İlk Hellen Boyu Akhalar’ın Öğrettikleri

EMEĞİN SÖMÜRÜSÜ -1

Bu nasıl bir “her şeye kadir Hellen” masalıdır ki dünya insanının “İncil’den sonra en çok okuduğu” bir İlias Destanı’nın varoluş nedenini bile; kökende yazısını bile yaratamayan ve Girit’ten öğrendiğiyle de salt envanter kayıtları tutma düzeyinde kalan bir “Akha kültürüne” bağlama çabası vardır. İnanması zordur, ancak; kanıtını, Homeros diliyle “MÖ 15. ile 13./12. yüzyıl Akha Hellencesi’nin Linear B- dili arasında benzerliklerde” arayan eskiçağ bilimciler az değildir.

“Myken kültürünün genel görüntüsü o kadar çok Minos gibiydi ki Akha Hellenleri’nin yurdu Hellas uzun süre Girit kolonisi kabul edildi”.

Tanınmış Yunan arkeolog Spyridou Marinatos’un, konusunun başyapıtlarından “Kreta und das mykenische Hellas” başlıklı kitabındandır bu alıntı. Eskiçağ biliminde bu iki komşu kültüre ilişkin her yayında varılan sonucun özetidir; okunur geçilir. Burada da öyle olmuştur; bir halkın sanata ilişkin yaklaşımını en anlaşılabilir şekliyle özetleyen bir bilimsel gerçek “satır arasında kalsın” istenmiş, ne demek istendiğini geniş resmiyle sorgulayan, anlamını açan bir yazıya rastlamadığıma göre, amaca da ulaşılmıştır. O resim “Hellen mucizesi”nin niceliğini somutuyla gözler önüne serdiği için Ege Uygarlığı’nın Doğuşu derslerimde ayrıntılıca anlattığım, söyleşilerimde ve -Almanca makalelerimin Türkçe çevirilerini içeren- Uygarlık Anadolu’dan Doğdu kitabının değişik yerlerinde değindiğim, belli ki çok önemsediğim Girit/Akha ilişkileri, doğru olmayan alışılagelmiş tanımıyla Minos/Myken ilişkileri; Geç Tunç Çağ’da Ege ve Anadolu’yu irdeleyen yazı dizisinin ilk konusu olsun ve üzerinde düşünülsün istedim.

Çünkü adı kazı bilim olan bir dalda amaç köke inmektir ki doğru bulunabilsin. Değilse, kültürel kimliği tanımlamada nasıl yanlış yorumlara varılabilmiştir; amacım genelde gözardı edilen bu gerçeği en somutuyla gözler önüne sermektedir. Kökten sürülecek sürgün; sözde Hellenlerin Akha boyunun bir “kabilesi” olan İonlar, Erken Demir Çağı’na geçişte “sömürgeleştirdikleri” Orta Batı Anadolu’da hangi koşullarda Batı Uygarlığı’nı yaratmıştır”? Doğrusuyla bilinmesinde belirleyici olacaktır.

Hellas, Peloponnessos ve Girit kazılarının zamanla günyüzüne çıkardığı bulgu ve verilerin ışığında (Res. 3b-12c) Akhaların “sömürgeleştiği” kültürel anlamda doğrulanmış; inanılması zor olsa da, siyasal anlamda “sömürgeleşen” toprağın ise Girit olduğu görülmüştür. “Myken” kültürünün taşıyıcıları Akhaların Girit’i ele geçirmeleri MÖ 1450 dolaylarındadır. Ve bu “fetih”, Yeni Saraylar Dönemi, özellikle 16. yüzyılda, sömürgelerde bile (Res. 3b, 8a, 11a) Mısır, Mezopotamya ve Anadolu ile yarışabilir ihtişamda sürdürürken seyrini, ancak yaşanan bir doğal felaketin ardından mümkün olabilmiştir. Savrulan külleriyle Anadolu kıyılarında bile algılanabilir şiddette bir volkan püskürmesidir bu. Kiklat Adaları’nın en güneyinde Girit’e yakın düşen volkanik adanın yer adıyla Thera Patlaması (Res. 1b, 3a) ya da yıktığı uygarlığın adıyla Minos Patlaması olarak geçmiştir tarihe. Olay efsaneleştirilecek denli iz bırakmıştır ki Atlantis mitosunu bu felaketin bir yansıması olarak yorumlayanlar bile olmuştur.

