi. Ayasofya’nın –kilise veya cami fark etmez- binlerce insanın aynı anda ibadet edebileceği dayanıklılığa sahip bir yapı olmadığı gerçeğinin her ortamda yüksek sesle söylenmesi gerekirdi. Şu anda da yetkililer “sınırlı sayıda kişinin ibadete alınacağını” belirtiyorlar. Kimi kaynaklar 500, kimisi 1000, kimisi 1500 kişiden söz ediyor. Bu sayının nasıl belirleneceğini, içeriye girmek isteyen binlerce insanın nasıl sınırlandırılabileceğini hep beraber göreceğiz.

Fotoğraf : @Aykan Özener

Bir müzenin belirli bir dinin ibadethanesine dönüştürülmesi o dine bağlı olanları elbette sevindirebilir. Ancak müze olan tarihi bir yapının günlük kullanıma açılması, tarihi yapı açısından içinden çıkılmaz sonuçlar doğurmaktadır. Ki bu sonuçlar aslında o dine inanan insanların da kaygı duyacağı boyutlar teşkil etmektedir veya etmesi gerekir. Türkiye öznelinde İznik ve Trabzon Ayasofya’sında yaşananlar bu durumu yeterince açıklamaktadır. 1700 yıllık İznik Ayasofya’sı cami olduktan sonra (2011) vitraylarının sökülüp pvc pencereler ve cam kapı takıldığını, beşik tonozlu olması gereken çatının üçgen biçimini aldığını gördük. 800 yıllık Trabzon Ayasofya’sı da cami olduktan sonra (2013) çevresindeki yeşil dokuyu tamamen kaybetmiş ve freskler levhalarla kapatılmıştı. Her iki yapı da cami olduktan sonra mecburi müdahalelere uğradılar, hutbe verilmesi için ses sistemi, cemaatin ısınması için ısıtıcılar-serinleticiler, ayakkabılık eklenmesi gibi…

Doğal olarak merakla beklenen konu Ayasofya’nın iç dekorasyonun akıbeti. Bilindiği üzere Ayasofya’nın II. Bayezid (1481-1512) döneminden beri sıvalar altında kalan mozaikleri 1935’te yapının müze olması sonucu Dumbarton Oaks Bizans Enstitüsü tarafından ortaya çıkarılmıştı. Eğer Ayasofya müzeye çevrilmesiydi bu muhteşem mozaik koleksiyonu hakkında, İtalyan restorator Fossati’nin 1840’larda çizdiği eskizler dışında bir kaynağımız olmayacaktı. On yıllardır İstanbul’un simgesi olmuş, milyonlarca insanın görmek için kuyruğa girdiği mozaiklerden habersiz kalınacaktı. “85 yıllık rezalet” denilen müze dönemi tüm insanlığa bu mozaikleri kazandırdı. Ayasofya mozaikleri sayısız doktora ve yüksek lisans tezine, bilimsel araştırma projesine konu oldu. Ancak Bizans sanatı uzmanı olanlar ve akademik kariyerini bu mozaikler üzerine bina etmiş uzmanlarımız dahil sanat tarihçilerimiz büyük bir sessizlik içindeler. Daha ilk günden mozaiklerin önüne açılır-kapanır perde gerileceği veya karartılacakları şeklinde açıklamalar yapıldı. Bu açılır kapanır perdelerin binanın yapısına vereceği zarar bir kenara mozaiklerin kapatılmasının elbette Türkiye’nin kültürel alandaki imajında, turizm sektöründeki algısında radikal bir değişikliğe yol açacağı muhakkak... Elbette daha önemli bir mesele de, bekçilerin gözetimi altındayken sıkı bir disiplinle korunan, bazıları insanların elinin uzanabileceği kadar alçakta olan mozaiklerin bundan sonra meraklılardan veya “bir İslami ibadethanede bu türden figürlerin olmaması gerektiğini” düşünen –sayısı hiç de az olmayan- ziyaretçilerden nasıl korunacağını konusu. Türkiye’de Hıristiyanlık motiflerinin Kiliselerin üzerinde bile yer almasından rahatsızlık duyan veya parklardaki kendi halindeki heykellere bile zarar veren vatandaşlarımız var. Ayasofya kalabalık toplu ibadetlere açıldığında bu figürlere karşı nasıl bir tutum alınacağını da göreceğiz. Sürekli olarak Fatih Sultan Mehmed’in “kılıç hakkından” söz eden çevrelere, Rönesans sanatının takipçisi bir padişah olarak olan II. Mehmed’in mozaiklere dokunmadığını da hatırlatalım. Öte yandan Ayasofya’nın konseptinin değişmesi elbette turizm açısından da ilginç sonuçlar doğuracak. Nitekim İznik ve Trabzon Ayasofya’larının yaşadığı dönüşümden sonra her iki yerleşimde de turizmin büyük bir gerileme yaşadığı yerel basının haberlerine yansımıştı. Son zamanlarda Sultan Ahmet Cami’yi ziyaret etmek isteyen turistlere nasıl davranıldığına yakından şahit olmuş biri olarak, Ayasofya’nın turistik ziyaretçilerini de zor günlerin beklediğini söyleyebilirim.

Fotoğraf : @Aykan Özener

Sonuç olarak Ayasofya’yı ister Ortodoks dünyasının simgesi, isterse Fatih Sultan Mehmed’in mirası olarak görelim her iki durumda da bu muhteşem yapının korunması ve gelecek kuşaklara aktarılmasının en geçerli yolunun, binanın kitlesel ibadete açılmasından değil tam aksine müze kuralları çerçevesinde titizlikle korunmasından geçtiğini belirtmek zorundayız. Kilise olarak Bizans’ı, cami dönemiyle Osmanlıyı ve müze yıllarıyla da Cumhuriyet Türkiye’sini simgelemiş bu nadide örneğin bütün unsurlarıyla geleceğe sağlam bir şekilde ulaşmasının yegane realist yolu budur. Tersine söylemler belli kitlelerde geçici heyecan dalgaları oluşturabilir; ancak aslında tam da bu heyecan duygularına sahip kitlelerin –eğer bu yapının geleceğe kalmasını arzu ediyorlarsa- müze konseptinin getirdiği avantajlara sahip çıkması gerektiğini çeşitli platformlarda dile getirmek gereklidir.

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER