Büyük Türk’ün Anası: Mara Brankoviç

Mara Brankoviç 1417-1420 yılları arasında muhtemelen 1418’de bugün Kosova’nın önemli şehirlerinden biri olan Vuçitrin’de doğar. Babası Sırp Kralı Curac (Djuradj) Brankoviç. Batılılar Jorj veya George, Yunanlılar Yorgo demişler. Annesi Bizans imparatorlarından Johannes VI. Kantakuzenos’un büyük kızı İrene. Sırpça Jerina. Ailenin en büyük çocuğu olan Mara’ya babaannesinin ismi verilir. Todor, Grgur, Katharina-Kantakuzina, Stefan ve Lazar adında beş kardeşi daha vardır.

Esphigmenou Manastırı’ndaki 1429 tarihli elyazmasından minyatür (En sağda Mara Despina, babası, annesi ve ağabeyi Grgur)

Bizanslıların Maria olarak tanıdığı Mara’nın çocukluğu hakkında bilgimiz oldukça kısıtlıdır. Yalnızca bir Sırp halk şarkısında hastalığından bahsedilir. “Deviç [Manastırı] İnşası” ismini taşıyan bu şarkının sözleri şöyledir: “Semendire hâkimi Curac’ın tek kızı güzel Mariya yedi yıldır hasta, ne öldü ne de iyileşme bildi, ne uyudu ne de herhangi bir şey söyledi. Ormandaki bir yaprak gibi titredi durdu”.

Ayrıca Mara’nın hastalığı için babasının Viyana’dan ve Macar’dan getirttiği doktorlara boş yere paralar ödediği, ancak dualarının onu Deviç sahrasına sevk ettiği, rastladığı bir keşişin ikazıyla burada kızının şifa bulması niyazıyla bir kilise/manastır inşa edip, Semendire’ye geri döndüğü ve bu arada Mara’nın da şifa bulduğu zikredilir.

Jiça Manastırı için hazırlanan 1429 tarihli bir vakıf beratında Curac Brankoviç ve karısı İrene’nin isimleri vardır. Bu berata ilave edilen bir minyatürde ise aile mensuplarına, dolayısıyla Mara’nın tasvirine de yer verilir. Bu sıralarda 11 yaşında olan Mara’nın görüntüsü de tarihi bir belge olarak zamanımıza intikal eder. Söz konusu berat bugün Athos Dağı’ndaki Esphigmenou Manastırı’ndadır. Bu minyatürde nişanlı olduğu bilinen Mara’nın 1436’daki evliliğine kadar başka kaynaklar suskundur. Çocukluk yıllarını muhtemelen ailenin hüküm sürdüğü yerlerden olan Kosova bölgesinde geçirmiş olmalıdır.

Mara Brankoviç’in 1429 tarihli Esphigmenou tüzüğündeki illüstrasyonu (https://tr.wikipedia.org/wiki/Mara_hatun)

İhtirasın Gölgesindeki Kadınlar

Osmanlı padişahları ve şehzadeleri kuruluş döneminden II. Bayezid’e kadar Müslümanlardan nüfuzlu kişilerin, Anadolu beylerinin, Bizans, Sırp ve Bulgar krallarının kızları ile evlendiler. Bu evliliklerdeki asıl gaye; siyasi nüfuz elde etmek, diplomatik fayda sağlamak ya da kız babası öldüğünde toprak talep etmektir. Osmanlı padişahlarının siyasi evlilikleri sayesinde Osmanlı’nın Anadolu’daki kudret ve nüfuzu daha sağlam bir temele oturur, sınırlarının ise Güney Batı Anadolu’ya doğru genişlemesine zemin hazırlar.

Osman Bey’in oğlu Orhan Gazi ile Yarhisar Tekfuru Kantakuzinos’un kızı Holifira’nın evliliği ile kızın babasının sahip olduğu yerler Osmanlılara bağlanır. Orhan Bey’in yerine tahta geçen oğlu I. Murad’ın Bulgar Devleti’nin son hükümdarı İvan Şişman’ın kız kardeşi -bazılarına göre kızı- Tamara ile yaptığı ikinci evliliği öncesinde ise Bulgaristan Osmanlı Devleti’ne haraç ödemek zorunda bırakılır. Bu evlilik Bulgar topraklarının bütünüyle Osmanlı egemenliğine geçmesini çeyrek yüzyıl kadar geciktirir.

Ayrıca Anadolu’daki en güçlü beyliklerden biri olan Germiyanoğlu Süleymanşah’ın kendisi Osmanlı ile akrabalık bağı kurmak ister. Kızı Devlet Hatun’u I. Murad’ın oğlu Bayezid’e vermeyi teklif eder. Süleymanşah, kızına çeyizi olarak Kütahya, Tavşanlı, Eğrigöz (Emed) ve Simav şehir ve kasabalarını verir, bu sayede Osmanlı Devleti’nin sınırları daha da genişler. Bunun yanı sıra az da olsa saraya alınan ve burada yetiştirilen cariyeler ile evlilikler de görülüyor. Nitekim I. Murad’ın Gülçiçek (Rum asıllı), Çelebi Mehmed’in Kumru Hatun, II. Murad’ın Hüma Hatun ile bu şekilde evlendikleri biliniyor. Cariyelerin konum ve unvanları çocuk doğurduklarında değişmektedir. Fatih Sultan Mehmed’den itibaren cariyelerle evlenme usulüne doğru sistemli bir geçiş süreci başlar. II. Bayezid ve Yavuz dönemlerinin sonunda devşirme sistemi içerisinde evlilik Osmanlı sarayına hâkim olur.

İşte Lazareviç Ailesi ile Osmanlı hanedanlığının yolları da 1389 yılında meydana gelen Kosova Savaşı’nda kesişir. I. Murad’ın 1362 yılında tahta çıkmasından sonra Osmanlı Devleti hem Bizans hem de Sırp krallığı için büyük tehdit haline gelir. Osmanlı aleyhine büyük ittifak yapılır. Sultan I. Murad’ın emrinde birleşen Osmanlı kuvvetleri, Sırp, Bosna, Macar, Ulah (Eflak), Arnavud, Leh ve Çek kuvvetlerinden oluşan haçlı ordusuyla karşılaşır. Savaşı 10 Ağustos 1389 tarihinde Osmanlılar kazanır. Ancak savaş alanını gezerken Miloş Obiliç adında yaralı bir Sırplının suikastı sonucu Sultan Murad şehit düşer.

Tarihte Gazi Hünkâr, Murad Hüdâvendigâr diye anılan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun temellerini atan bu büyük padişahın yerine oğlu Yıldırım Bayezid geçer. Bayezid’in emriyle Sırp ordusunun komutanı Knez Lazar Hrebeljanoviç öldürülür. Boş kalan Sırp tahtına Lazar’ın oğlu Stefan Lazareviç oturur. Kosova Savaşı sonrası Sırplar üzerinde Osmanlı baskısı artar. Osmanlı baskısını bertaraf etmek için Lazareviç, Bayezid Han’a hediyelerle birlikte elçi göndererek hem tahtını kutlar hem de siyasi varlığını sürdürebilmek amacıyla Osmanlıya vergi vermek ve yirmi bin asker göndermek suretiyle bağlılık yemini eder. Ayrıca kız kardeşi Olivera Despina’yı da Bayezid’a eş olarak verir. Böylece iki hanedan arasında yapılan barış anlaşması akrabalık bağıyla pekiştirilir. Bu evlilik her ne kadar siyasi içerik taşısa da karşılıklı menfaatlerin olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Hatta Bayezid’in Niğbolu dışında “Semendire ve Güvercinlik” şehirlerini Olivera’yı alma karşılığında “mehir” olarak verdiği ileri sürülür.

Pavle Čortanovic tarafından yapılan ‘Çar Lazar ve Ailesi’ isimli 1860 tarihli taş baskı (Keskin, 2017)

Sırp despotu Stefan Lazareviç kendini kurtarmak adına kız kardeşi Olivera’yı feda eder. Bu diplomatik evlilik sayesinde hem tahtına ve özgürlüğüne kavuşur hem de diğer Sırp soyluları ve özellikle de Brankoviç ailesine karşı avantaj sağlar. Ancak güzel yüzlü, düzgün endamlı ve gönülleri süsleyen bir güzel olarak tarif edilen Olivera, Osmanlıya gelin gelenlerin içinde belki de en talihsizidir.

Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezid, eşi Olivera ve kızları ile beraber Timur’a esir düşer. Bayezid’in ölümü sonrasında serbest bırakılan ve memleketine dönen Olivera’nın hayatı oldukça dramatiktir. Sırplara göre kendisini ülkesi için feda eden bir kahraman, Osmanlılara göre Bayezid’i içki ve eğlenceye alıştıran kötü bir kadındır. Her ne kadar Sırp ordusu 1396’da Niğbolu ve 1402’de Ankara Savaşlarında Osmanlı ordusunun yanında yer almış olsa da bazı tarihçilere göre Olivera, “günah keçisi” ilan edilen bir kâfirin kızıdır.

Bayezid, Olivera ve iki kızını Timur’un önünde gösteren gravür (Keskin, 2017)

Hanedan evliliği yapmak zorunda kalan bu kadınların seçme ya da itiraz etme hakları yoktur. Kendilerine sunulan hayattan zevk alıp almadıkları yanıtsız kalmıştır. Onların bu evlilikte ne kadar mutlu veya mutsuz olduklarını bilmemiz de zaten imkânsızdır. Özellikle baba evi için gösterdikleri fedakârlık ve bu fedakârlığın getirdiği sonuç da belirsizdir. Baba evi ile koca evi arasındaki farkın onlarda yarattığı sarsıntıyı tespit edebilmek de mümkün değildir. Babasının infaz emrini veren kocası Bayezid’e karşı Olivera’nın nasıl hisler beslediği de muammadır. Olaya tek taraflı bakmak da doğru olmaz. Savaş meydanında babasını kaybeden Bayezid’in de duygu durumunu anlamak güçtür. Ancak bizim için asıl önemli olan bu tür evliliklerde ihtirasın gölgesinde kalan, canı yanan, hayatı çalının bedbaht kadınlardır.

Sırp Prensesinin Bir Cariye Olarak Sultan II. Murad’a sunulması

Yıldırım Bayezid’in kayınbiraderi Stefan Lazareviç’in 1427 yılında ölümü üzerine yerine Curac Brankoviç geçer. Ancak Doğu Avrupa’nın bütün hükümdarları gibi Brankoviç de Osmanlıların izin verdiği ölçüde hüküm sürebilecektir. Tehlikeli bir oyuna girişen Brankoviç, bir yandan Türklere sadık bir vasal görüntüsü çizerken, bir yandan da onların muzaffer ilerleyişlerini durdurmak için bir Hristiyan ittifakı kurmaya çalışır. Osmanlıya karşı haraç ve asker yükümlülüklerinden kurtulmak için fırsat kollar.

Osmanlının Sırplara yönelik ileri harekâtı da işte bu sıralarda başlar. Babası Çelebi Mehmed’in ölümü üzerine tahta çıkan II. Murad (1404-1451)’ın kuvvetleri güney-doğu ve doğu bölgesindeki despotluk arazisine saldırır. 1427 yılı ve 1428 senesinin ilk yarısı içinde Sırp topraklarının üçte birini ele geçirir. Niş, Kruşeva ve Golubats şehirleri de buna dâhildir. 

Zor durumda kalan Brankoviç daha fazla toprak kaybetmeyi göze alamaz. II. Murad’a elçi göndererek Macarlarla ilişkilerini keseceğini bildirir. Ayrıca 10 yaşındaki kızı Mara’yı Osmanlı Sultanına ikinci eş olarak vermeyi teklif eder. Üstüne üstlük çeyiz olarak Sırbistan’dan bir kısım toprakları vermeyi de vaat eder. Hatta vaktiyle Yıldırım’ın da kendilerinden kız almış olduğunu hatırlatır:

“Devletlü sultanım! Kızumı dahi câriyeliğe kabul et kim Bayezid deden dahi bizden kız almış idi”.

Despot Curac Brankoviç, barış ve dostluk antlaşması adına tahtını kurtarmak için kızı Mara’yı, Sultan Murad’a bir armağan olarak sunar. Bu izdivacın her iki tarafa da fayda getirdiği aşikârdır. Sonuçta Osmanlı hâkimiyetine yeni yerler eklerken, Brankoviç de siyasi çekişmede Osmanlı’nın yanında olmayı tercih ederek kendi siyasi varlığını korur.

Sultan Murad yemin tahtında kızı nişanlaması talimatını Rumeli Beylerbeyi Saruca Paşa’ya verir. Tuna Nehri kıyısında bulunan Semendire’ye gönderilen Saruca Paşa nişan merasimini 1428 Nisan ayında yerine getirir. Hazırlanan evlilik sözleşmesi ile Mara hukuken sultanla nişanlanmış olur. Alanın da satanın da memnun olduğu bu alışverişte Mara’nın zaten söz hakkı yoktur. Ancak Brankoviç kızının yaşının küçük olduğunu, kilisenin takdisi için ergenlik çağına gelmesi gerektiğini, çeyiz için zamana ve paraya ihtiyacı olduğunu ileri sürerek nikâhı ileri tarihe erteler. Kızının Osmanlı sarayına bir cariye olarak değil, bir hanedan mensubu olarak ağır çeyizle girip, ona göre saygın bir muamele görmesini ister. Ayrıca Brankoviç, kızını vermenin karşılığında bir kale yapılması için izin de ister. Kale ruhsatını alır almaz Ortaçağda Hristiyan Sırpların son başkenti ve Türkler karşısındaki son savunma hattı olacak olan Semendire (Smederevo) Kalesi’ni inşa eder.