Girit kent devletlerinde yaşanan tahribattan bu olayın sorumlu görülmesi, çoğu bilimciler gibi, Thera kazılarının yöneticisi Marinatos’un da görüşüdür. MÖ 2. binin ortalarında öngörülen tarihi tam kesin değilse de; E. Meyer’e göre “halkı kaçmaya zorlayan güçteki MÖ 1520 dolayları depreminden ve tsunamisinden yarım yüzyıl kadar sonra yer sarsıntıları ve su baskınlarıyla gelen son felaket” Girit’in saldırılara karşı dayanma gücünü kırmış olmalıdır ki; sonuçta savunma döşemlerinden yoksun derebeyliklerin Hellas ve Peloponnessos’un egemeni savaşçı Akhalar’a fazla direnemeden teslim olduğu söylenebilir. Doğu Akdeniz’in “eşiği” olarak da önemsenen bu Barış Adası (Res. 1b) böylece ilk kez yabancılara “sahip” değiştirmiştir.

Bu “sahiplik” salt Ada’yla sınırlı kalmamış; Girit’in olan her şeyin, Ada halkına güç ve itibar getiren büyük Deniz İmparatorluğu”nun ve de sömürge yerleşimlerinin de mirasçısı olmuştu Akhalar (Res. 1b); bunlar arasında özellikle -Hitit metinlerindeki adıyla- Millavanda/ Miletos’un da egemeni olmuştu. Neden Anadolu Ege’sinde yalnızca Miletos, MÖ 1450-1200 arasının -arada bir Hititlere el değiştiren- V. ve hatta VI. yerleşim katmanlarıyla “kesin Akha kolonisi” olarak tanımlanır? Bu tarihsel olay bağlamında bulur yanıtını: savaşla alınmamış, el konulmuştur. Çünkü, Menderes Irmağı’yla da ana karaya bağlanan bu benzersiz ticaret limanı Eski ve Yeni Saraylar dönemlerini içine alan MÖ 2000-1450 arası zamanda “yerleşim kolonisi” olarak Girit’indi; Ada Akhaların olunca, o da onların oldu. Tunç Çağı Miletos katmanlarını günyüzüne çıkaran W.-D. Niemeier’in saptamasıyla “yerleşim kolonisi olmasa da, en azından Büyük Ahhiyava/Akha gücünün kontrolü altında, Hititlere karşı tutulan bir köprübaşı, Deniz İmparatorluğu için gerekli bir ticaret üssü” olarak sahiplenildi. Buna karşın -nd- sonekli Millavanda adıyla bir Luvi olarak Kalkolitik Çağ’dan sürgün süren yerli kimliğinde nasıl direndi Miletos ve de o kimlikte “Avrupa’nin ana kenti” oldu; ilerde yazacağım.

Anayurttan kendi yaratısı özgün mallarıyla birlikte göçmedikleri için, belli ki orada ilkel bir yaşam sürdükleri için, Balkan Yarımadası’nın güneyindeki yeni yurda nereden ve ne zaman geldikleri sorunludur Akha Hellenleri’nin. Tarih sahnesine MÖ 1200 dolaylarında çıkan akrabaları Dor’lar gibi, Yarımada’nın kuzeyinden inen Hint Avrupa kökenli bir Hellen boyudur. Homeros’un İlias’taki “Achaioi” tanımıyla “Akhalar” denir onlara ve bu ad Hitit metinlerinde geçen “Ahhijava” ve Mısır dilindeki “Aqajvasa” ile örtüşür.