Fakat Despot Curac sözünde durmaz. Macarlarla ve Karamanoğulları ile el altından yeni ittifaklara girer. 1428’de yeminle akdedilen nişan sonrası Macarlar ile mücadeleye devam eden Sultan Murad, hem Macarları hem de Karamanoğlu İbrahim Bey’i yener ve Sırplar üzerine bir ordu sevk etmeye karar verir. Amacı Sırp topraklarının tamamını almaktır. Bu durum karşısında korku ve endişeye kapılan Curac gönderdiği elçi vasıtasıyla Sultan’a hediyeler takdim eder ve kızı Mara için düzdüğü çeyizin hazır olduğunu bildirip, gelinin alınmasını ister.

Bunun üzerine Sultan Murad evlilik hazırlığı için gerekli düzenlemelerin yapılmasını emreder. Ancak Mara’nın evliliği bağlı olduğu Ortodoks kilisesi tarafından kabul edilmez. Kapıcıbaşı Saruca ve Çandarlı Halil Paşa vasıtasıyla Müslüman usullerine göre tören yapılır. Sultan Murad’ın üçüncü eşi olarak Edirne Sarayı’na getirilen geline Grgur ve Stefan adındaki erkek kardeşleri refakat eder. Stefan rehin olarak kalır, Grgur ise geri döner. Sultan Murad böylece hem Brankoviç’i vasalı yapar hem de Sırbistan’ın ele geçirilmesi doğrultusunda önemli bir adım daha atmış olur.

Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde yazılmış standart bir Osmanlı tarihi yoktur. Günümüze intikal eden Osmanlı tarihlerinin büyük çoğunluğu Fatih Sultan Mehmed döneminde özellikle II. Bayezid zamanında kaleme alınmıştır. Bundan dolayı kuruluş döneminde gerçekleştirilen düğünler yeterince kroniklere yansımamıştır. Bu dönemde intikal eden bilgiler daha çok siyasi içerikli olaylara ait olup toplumsal hayata ve düğünlere ilişkin bilgiler azdır.

Sırp kaynaklarına göre, bu evlilik 4 Eylül 1436 tarihinde gerçekleşir. Bu sıralarda Sultan Murad 32, Mara ise 18 yaşındadır. Dominikan rahibi Johannes von Ragusa’nın kaleme aldığı Latince mektubunda düğün tarihi aynı olmakla birlikte Mara’nın 400 bin dukalık bir çeyizle geldiği belirtilir. Ayrıca çeşitli kıyafetler, mücevherat ve muhtelif hediyelerin de toplam değerinin 200 bin duka olduğu ileri sürülür. Oysa Osmanlı kaynaklarında Mara’nın zengin drahoması önemsenmediği gibi evliliğe de küçük kayıtlarla değinilir.

Mara’nın Kardeşlerinin Gözlerinin Oyulması

İki devlet arasında kalıcı bir barışın sağlanması amacıyla Curac Brankovic’in büyük çaba gösterdiği bu evlilik ne kendisinin ne de Sultan Murad’ın beklentilerini karşılamaz. Sultan Murad 1438’de Mara’yı aracı olarak kullanarak babasını Macaristan’la ittifaktan caydırıp kendisiyle barış yapmaya zorlar. Fakat Mara’nın çabaları sonuçsuz kalır. Ertesi yıl Sultan, muhtemelen Mara’nın yakarışlarına kulak asmadan Sırbistan üzerine yürür. Semendire Kalesi’ni Mara’nın babası, kardeşleri ve dayısı Thomas Kantakuzenos var güçleriyle savunur. Sırpların Türkler karşısındaki son savunma hattı olarak bilinen Semendire Kalesi Osmanlı kuşatmasına ancak üç ay direnebilir. Ağustos 1439’da kale teslim olur. Böylece Murad artık bütün Sırbistan’ın gerçek hâkimidir.

Sultan Murad, bu mücadelenin akabinde karısı Mara’nın babasının memleketinde kalıp yaralarını sarmasına izin verse de kardeşi Grgur ve dayısı Thomas’ı esir alır. Zaten Mara’nın düğünü esnasında rehin alınan Stefan ise 1436-1441 arası Edirne’de kalmış olmalıdır. Çok geçmeden Mara’nın iki kardeşi Sırbistan’da bulunan babalarıyla gizli gizli yazışmakla suçlanır ve Tokat Kalesi’nde zindana atılır. Mara’nın bütün engelleme ve çabalarına rağmen 8 Mayıs 1441’de iki kardeşinin de gözleri oyulur.

Yeniçeri Hatıratı’nda Mara’nın Sultan Murad’ın ayaklarına kapanarak yalvarsa da kardeşlerini kör olmaktan kurtaramadığı kaydedilir:

“Sultan Murad Edirne’ye vardığında Despot’un iki oğlunu Tokat kalesinde zindana yollanmasını emretti. Onların Murad’ın karısı olan kardeşi kendilerine hiçbir şekilde yardımcı olamadı. Karısının öğrenmemesi için gizlice gönderdiği habercilerle ikisinin de gözlerini oydurdu. Fakat böyle şeyler karısının kulağına geldiğinde onun ayaklarına kapanarak, Allah rızası için bunu yapmakta acele etmemesini rica etti… Sultan bunun olmaması için hemen bir haberci gönderdi, fakat bu vaktinde erişemedi ve böylece ikisinin gözleri oyulmuş oldu…”

Mara’nın daha sonra iki kardeşini de babalarının yanına gönderilmesinde etkili olduğu kaydedilir. Brankoviç’e toprakları 1439 öncesi haliyle ve Leskoviç, Golubats ve Kruşeva dâhil olmak üzere iade edilir, vasallık vecibeleri ise aynen devam eder.

Sultan II Murad’ın Ölümü ve Harem’in Dul Kaiseri

Sultan Murad, 1444’te Edirne’de Macar ve Sırplarla anlaşma imzaladıktan sonra aynı sene Temmuz ayında Anadolu’ya geçerek Karamanoğlu ile de bir anlaşma imzalar. Bu anlaşmalar 1440 tarihinden beri doğuda ve batıda toprak kayıplarına uğrayan devletin bir şekilde nefes almasını sağlar. Çünkü, Sırp Despotluğunun Osmanlıya vergi vererek tekrar Brankoviç’e bırakılması, Eflak’ın Osmanlılara vergi vermesine karşılık Macarlara bağlanması, Karaman bölgesinde ise daha evvel feth olunan bazı toprakların Karamanoğullarına terk edilmesi sonucunda bir sükunet hasıl olur.

Fakat aynı yıl Sultan Murad’ın büyük oğlu Amasya Valisi Şehzade Alaaddin av sırasında geyik peşinde koşarken at üzerinden düşüp ölür. II. Murad gerek büyük oğlunun vefatından duyduğu ıstırap gerekse son yıllardaki bunalımlı hâdiseler sebebiyle Ağustos 1444’te saltanatı Manisa valisi oğlu Mehmed’e terk ederek Bursa’ya çekilir. Mara’nın da bu tarihte onunla birlikte gittiği varsayılır.

Sultan Murad’ın tahttan ayrılarak yerini on iki yaşlarında oğluna bırakması Avrupa’da yeni bir umut doğurur. Macarlar, Osmanlı tahtına çocuk denecek yaşta birinin geçmesini fırsat bilerek, Karamanoğlu’nun da tahrikiyle, 12 Temmuz 1444 yılında on yıllığına imzalanan Segedin Antlaşması’nı bozarak Osmanlı’ya savaş açar. Bunun üzerine Sultan Murad tekrar tahta çıkar. Varna Savaşı diye adlandırılan Haçlı kuvvetlerini 10 Kasım 1444 tarihinde bozguna uğratır. Sultan Murad bu ikinci hükümdarlığında bir yıl kaldıktan sonra hiçbir tehlike baş göstermediği için II. Mehmed’i ikinci kez (1445) tahta çıkarıp Manisa’ya gider.

Oysa Sultan Murad’ın bu inziva hayatı çok sürmez. Çünkü ileri gelen beyler ve komutanların entrikaları sonucu Sultan Murad üçüncü kez (1446) hükümdarlığa geçer. Bu sırada Varna’da ağır bir mağlubiyet alan Macar Kralı Hünyadi Yanoş kendisiyle birlik olmayan Sırbistan’ı işgal ederek Osmanlı topraklarına girer. Sultan Murad’ın ordusuyla Kosova’da karşılaşır. 17 Ekim 1448 tarihinde başlayan savaş 3 gün devam eder. 19 Ekim 1448 tarihinde düşman kat‘î olarak mağlup edilir. Böylece Avrupalıların Türkleri Balkanlardan atmak için giriştikleri son seferi de II. Kosova Zaferi ile tamamlamış olur.

Kosova Muharebesi’nden sonra Sultan Murad hastalanır. Hekimler ilaçlar hazırlayıp, şerbetler kaynatıp deva bulmaya çalışırlar. Felç rahatsızlığı iyice nükseden Sultan Murad, 3 Şubat 1451 tarihinde vefat eder. Sultan’ın ölümü Şehzade II. Mehmed gelene kadar saklanır. 18 Şubat günü Edirne’ye vasıl olan yeni ve genç hükümdar II. Mehmed, ertesi gün devlet erkânının hazır bulunduğu muazzam bir merasimle, on dokuz yaşında Osmanlı tahtına yedinci hükümdar olarak oturur. Akabinde babasının naaşını Bursa’ya gönderir. Osmanlı devletinde kuruluş yıllarında Osman’dan başlayarak ölen sultanların Bursa’da türbeye gömülmesi gelenek olur. Bu gelenek Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesine kadar devam eder.

Sultanın ölüm haberini alan Brankoviç bir heyet göndererek II. Mehmed’e taziyelerini iletir ve babasıyla imzaladığı önceki anlaşmalardan doğan yükümlülüklerini teyit eder. Ayrıca dul kalan kızının ülkesine iadesi için yalvarır. Bunun üzerine II. Mehmed yenilenen anlaşmaya ek olarak Brankoviç’e yıllık 1500 altın haraç dışında düşmanlarına boyun eğdirmek için kendisine yardım etmek üzere 1500 Sırp şövalyesi göndermesini de ister. Ayriyeten Mara’nın çeyizine dâhil olan Toplıca ve Duboçitsa bölgelerini de mülk olarak vererek, çeşitli armağanlarla birlikte Sırp elçilerin eşliğinde saygın bir şekilde onu babasının yanına gönderir. Mara’nın daha da varlıklı bir kadın olarak Sırbistan’a dönüş tarihi Haziran 1451’dir.

Buna karşın II. Murad devri olaylarını Bizans kaynakları içerisinde en ayrıntılı bildiren Dukas, II. Mehmed’in, Mara’yı diğer analığı Halime gibi kullarından biriyle evlendirmeyi düşündüğünü ancak çeşitli mülahazalarla bundan vazgeçerek babasının yanına göndermeyi tercih ettiğini yazar.

Bu sırada Bizans İmparatoru XI. Konstantinos ile Mara’nın evliliği gündeme gelir. Siyasi açıdan iyi olacağını düşünülerek bu önerinin yapıldığı söylenir. Bazıları Mara’nın evlilik için ideal seçim olduğu kanısındadır. Büyük bir Sultan’dan dul kalan Mara ile evlilik oldukça câzip gelmektedir. Özellikle “Türk’ten dul kalma” hali kabul görülüp, bu evlilik desteklenir. Yalnız İmparator daha önce iki defa evlenmiş, iki karısı da birer senelik evlilik süresindeki ilk doğum aşamalarında trajik denecek kadar genç yaşta ölmüştür. O sıralarda 30’lu yaşlarda olan Mara için de benzer endişeler söz konusudur. Doğurganlık yaşını aşmış olması, hamile kalsa bile bunun hayati tehlikeleri olabileceği muhtemeldir. Hatta bu evlilikteki asıl niyetin II. Mehmed’in fetih amacını engelleyebileceği yönündedir. Bu düşünce mümkün görülmemekle birlikte siyasî sebeplerle izdivaç düşüncesi de zaten izaha muhtaçtır. Ne var ki, Konstantinos’un annesinin vefatı bütün bu önerilen evlilik planlarını suya düşürür. Öte yandan bir daha asla evlenmeyeceğine dair yemin eden Mara’nın da XI. Konstantinos’un teklifini 1451 yılında kesin bir dille reddettiği söylenir.

O dönemlerde dul kalan soylu Hristiyan kadınlar için iki yol bulunuyordu: Evlenmek veya bir manastıra kapanmak. Ünlü tarihçimiz Halil İnalcık’a göre zaten harem de bir tür Kadınlar Manastırı’dır.

Dolayısıyla Mara da memleketine dönüp inzivaya çekilmek ister. Ailesi ve akrabalarıyla bir arada yaşamayı seçmiş olsa da onu rahat bırakmazlar. Babası 1454-55 yıllarında kızını başka biriyle evlendirmek ister. Bu seferki damat adayı, Sırbistan’a gelip babasının ordusuna katılmış olan Jovan Jiskra adındaki bir Çek yüzbaşısıdır. Mara bir kez daha evlilik önerilerine karşı koyar.

Curac Brankoviç tarafından Semendire’de Megisté Laura Manastırı (Athos Dağı’nda) için tanzim edilmiş 16 Şubat 1452 tarihli bir beratta diğer aile üyeleri arasında Mara’nın adı da yer alır. Burada dikkati çeken husus Mara’nın vefat etmiş bir sultanın eşi olarak özel sıfatlarla anılmasıdır: Kaiserin Herrin Mara, yani Mara Hanım Sultan. Bu unvan, Mara’nın kendi memleketinde saygınlık ve ayrıcalık gördüğünün bir ifadesidir. Bilindiği üzere Bizans ananesine göre Kaiser=Çar olarak algılanıyordu. Sırp kaynaklarında da Sultan, Kaiser anlamında Çar olarak geçer, dolayısıyla eşi de Kaiserin=Çariçe sıfatıyla anılır.