Bu gerçeğe karşın; birbirlerine akrabalık bağıyla bağlı derebeyliklerle yönetilen, gerektiğinde birleşebilen Akha kent devletlerinin tümünün, bir tekinin adıyla “Mykenler” olarak yanlış tanımında ısrar, “alışıldı” gibi bilimdışı bir gerekçeye dayandırılamaz. Troia’daki Akha ordularına önderlik eden Agamemnon’un yönetim merkezi Mykenai (Res. 1b. 2b, 6b) olsa da bu tanımı hak etmez. Yaratılarının “Myken” olarak tanımı ise; arkeolojinin bu uygarlıkla ilk kez, 1874’te Troia’dan Mykenai’a geçen H. Schliemann’ın kral mezarlarından çıkardığı, o zamana dek bilinmeyen bir halkın göz kamaştıran olağanüstü yaratıları üzerinden tanıştığı (Res. 7a. b) içindir; bu da olmaz.

A.J. Evans’ın 1899’da bu kez Girit’in en güçlü Beyliği Knossos’ta (Res. 1b. 2a) başladığı kazılar, Mykenai’da “bilinmeyen” uygarlığın Peloponnessos ve Hellas’taki -başka derebeylik merkezlerinden de çıkan- benzersiz nitelikteki yaratılarının biçim ve biçemde, mükemmel işçilikte (Res. 6a. b, 7a-c, 9a) “Girit gibi” oldukları gerçeğini gözler önüne serince (Res. 5a. b, 8a-c, 12a. b), “Hellas’ın uzun süre Girit kolonisi” sanılması şaşırtmazdı. Çünkü içinden çıktıkları MÖ 16.yüzyıl’dan yuvarlak mezarların kendisi de (Res. 4a. b) “Girit” gibiydi. Belli ki Akha uygarlığının “Giritliği”, onların Thera Patlaması sonrası Ada’yı sömürgeleştirdikleri tarihten 150 yıl kadar önce başlamıştı. Mykenai kale kapısı üzerindeki üçgen alınlıkta betimlenen aslanlar da, ortasında Anatanrıça’yı somutuyla simgeleyen “ağaç” sütun da (Res. 6a) ancak bir Giritli ustanın elinden çıkmış olabilirdi. Burada ele geçen fildişi tanrı ailesi kümesinde (Res. 7c), Lakonia’da önemsiz bir Vaphio Beyi’nin mezarından gelen altın kupa’da da (Res. 9a) öyleydi.

Ve Girit’e bağımlılık, MÖ 1450 sonrasında Ada Akha kolonisi olduğunda da artarak sürmüştü. Saray odaları döşemi ve bezemesi ile (Res. 5a. b), duvar resimleri biçim ve biçemi ile (Res. 8a-c), kolları kalkık Anatanrıça tiplemesinin biçimi ve içerdiği tanrısal düşünce ile (Res. 10a-c), çömlekler hem biçimleri ve hem de resimleri ile (Res. 12a. b) o kadar “Girit” gibiydiler ki Peloponnessos yerine Ada’nın herhangi bir yerleşiminden de günyüzüne çıkmış olabilirlerdi. Özellikle de MÖ 1350-1325 arası zamana tarihlenen Mykenai “Agememnon Mezarı”, taş kapı bezemeleriyle o düzeyde “Giritli” vasıflar içermekteydi ki (Res. 6b) Knossos’ta konumlanmış olsa şaşırtmazdı. Belki fark salt düşüncedeydi. Knossos yakınlarındaki bey mezarının tanıtladığı gibi, Girit beyi öldüğünde Anadolu geleneğinde tanrılaşırken, Akha beyi kahramanlaştırılmış olabilirdi. Bey soyuna özel bu tip anıtsal mezarların, Girit’in büyük olasılıkla bindirme tekniğinde “yalancı kubbe” ile örtülen tholos mezarlarından geliştiği (Res. 4a. b) savı bana da inandırıcı gelir.