I. Murad’dan beri Osmanlı hükümdarları kendini padişah-i âlem-penah (Dünyadaki tüm insanların himayesine sığındığı ulu hükümdar, dünya imparatoru) olarak görmeye başlar; Sultan, Hakan ve Kayser unvanlarını benimser. Osmanlı tahtında 30 yıl hüküm süren II. Mehmed, İstanbul Fâtihi olarak mutlak, hatta despotik diyebileceğimiz otorite sahibi sultan tipini yaratır. Fatih Sultan Mehmed’in övündüğü unvanlardan biri de Kayser-i Rum yani Roma Kayseri’dir.

Yazışmalarda Mara’nın eski Sultan’ın dul eşi olarak “Çariçe/Kaiserin/Imperatrix” sıfatıyla anıldığı ve bu müstesna konumuyla belirli bir nüfuza sahip olduğu görülür. Ayrıca mektuplarında Mara kendisini “Herrin Kaiserin/Domina Imperatrix” olarak tanıtır. Osmanlı belgelerinde bunun karşılığı “Hanım Sultan” olduğu açıktır. Dolayısıyla Mara Osmanlı hanedanının önde gelen bir üyesi olduğunu belirtmekle kalmaz aynı zamanda bunu vurgular.

Hristiyan Soylu Hanımlarının Önde Geleni Despina Hatun

Curac Brankoviç 1455-56 yılları arasında topraklarının yarısını kaybeder. 24 Aralık 1456 yılında 81 yaşında Semendire’de ölür. Mara ve kardeşleri taht mücadelesine girişir. Hatta babalarını taht iddiasında bulunan küçük oğlu Lazar’ın zehirlediği de iddia edilir. Haklı olarak Lazar’dan korkan Mara, kardeşi Grgur ve dayısı Thomas’la birlikte Semendire’den kaçar. Lazar peşlerinden gidip onları yakaladıysa da Mara ile Grgur tekrar kaçmayı başarır. Taht mücadelesinde başarılı olamayan Mara 1457’de  üvey oğlu Fatih Sultan Mehmed’in merhametine ve himayesine sığınır. Aslında Mara, Fatih’in geleceğe ilişkin planlarında Sırbistan’ın fethinin öncelikli bir yer tuttuğunun farkındadır. Bu nedenle haklı olarak kazanan tarafta yer almayı seçer. Ancak 1458’de Lazar öldürülür. Stepan ise Macaristan’a kaçar. 1459’da Fatih’in Semendire’yi almasıyla Sırbistan despotluğu da son bulur.

Mara iki yıl İstanbul’da kaldıktan sonra 1459’da Serez’e yerleşir. Fatih Sultan Mehmed bir fermanla Selanik’teki Aya Moni Manastırı’nı (Küçük Ayasofya) bütün haklarıyla bağışlar. Fermanda Mara ismen anılmasa da,“Hristiyan soylu hanımlarının önde gelenlerinden anam Despina Hatun” (Seyyidetü’l-havatini’l-Mesihiyye anam Despina Hatun) ifadesine yer verilir. Her şeyden önce bu ifade 1459 tarihi itibariyle Mara’nın Osmanlı sarayındaki üstün konumuna açık bir işarettir.

Buna ilaveten Sultan Mehmed, geçimi için Mara’ya Serez yakınlarında, Ezova (Jezevo) ile komşu bölgelerin de içinde bulunduğu geniş toprakları bağışlar. Mara ömrünün sonuna kadar bir prenses otoritesine sahip olarak yaşar. Bundan da anlaşılacağı üzere Fatih Sultan Mehmed’in analığı Mara’ya özel bir saygı ve sevgi beslediği açıktır.

Hangisi Fatih’in annesi?

Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş dönemine ait resmi belgeler bize kadar ulaşamamıştır. Osmanlı - Türk tarihçiliği II. Murad zamanında başlar. Bizans devrinin bitişine ve yeni bir imparatorluğun doğuşuna şahit olan son Bizans tarihçileri de bu dönemde yaşamıştır. Dolayısıyla 14. ve 15. yüzyıldaki olayların aydınlatılmasında ise Osmanlı devleti ile yakın ilişkileri olan ülkelerin tarih kaynaklarına da başvurmak gerekir. Bu dönemin yabancı kaynaklar grubu içerisinde de Bizans kaynakları hiç şüphesiz ki önemli bir yer tutar. Fatih Sultan Mehmed’in emriyle 15. yüzyıl sonlarında belirgin bir hedefe yönelik yazılan kroniklerde ise Harem kadınlarının isim ve kimlik bilgileri verilmemiştir. Yalnızca babalarının adlarının yazılması yeterli görülmüştür.

Bundan dolayıdır ki; Fatih Sultan Mehmed’in annesinin kim olduğu konusunda birbirini tutmayan iddialar ortaya atılmıştır. II. Murat’ın evlilikleri hakkında 14. ve 15. yüzyıl kroniklerinde İsfendiyaroğulları’ndan İbrahim Bey’in kızı Hatice Halime Hatun ile Sırp Despotu Curac Bronkoviç’in kızı Mara ile olan evlilikleri hakkında bilgiler mevcuttur. Bu iki evlilik de zaten siyasi ilişkilere dayanmaktadır.

Hatice Halime Hatun’un doğum tarihi belli değildir. Güzelliğiyle meşhur olan Hatice Halime Hatun ile Sultan Murad’ın düğünleri 1425 yılında Bursa’da ya da Edirne’de görkemli bir şekilde yapılır. Tamamıyla barışı tesis etmek amacıyla gerçekleşen diplomatik bir izdivaçtır. Ancak İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi adlı eserin yazarı İsmail Hami Danişmend gibi bazı tarihçiler Fatih’ın annesinin Hatice Halime Hatun olduğu üzerinde ısrarla dururlar. Dukas, Fatih’in babasının ölümü üzerine Hatice Halime Hatun’u babasının adamlarından Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa ile evlendirdiğini yazar. Oysa Fatih’in öz anası olsa idi böyle bir evliliğe zaten cevaz verilmezdi.

Bazı tarihçiler ise II. Murad’ın Dulkadıroğlu kızı Alime Hatun’la evlendiğini ve hatta Fatih’in bu kadının oğlu olduğunu iddia eder. Ancak Dulkadıroğulları şeceresinde bu isimde bir kadın yoktur. Esasen izdivaç için gösterilen tarih 1447’de olduğuna göre, zaten Fatih’in validesi olması mümkün değildir.

Avrupalı tarihçiler de Fatih’in annesinin Mara Despina olduğunu belirtirler. Bu durumda 1432 doğumlu olan Fatih’in bu hanımdan doğmuş olması düşünülemez. Çünkü Mara Hatun ile II. Murad evliliği dört yıl kadar sonra 1436’da olur. Üstüne üstlük Fatih babasının vefatından sonra ana diye hitap ettiği Mara Hatun’u devlet adamlarından biri ile evlendirmek istemişse de o Serez’de bir manastıra çekilmeyi tercih eder. Şayet öz annesi olsa Fatih böyle bir teşebbüse girişmezdi. Keza Mara Hatun da İstanbul’dan ayrılmazdı.

Ayrıca Murad’la evliliğinden hiç çocuğunun olmamasını Mara’ın yararına görenler de vardır. Zira bir oğlan doğurmuş olsaydı, bu çocuk da Hatice Halime’den dünyaya gelen ve Fatih’in Osmanlı tahtına çıktığı 1451 yılında öldürülen Şehzade Ahmet ile aynı kaderi paylaşması muhtemeldi.

Öte yandan Mara’yı Fatih’in annesi olarak kabul eden bazı yazarlar daha da ileri giderler. Bu kadının Fatih’e Hristiyanlık akidesini bulaştırdığı gibi saçma bir iddiayı da dillendirdiler.

Oysaki Fatih’in annesi olarak Hüma Hatun gösterilir. Osmanlı tarihi konusunda çalışmalarıyla ünlü Alman tarihçi Franz Babinger, Fatih Sultan Mehmed’in annesinin adının hiçbir yerde ve kitabede geçmediğini, doğum yeri ve milliyetinin bilinmediğini, şahsiyetinin bir esrar perdesiyle örtülü olduğunu kaydeder. Aslında Fatih’in annesinin cariye olduğunu Topkapı Sarayı’nda bulunan bir vakfiye teyit eder. Vakfiyede geçen “bint-i Abdullah” kaydı, Hüma Hatun’un devşirme olduğunu ispatlar. Osmanlı tarihçisi İbrahim Peçevi de bunu tasdik eder. Peçevi, Fatih’in annesinin korsanlar tarafından kaçırıldığını, II. Murad’ın haremine alındığını, ilkin Müslümanlığı kabul etmediğini, gebe kalınca Müslüman olduğunu tarihe not düşer. Ayrıca 15. yüzyılda Hüma Hatun adında başka bir kadın da yoktur. Üstelik 1449 yılında Bursa’da ölen Fatih’in annesinin adının “Hüma” olduğunu Bursa Sicilleri de doğrular. Öte yandan, II. Bayezid Han devrine kadar yaşadığı bilinen Hatice Halime Hatun, Hüma Hatun’dan neredeyse yarım asır sonra 1500 tarihinden sonra vefat eder. Bu durumda Fatih’in annesi olması zaten imkân dışıdır.

Şehzade Mehmed Manisa’ya vali tayin edilince Hüma Hatun da onunla birlikte Edirne Sarayı’ndan bu şehre gelir. Sultan Murad’ın aynı yıl tahttan feragat etmesi üzerine henüz 12 yaşındaki oğlunun ilk saltanatını görme bahtiyarlığına erer. Valide Sultan olarak Edirne Sarayı’ndaki baş yerini alır. Ancak iki sene sonra Sultan Murad’ın tahtı tekrar devralması üzerine oğluyla bir kez daha Manisa’ya çekilir. Hüma Hatun oğlunun üçüncü kez tahta çıkışını ve İstanbul’u fethini göremeden Bursa’da ölür. Şehzade Mehmed daha babası hayatta iken Eylül 1449 tarihinde vefat eden annesi için türbe yaptırır. Kitabesinde Fatih Sultan Mehmed’in annesi olduğu ve oğlunun emriyle yaptırıldığı açıkça yazılıdır. Kaynaklarda, türbesi kitabesinde ve vakfiyesinde adı yazılı değildir. Fakat bugün Hatuniye Türbesinin bulunduğu mahallenin adı “Hüma Hatun” Mahallesi diye bilinir. Halk arasında Hatuniye Türbesinde yatan kadının da “Hüma” olduğu söylenir. Türbenin kitabesinde şöyle yazılıdır:

“Allah'a hamdolsun bu türbe-i münevvere Mevlâna Sultan’ul-a’zam ve’l-Hakanü’l-muazzam es-Sultan ibni’s-Sultan Bayezid Han oğlu Mehmed Han oğlu Murad Han zamanında Allah onun mülkünü ve devletini ebedi kılsın oğlu ve gözünün nuru Rasûlullah sallâllahu aleyhi vesellemin isim ortağı Seyyid Necib Sultan Mehmed Çelebi (Fatih Sultan Mehmed Han)’nin emriyle hatunların ulusu annesi merhume için bina olundu. Allah onun esâs-ı saltanatını muhalled ve erkân-ı devlet ve izzetini müeyyed kılsın. Hicrî 853 (1449).”

Osmanlı Sarayında Hristiyan Gelinler

Müslüman toplum inanışında kız çocukları Müslüman olmayan bir erkek ile evlendirilmez. Ancak bu durum erkekler için engel teşkil etmez. Başka bir inanca sahip hanedanlardan kız alma geleneği Osmanlı’dan çok önceye dayanır. Üstelik bunlar içinde evlendikten sonra İslamiyet’i seçmeden kendi inançlarını devam ettirenler de vardır. Selçuklu sultanlarından I. Gıyasettin Keyhusrev’in adı bilinmeyen annesi, II. Gıyaseddin Keyhusrev’in annesi Mahperi Hatun ve II. İzzeddin Keyhüsrev’in annesi Prodoulia bunlardan bazılarıdır.

Selçuklu dönemine ait kaynaklar, Selçuklu sarayında yaşayan Hristiyan inancına sahip olan saray kadınlarının ibadet ve ayinlerini rahatça yerine getirdiklerini anlatır. Latin asıllı imparator II. Baldwinin bu konudaki mektubuna göre, II. Gıyaseddin Keyhusrev, Latin asıllı prensesin din hususunda tamamen serbest kalacağını, şayet arzu ederse sarayda bir şapele sahip olarak rahibelere eşlik edebileceğini vaat etmiştir. Ayrıca Sultan, bu hususun, Selçuklu Sarayı’nda öteden beri yaygın bir uygulama olduğunu, Rum asıllı öz annesi Mâhperî Hatun’un Hristiyan ayinlerini sarayda serbestçe icra ettiğini eklemiştir.

Yine II. Gıyâseddîn Keyhusrev, Gürcü Tamar Hatun ile yaptığı evliliğin ardından kayınvalidesi Gürcü kraliçesi Rusudan’aya, prensesin inancına asla karışmayacağını vaat etmiştir. Hatta Gürcü prenses düğün merasimine kıdemli Hıristiyan din adamları ve kilise görevlilerinin refakatinde gelmiştir. Üstelik daha sonraki zamanlarda Müslüman olması, Prenses Tamar’ı 1280’lerde Kapadokya’daki Beliserama Kilisesi’nin hamisi olmasına engel olmamış ve hayatı boyunca Hıristiyan cemaatinden olan tebaasıyla münasebetlerini sürdürmüştür. Selçuklu sarayındaki bu durum Selçuklu Anadolu’sunda da farklı değildir. Özellikle Rum kadınları, Müslüman toplumun bütün sosyal tabakalarında en itibarlı evlilik partneri olarak kabul görmüş ve bu kadınlar çoğu konar-göçer hayattan gelen erkekler için Bizans tarzı hayatın rehberleri olmuşlardır. 14. yüzyıl ortalarında Ludolf Von Suchen’e ait bir rapor, Türklerin Hristiyan kadınlarla evlenmeleri sonucunda dünyaya gelen erkek çocukların babaları gibi İslam, kız çocuklarının ise anneleri gibi Hristiyan olduğunu söyler.