Bu bağlamda Orta ve Geç Tunç Çağı’ında Girit-Akha-Karia ilişkisi doğrudan Girit kolonisi ve Akha ticaret üssü olan Millavanda üzerinden olabilir mi? Düşünülmelidir. Çünkü Leleg yurdu Halikarnassos Yarımadası Millavanda’nın egemenlik alanı içindedir ve Müsgebi mezarlarından çıkan “Myken” çömlekleri “Miletos ürünüdür”; olasılıkla çevreden gelen yerel öykünme başka mallar da öyledir (Res. 13a-c).

Mykenai’ın “bilinmeyen uygarlığı”, Girit’in Altın Çağı ile örtüşen bir doruk noktasında “köksüz” ortaya çıkmış olamazdı, çünkü Girit MÖ 16. yüzyılda sergilediği bu ihtişama (Res. 3b, 5a, 8a. b, 9b, 10a, 11a, 12a) MÖ 2000 yılı dolaylarında Eski Saraylar Dönemi ile birlikte başlayarak kendi emeği ve yaratıcı gücüyle adım adım yürüyerek ulaşmıştı. Akhaların olasılıkla MÖ 2000 dolaylarında Balkan Yarımadası’na indiklerinde, o topraklarda bin yıl kadar önce Anadolu’dan gelerek tüm Ege’ye yayılan halklar vardı (Res. 1a). Özellikle F. Schachermeyr’ın araştırmalarına göre çömlek biçim ve biçemi (Res.14b) ile ev planlarında (Res. 14a) yansılanan sanatıyla, resimlerinde yansıyan Ana Tanrıça inancıyla (Res. 16a-d, 17a-d), mühürlere kazınan “kimlik” işaretleriyle ve kent adlarında okunan dilleriyle (Res. 15) birlikte taşınmışlardı onlar oraya. A.M. Mansel’in yazdıkları da -birçok başka bilimci gibi- madenin de birlikte taşındığı bir büyük kültür göçünde odaklanır. Sonuçta Akhalar, önceden Anadolulaşmış bir kültür toprağına gelmiş olurlar. E. Tül Tulunay’ın “Pelops’un Gizemi” başlıklı çalışmasında belgeleriyle ortaya koyduğu gibi, önderleri Lydialı Pelops’tur göçerlerin; oraya vardıklarında kendi adıyla Peloponnessos denmiştir sonraki Akha yurduna (Res. 1a); “Ege Göçleri ile anayurt Anadolu’ya geri dönenler onlardı”; Tunç Çağı uygarlığını Anadolu’dan Hellas’a taşıyanlar.

Akhalar oralarda yerlileşen işte bu halklarla kaynaşmış, onların emeğiyle yaratılan kültür ve sanata uyum sağlamış olmalılardı ki varlıklarına tanıklık eden özgün yaratılarına ve sonuçta oralara göçle ne zaman geldiklerine dair belirleyici somut izlere rastlayabilmek mümkün olmamıştır. “Kültür Göçü” olmadan, salt oraya geldiler ve toprağına sahiplendiler diye, MÖ 2000-1500 arası kültür evresine “Orta Hellas Kültürü” demek olmaz; Hellenleri çağrıştırır. Daha yarımadanın güneyine gelmeden, o coğrafyanın MÖ 3. binyıl kültürünü “Erken Hellas” olarak tanımlamak hiç olmaz. Çünkü Hellas, “Hellen yurdu” anlamınadır; bir toprak, gelmeden yurt mu olur? Söz konusu “Hellenler” ise, olurmuş ki eskiçağ bilimi bu tanımda da ısrarlıdır.

İleri bir zamanda “İon kimliği” konusunu işlerken, sözde onların “Attika’dan Anadolu’ya göçen ve sömürgeleştirdiği toprağa adını veren bir Akha soyu” olduğunu tartışırken; MÖ 2000 – 1200 arası Orta ve Geç Tunç Çağı boyunca mülkü olan topraklarda kendine özgü tanımlanabilir bir Hellen sanatını ve kültürünü yaratamayan, bulduğuna ve gördüğüne sahiplenerek başkasının emeğini sömüren bir Akha’yı tekrar konuşacağız. Korfmann öncesi Troia VI ve VIIa kalelerini bir “Akha yerleşimi” olarak tanımlamanın arkeolojik dayanağıydı Troia’da günyüzüne çıkan “Hellas” çömlekleri. Böyle olmadığının bilinmesi için yüz yılı aşkın bir zaman geçecekti; bir de Eski Anadolu’yu iyi tanıyan bir Manfred beklenecekti. Yine de Hocam E. Akurgal 1998’de, “Myken boyalıları yanında Minyas keramiğinin bulunuşu da ancak -Troia VI sakinlerinin- yakın Hellas akrabalığı ile ilgili olsa gerektir” de ısrarcı olacaktı. İzleyen Ege Göçleri’yle kültür ve sanata dair, düşünceye dair, yaşam biçimine dair somut ne getirdi Hellenler birlikte ki, 200 yıl boyu -Hocamın da savunduğu- “Doğu Hellenliği” hak etti o Anadolu toprağı ve halkı? “Atomu parçalamadan zor” olsa da, “önyargıları kırmak” bilimin işidir; illa ki tartışacağız.

Girit’te “Saraylar Sonrası Dönem” ya da “Myken Çağı” olarak tanımlanan MÖ 1450-1200 arası son zaman diliminde Yeni Saraylar Dönemi’nin gerçekçi ve doğal betimleme tarzının bezekselleşmeye ve soyutlaşmaya yönelişini ve böylece bir yozlaşmaya ve ilkelliğe doğru gidiş sürecine girilmesini de (Res. 9a-c, 10a-c, 11a-c, 12a-c) konumuz bağlamında önemsemekteyim. Aslında her kültürde sanatın zamanla çöküş sürecine girmesi beklenen olsa da; ve bu biçeme yöneliş, Girit’te Akha egemenliği öncesinde, ilk Thera Patlaması’ndan sonra, 15, yüzyılla birlikte görülse de; yozluğun “Myken Çağı” ile birlikte anılması ve o çağı tanımlaması, bunu sanatın doğal akışı içerisinde yorumlamaya yetmez. Çünkü özellikle, siyasal ve ekonomik gücün dorukta seyrettiği bir dönemde Akhalar gibi bir haşmetli Deniz İmparatorluğu’ndan beklenen; sanat bağlamında, sömürgesini takip etmek değil, ondan bağımsızca ve kendi emeğiyle kendi özgün sanatını “Girit’in küllerinden” yaratmaktı.

Zenginlik ve refah, Orta Tunç Girit’inde olduğu gibi ve Arkaik İonia’da ve Klasik Atina’da yaşanacağı gibi, her zaman kültür ve sanatta “Altın Çağı” yakalamada belirleyici olmuştur çünkü. Akhalar bağlamında asıl düşündürmesi gereken bu tezattır. Ve özgürlüğünü yitiren Girit bağlamında da örnek olarak; bir İonia’nın Ege’ye her yönüyle Altın Çağı’nı yaşartırken Pers boyunduruğunu kabullenemeyerek gerileme sürecine girmesi, biçim ve biçemde Atina Klasiği’nin takipçisi olması unutulmamalıdır.

Parlak bir çağın ardından bağımsızlığını Akhalara yitiren bir Girit’ten beklenendi, sanatta, yitirilen özgürlüğe ve refaha koşut giden bir çöküş. Çömlekler üzerinde ve özellikle “baharı” evin içine taşıyan gibi gerçekçi duvar resimlerinde olanca doğallığıyla betimlenen manzaralar (Res. 3b) bir yana; hayvan ve bitki örgelerinin oransızlığa ve şekilsizliğe, anlamsızlığa dönüşmeye başlaması bundandır. Örneğin, ahtapotların daha önce tüm gövdeyi doğalıyla saran dinamik kolları önce sayıda ve biçimde abartılarak güçsüzleştirilmiş (Res. 12a-c), sonra kap gövdesini dolanan basit dalgalı hatlarla tanınmaz bir hal almıştır. Soyutlaştırma eğilimi put heykelciklerde kuş başlı bir yozlaşmaya gider; yukarı kalkık kolların kanatlaşmış bir soyut şekil almasına dek varır (Res. 16a-d). Kendi sanatını yaratabilemeyişin çaresizliği içinde bu Girit tarzı, Akha sanatını da sürükler peşinden. Yaratılar Girit’ten midir, ya da Büyük Akha Ülkesi’nin herhangi bir başka yerinden midir; farketmez.