Osmanlı Devletinin ilk dönemlerinde hareme gelin gelen Hıristiyan kadınlarının Kur’an’ın “Dinde ikrah ve icbar yoktur” emri gereği, ne isimlerini ne de dinlerini değiştirmeye zorlanmadığı açıktır. Osmanlı aydınlarının da bunları bilmemesine pek imkân yoktur.

Hıristiyan kadınlarla yapılan evliliklere verebileceğimiz ilk örnek Orhan Gazi’nin eşi Holfira/Nilüfer Hatun’dur. Halil İnalcık’ın deyimiyle Osmanlı hanedanının kök-anası İslam’a girmiş bir Rum hatunudur. Şehzade Süleyman ile I. Murad’ın annesidir. Orhan Bey daha sonra Asporça ve Teodora (Maria) adında iki soylu Bizans kadınıyla stratejik evlilikle yapar. Orhan Bey’in yerine tahta geçen oğlu I. Murad da ilk evliliğini Gülçiçek Hatun adı verilen Rum kızıyla yapar. İkincisi ise Şişman’ın kızı (!) Tamara ile yapılan izdivaçtır.

Kera-Tamara, Keratamar, Marya, Mara, Thamara adlarıyla tanınan Tamara ile Murad Hüdavendigar’ın evliliği, Ortaçağ Bulgar kroniklerinde az da olsa yer alır. Bu evlilik için yazılan pasajlardan biri şöyledir:

“Ulu Çar İvan-Aleksandır’ın kızı ve Bulgar halkının kurtuluşu için ulu Emir Murat’a eş olarak verilen Kera-Tamara, oraya gittikten sonra Ortodoks dininde kalmayı başararak kendi soyunun günahlarını üstlendi ve dindar ve namusluca yaşadıktan sonra huzur içinde ruhunu teslim etti. Ruhu sonsuza dek şad olsun”

Burada dikkati çeken nokta Tamara’nın düğünden sonra dini inançlarını sürdürmüş olmasıdır. Bir diğer husus ise I. Murad ile evlendiğinde yaşının ilerlediği ve daha önce yapmış olduğu evlilik sonrası dul kaldığıdır.

Bir diğer örneğimiz ise Yıldırım Bayezid’in eşi Maria Olivera’dır. Aşıkpaşazade’nin ifadesiyle Olivera’nın evlendikten sonra kendi âdetlerini muhafaza etmesidir. Sırp kültüründe Olivera önemli bir imge haline gelir. Bulgar yazar Konstantin Kosteneçki, onu kendisini ülkesi ve halkı için feda eden Ester ile özdeşleştirir. Bununla birlikte, aziz ilan edilmese de, Sırbistan’daki çeşitli kiliselerde bulunan imajları onun Sırp milli kültürünün önemli figürlerinden biri olduğunu gösterir. Adına kurulan vakıf, düzenlenen yarışma, hazırlanan monografi ve sinema filmi ile modern Sırp kültüründe yerini alır.

Belgrad’da Saborna Crkva Sv. Arhangela Mihaila (Aziz Mikhael Kilisesi)’da bulunan duvar resminden detay, elinde haç tutan Olivera (Keskin, 2017)

Asıl konumuzu oluşturan Sultan II. Murad’ın eşi Mara Despina’nın da dinini değiştirdiğine dair herhangi bir kayıt olmamasıdır. Dukas bunun Hıristiyan dinini koruduğuna işaret sayar. Venedik kaynakları da bu yönde kayıtlar düşer. Öte yandan Türk kaynaklarında da bunun aksi bir beyana rastlanmaz.

Mara’nın bir yandan Hristiyan inancını koruduğu, diğer yandan ise Sırbistan’daki babasına ve genel olarak Hıristiyan davasına hizmet edebileceği fırsatları da kolladığı ileri sürülür. Zaten Sultan Murad’ın Hıristiyan karısı Mara’ya kötü davrandığına, onu suiistimal ettiğine dair hiçbir bulgu yoktur. Aksine dönemin Bizanslı tarihçileri bile Murad’ı dürüst ve adil tutumundan dolayı övmüştür.

Mara’nın Hristiyan olmasından ve babasının izlediği politikadan dolayı ötekileştirildiği söylense de Olivera’ya göre daha şanslıdır. Kâfir kızı gibi sıfatlarla anılmasına rağmen çok fazla eleştirilere maruz kalmaz.

I. Murad’ın ölümü sonrası Mara kendi iradesiyle hareket eden bağımsız ve kararlı bir kişilik sergiler. Özellikle Serez’deki yaşamı boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun içişlerine dahi etki edecek güce sahiptir. Mara kilise siyasetinde de etkin bir isimdir. İstanbul patriklik tahtına kendi adaylarını oturtacak derecede nüfuz sahibidir. Hatta Mara’nın kendi adayını desteklemek üzere İstanbul’a geldiği, bizzat Sultan ile bu konuyu görüştüğü, Sultanın da, “Anamın arzusunu yerine getirin” emrini verdiği, böylece Dionysios 1466 sonbaharında patrik olduğu kaydedilir.

Ayrıca Hıristiyanların ihtiyaçlarını karşılamak için tam bir hayırsever olarak çalıştığı, manastırlara bağışlarda bulunduğuna dair bazı bilgiler mevcuttur. Ocak 1487 tarihli bir belgeden Mara’nın Athos’daki Batopediu Manastırı’na İstanbul’da bir ev bağışladığı, 9 Nisan 1541 tarihli bir başka belgeden de Athos rahiplerine toprak bağışında bulunduğu anlaşılıyor.

Mara’nın Barış Çabaları

Mara Despina kocası Sultan Murad adına aracılık etmeyi kendine görev edinir. Üstelik kocasının çıkarlarına bağlılığından dolayı Osmanlı sarayında büyük bir saygınlık kazanır. Mara güçlü iradesi ve etkileyici kişiliği ile her iki tarafın da güvenini kazanmayı bilir. Zaten Mara, Osmanlılarla bağlantı kurabilmesini sağlayacak güven aracıdır. Mara, özellikle Ragusa (Dubrovnik) ve Venedik için bir hacet kapısıdır. Ragusa kaynaklarında Mara’nın barış arayışlarında babasıyla irtibata geçtiği ve Sultan’a arabuluculuk ettiği gösterilir. Mart 1444’te Mara’nın gönderdiği bir keşişin gizlice Ragusa’ya geldiği, hazırlanan bir gemiyle Adriyatik’ten Split’e ve oradan da Macaristan’a geçtiği bilinir. Babinger’e göre, bu Mara kanalıyla sultanın Batı ile sürdürdüğü uzlaşma girişimlerin yalnızca bir tanesidir. Zira Macarlarla 12 Haziran 1444’de Edirne yapılan Segedin antlaşmasında Mara önemli bir görevi yerine getirir. Mara’nın aracılığıyla barış sağlanarak, zor duruma düşen II. Murad’ın toparlanmasına imkân sunulmuş olur.

Fatih Sultan Mehmed'in üvey annesi Mara Despina Hatun'a yazdığı mektup/1459

Kantakuzena adını taşıyan Mara’ın ablası soylu ve zengin Cilly Kontu II. Ulrich’le evlenir. 1456’da kocasının ölümüyle olaylı bir hayat sürer. Mara, manastırda yaşarken 1469 yılında kız kardeşi Katerina’yı da Fatih’in imtiyazlı izniyle yanına aldırır. Mara’nın kız kardeşini Ezova’ya davet etmesiyle durumu değişir. Bu tarihten sonra iki kız kardeş Doğu Makedonya’da bir tür gayri resmi dışişleri bürosu gibi çalışmaya başlar. Ragusa, Venedik ve İstanbul’la diplomatik ilişki kurar, buralardan gelen elçileri kabul ederler. Venedikliler ile 1463’ten 1479’a kadar süren savaşta arabulucu olarak önemli bir rol üstlenerek her iki tarafın da diplomatik temsilciliğini yürütürler.

Mara’nın Raguza-Venedik ve Osmanlı arasında irtibat noktası teşkil ettiğine dair işaretler vardır. İkametgâhı, özellikle Raguza ve Venedik’ten hareketle İstanbul’a gideceklerin uğrak yeridir. Kendisini ziyaret edenlerin boş elle geldiklerini varsaymak herhalde mümkün değildir.

Mara’nın Vefatı

Hayatının önemli bir kısmını Osmanlı topraklarında geçiren Mara, eşi Sultan Murad’ın ölümünden sonra üvey oğlu Fatih Sultan Mehmed’in himayesinde rahat bir yaşam sürer. Fatih’in 1481 yılında vuku bulan ölümüne kadar saygın bir muamele görür. II. Bayezid de, babası gibi Mara Hatun’a saygıda kusur etmez.

Mara Hatun, yaşadığı dönemin dış siyasetini doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyerek kendini unutulmaz kılar. Sırp kronikleri onu Çarice Mara, bir İtalyan kaynağı Türk’ün Üvey Anası olarak betimler. Ayrıca Venedik’te “Büyük Türk’ün Üvey Anası” için özel bir ihtimam gösterilir.

Fatih Sultan Mehmed’in Bütün Hristiyan kadınların hanımefendisiolarak yücelttiği Mara Hatun 14 Eylül 1487’de Ezeba’da vefat eder. Bazı Sırp yıllıklarında; “Despot Curac’ın kızı Çariçe Mara 14 Eylül 1487’de İydü’lsalib yortusuna tesadüf eden Cuma günü öldü” şeklinde kayıt düşülür. Kabrinin Ezeba veya Drama’nın güneybatısında yer alan Kosanitsa Manastırı’nda olduğu kabul edilir. 

Bugün modern Jezevo’daki Nigrita kasabasında Mara’nın adı yaşatılır. Ortaçağdan kalma surlarda yıkıntı halinde duran bir kulenin adı da Mara Hanım Kulesi’dir.

 

Kaynaklar

Babinger, F., Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı, (Çev. Dost Körpe), Oğlak Yayınları, İstanbul, 2002.

Beydilli, K., II. Murad’ın Eşi Sırp Prensesi Mara Branković (1418-1487), Osmanlı Araştırmaları, XLIX, 2017, 383-412.

Çelebi, B., Osmanlı’nın Körpe ve Çocuk Gelinleri, Bilim ve Ütopya Dergisi, Sayı 285, İstanbul, 2018, 12-29.

Çelik, M., Fatih Sultan Mehmed Dönemi Ferman ve Arşiv Belgeleri, Gebze Belediyesi Kültür Yayınları 3, İstanbul, 2018.

Dirimtekin, F., Prof. F. Babinger, Mahomet II, le conquerant et son temps (1432-1481), İstanbul Enstitüsü Dergisi I,  Ayrı Basım, İstanbul,1955.

Donald, M. N., Bizans’ın Soylu Kadınları, (Çev. Özden Arıkan), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2001.

Hüseyniklioğlu A.G., Osmanlı Kroniklerinde Hanedan Gelinleri Algısı, Prof. Dr. Mustafa Öztürk Onuruna Tarih Yazıları I, İdeal Kültür Yayıncılık, İstanbul, 2021, 313-349.

İnalcık, H., Kuruluş ve İmparatorluk Sürecinde Osmanlı, Devlet, Kanun, Diplomasi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.

Keskin, M., Osmanlı Sarayı’nda Bir Sırp Prenses: Mileva Olivera Lazarevic, BİLİG Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, 82, 2017, 269-301.

Karakoç, K., Osmanlı-Bizans Kroniklerinde Düğün ve Ölüm, Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Tekirdağ, 2018.

Kurat, A., Bizansın Son ve Osmanlıların İlk Tarihçileri, Türkiyat Mecmuası, 3, 2010, 185-206.

Meram, A.K., Padişah Anaları ve 600 Yıl Bizi Yöneten Devşirmeler, Güz Yayınları, İstanbul, 2011.

Özcan, A., Buçuk Tepe Vak’ası, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1992, 343-344.

Parlaz, S., Osmanlı Devleti’nde Siyasi Evlilikler, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Denizli, 2007.

Popović, M., Mara Branković: Eine Frau zwischen den christlichen und dem islamischen Kulturkreis im 15 Jahrhundert, Ostkirchliche Studien, Band 58/2, Würzburg 2009, Heft 2, 357-364.

- Mara Branković: Eine Frau zwischen dem christlichen und dem islamischen Kulturkreis im 15. Jahrhundert. Verlag Franz Philipp Rutzen, Wiesbaden, 2012.

Reyhan, G., Mütareke Döneminde Müslüman Osmanlı Kadınlarının Gayrimüslimler, İranlılar ve Javalılar ile Evlilikleri , Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi , Sayı: 68, Bahar 2021, 429-462.

Şerif, B., 16. Asırda Yazılmış Grekçe Anonim Osmanlı Tarihi, Giriş ve Metin (1373-1512), Belleten, Sayı:150, Cilt: 38, Ankara, 1974, 303-316. 

Şimşirgil, A., Valide Sultanlar ve Harem, Osmanlı’nın Sır Dünyası , TİMAŞ Yayınları,  İstanbul, 2019.

Turan, Ş., 16. Asırda Yazılmış Grekçe Anonim Osmanlı Tarihi. Giriş ve Metin (1373-1512), Belleten, Cilt: 38 - Sayı: 150, 1974, 303-316.

Uluçay, M. Ç., Harem II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2001.

-Padişahların Kadınları ve Kızları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2001.

 

EN ÇOK OKUNANLAR

Tarlada Yürüyüş Yapan Kadın 2150 Gümüş Sikke Buldu

Prag'ın güneydoğusundaki Kutnohorsk kentinde tarlada yürüyüş yapan bir kadın, çiftçilik faaliyetleri sırasında yüzeye çıkan birkaç gümüş sikkeye rastladı. Çek Cumhuriyeti'nde şimdiye kadar bulunan en büyük erken ortaçağ sikke istifini açığa çıkardığının farkında değildi.

SON İÇERİKLER