Saraylar Dönemi’nin başlangıcında Girit, hiyeroglif yazısını bile Mısır’da olandan farklı yazarken; kendi yazısını yaratma çabası içinde emek verirken; Akhalar Knossos’a sahipliğin ardından Linear B çizgi yazısını bile Girit’in Yeni Saraylar Dönemi’nde gelişimini tamamlayan Linear A’sından türetirler ve onu yalnızca ticari hesaplar ve mal varlığını listelerle kayıt altına alma gibi basit şekliyle kullanırlar. Ege ve Doğu Akdeniz ticaretine egemen bir dünya devletinin kültür ve sanatını en güçlü zamanda bile başka halkların emeği üzerine oturtması, onunla birlikte çöküşe geçmesi, yani bir kültür erozyonu yaşanırken “efendinin, kölesine” uyması, tabiatında yaratıcılığın olmayışıyla açıklanabilir.

Bu nasıl bir “her şeye kadir Hellen” masalıdır ki dünya insanının “İncil’den sonra en çok okuduğu” bir İlias Destanı’nın varoluş nedenini bile; kökende yazısını bile yaratamayan ve Girit’ten öğrendiğiyle de salt envanter kayıtları tutma düzeyinde kalan bir “Akha kültürüne” bağlama çabası vardır. İnanması zordur, ancak; kanıtını, Homeros diliyle “MÖ 15. ile 13./12. yüzyıl Akha Hellencesi’nin Linear B- dili arasında benzerliklerde” arayan eskiçağ bilimciler az değildir.

Akha kültür ve sanatının her alanında yaşanan bu paradoksal hali “Uygarlık Anadolu’dan Doğdu” kitabının 27. yaprağında şöyle tanımlamışım: “Başka halkların kültürel ve sanatsal yaratılarına ‘sahiplenme’ ve emeğini ‘sömürme’ Hellen halklarının tabiatında vardır ki bu gerçeği en somutuyla Ege Göçleri öncesi Geç Tunç Çağı’nın güçlü Akha Hellenleri sergiler…Genelde bilinen ve tartışmasız kabul gören Girit/Akha ilişkilerindeki bu olgu, yani aslında Girit’in MÖ 1450 dolaylarından başlayarak bir Hellen kolonisi olmasına karşın, etkiyi ‘veren’ tarafın yine de Girit olması gerçeği; arkeolojinin gündemine hiç getirilmemiş olsa da, izleyen Erken Demir Çağı’nın İon/Dor kültür ve sanat ilişkilerinde benzeriyle yaşanandır da”.

Ve devam etmişim: “İki uygarlığın, Girit’te Minos ve Hellas’ta Myken uygarlıklarının, özdeksel kalıntıları arasında benzemeyen salt savunmaya yönelik mimari döşemlerdir. Bu ilişki zaten beklenemezdi, çünkü Girit barışçıydı; korunma amacıyla tepelere yerleşen Akhaların (Res. 2b) örnek alacakları bir kale, bir sur yoktu Ada’da (Res. 2a). Ve Akha Hellenleri bunu da emekle yaratma ‘zahmetine’ katlanmayacaktı; çünkü bu yönde gereksindikleri her döşemi kendileri gibi savaşçı bir başka büyük uygarlıkta mükemmeliyle hazır bulacaklardı”. “Myken tipi bir Megaron da, şimdiye dek Knossos’ta bulunmamıştı”; saraylarının odağındaki megaronları da -biçimi ve de işleviyle bir arada- orada hazır bulacaklardı Akhalar. “Orası” neresidir? Bu da bir sonraki yazının konusu olsun!

Eleştirel bir gözle sorgulayarak, bilime katkı vermeniz dileğiyle…

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER