Anadolu'nun Kayıp Dilleri

Eski Anadolu’da arkalarında çeşitli izler bıraktıkları halde kaybolup gittikleri söylenebilecek çeşitli halklar vardır. Bunların bazılarını epigrafik buluntulardan, bazılarını eski Hellen, Roma, Asur ve Pers kaynaklarından biliyoruz. Anadolu’nun bu tarihi evresinde yazılı kültüre geçen halkalrın ancak bir bölümü kendilerine özgü yazı sistemleri kullanmışlardır. Frigler, Lidyalılar, Likyalılar, Karyalılar ve Sideliler kendi kültür kimliklerinin tanınmasına olanak sağlayan yazı sistemleri kullanmışlardır.

Yeni Saray’ın hemen batısında yer alan bu yapı, Büyük kral I. Argişti’nin anıt mezarıdır. Literatürde “Hor Hor Mağaraları” adıyla tanımlanır. Güneye bakan cephede, “Hor Hor Yazıtları” olarak bilinen kralın yıllıkları vardır. Fotoğraf : Taner Tarhan

Eski Anadolu araştırmalarının tarihi, Hititlerin keşfinden ve Hititçenin çözümlenmesinden önceki zaman dilimlerine kadar gider. Avrupalı Oryantalist ve seyyahların Osmanlı topraklarındaki keşifleri 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren Mısır, Sümer, Asur ve Babil gibi büyük Eskiçağ uygarlıklarının tanınmasına yol açmıştır. Anadolu hakkındaki gözlemleri ise Haçlı seferlerine kadar uzar. Bu seferlerde özellikle Hıristiyanlık tarihinin izleri aramışlardır. Hıristiyanlık tarihi araştırmaları daha sonra eski Hellen ve Roma araştırmalarına dönüşmüştür. Hellen ve Roma uygarlıklarına yönelik tarihi coğrafya çalışmaları Anadolu’da Hellen ve Roma uygarlıklarıyla açıklanamayacak pek çok yabancı kültür katmanının tanınmasının önünü açmıştır. Anadolu’nun yerel kültürlerinin yazılı izleri Asur Ticaret Kolonileri Çağından Roma İmparatorluk Çağının sonlarına kadar takip edilebilmektedir.

Anadolu’nun “Birinci Binyıl Evresi” olarak tanımlanan, genel olarak Demir Çağının başlangıcından Roma İmparatorluk Çağının sonlarına kadar süren dönemi, pek çok açıdan “İkinci Binyıl Evresinden” farklılık gösterir. En belirgin farkı, belge türü ve dil çeşitliliğidir. Ayrıca kültür ve etkileşme katmanlarının dinamikliği, zaman zaman muhafazakâr ve devingen özellikler gösteren yapıların çokluğu dikkat çeker. 1. binyıl Anadolu'su yazı, dil ve halk eşleştirme tartışmalarının sıklıkla gündeme geldiği bir sahadır ve kültür-tarihsel arkeolojinin oldukça ilgi çeken örnekleriyle doludur.

Hattuşa’da Nişantepe’nin doğusunda yer alan Güneykale Anıtı Boğazköy Çorum © Aykan Özener

Eski Anadolu’da arkalarında çeşitli izler bıraktıkları halde kaybolup gittikleri söylenebilecek çeşitli halklar vardır. Bunların bazılarını epigrafik buluntulardan, bazılarını eski Hellen, Roma, Asur ve Pers kaynaklarından biliyoruz. Anadolu’nun bu tarihi evresinde her kültür veya halk grubu ne yazık ki yazılı kültüre geçmemiştir. Yazılı kültüre geçenlerin ancak bir bölümü kendilerine özgü yazı sistemleri kullanmışlardır. Frigler, Lidyalılar, Likyalılar, Karyalılar ve Sideliler kendi kültür kimliklerinin tanınmasına olanak sağlayan yazı sistemleri kullanmışlardır. Bu yazı sistemleri dahi çeşitli çözümleme sorunlarıyla doludur. Bazıları ise çevresel kültür ve siyaset etkileşimlerinin sonucu olarak yerel veya daha baskın kültür gruplarını temsil eden Fenikece, Aramice ve Hellence gibi yazı sistemlerinin içinde kalmışlardır. Bu grup halklar hakkında nispeten daha fazla bilgimiz vardır. Hakkında hemen hiçbir şey bilmediğimiz halklardan geriye birkaç yazıt veya yazıt parçacığı kalmıştır. Bu nedenle bir dili çözümleme ve bir halk grubuyla eşleştirme çalışmaları zaman zaman karmaşık bir görünüm sunar. Bunların belirli yöntemler çerçevesinde açıklanması gerekir çünkü bu çağlarda kültür, halk ve dil eşitliği her zaman doğru orantılı ilerlememektedir.

Başlangıç noktası olarak bir dilin kaybolmasının bir halk grubunun veya kültürün kaybolmasıyla yöntemsel açıdan aynı şey olmadığını belirtmek gerekir - dil çözümleme normlarına göre çözümlenmediği sürece, bir tür sistem gösteren soyutlamadır. Bir dilin kaybolmasıyla bir kültürün kaybolması birbirinden farklı şeylerdir ve farklı durumları işaret ederler: Örneğin Etrüskçe ve Etrüskler veya Frigce ve Frigler. Bunlar kayıp diller grubunda yer almaktadır çünkü çözümlenememiş, dil özellikleri pek çok yönüyle anlaşılamamıştır ancak bu uygarlıkların kültür ve siyasi hayatı hakkında konuşabileceğimiz pek çok husus bulunmaktadır. Eski Hellen ve Latin kaynaklarında bu uygarlıklardan pek çok yönüyle söz edilmiştir, ayrıca arkeolojik kazı çalışmaları da oldukça çok sayıda ürün vermiştir. Bütün bunlardan yola çıkarak örneğin Frigya (Phrygia) tarihi, kentleri, kralları, efsane ve inançları, sanat eserleri, keramiği ve mimarisi hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler derlenebilir. Hatta Frig alfabesinin kökeni, Frigcenin Hint-Avrupa karakteri, Hellence ve Persçeyle ilişkileri hakkında da pek çok yorum yapılabilir. Bu örnekte uygarlık ve kültür modeli tanımlı, hatta oldukça tanımlı bir görünüm sergilerken dil özellikleri hakkında suskun kalınmaktadır. Bu nedenle Frig dilinde yazılmış bir stelin içeriğini anlamak konusundaki bilgilerimiz Frig mimarisi ve keramiği konusundaki bilgilerimize oranla daha sınırlıdır. Burada dil ve kültür arasındaki ilişkinin önemli bir yanını daha hatırlatmak gerekir. Bu da yazının kendisidir. Yazı temel olarak bir kültür ürünüdür ve kültürle özdeşleşir. Yazı ve dil ise varoluşları ve temsil ettikleri alanlar açısından aynı şey değillerdir. Bunu örneğiyle açıklamaya çalışacağız. Bu aşamada yazı ve kültür arasındaki ilişkinin belirli bir uygarlık tipini açıklamak açısından birbirini destekleyen doğru orantılı bir yapı oluşturduklarını saptamak gerekiyor. Bir Frig kaya mezarına baktığımızda üzerinde Frig yazısıyla kaydedilmiş bir kitabe bulunduğunu görürüz. Mezar tipiyle yazı türü arasındaki örtüşme bizi üzerinde bir kitabe bulunsun veya bulunmasın benzer mezar türlerini Frig kültürüyle eşleştirmeye götürür. Tersi bir durumda da bu eşleştirme olanağı vardır. Örneğin; mezar tipi bilinen, yaygın örneklerden bir tanesi olmasın ancak üzerinde Frig yazısıyla kaydedilmiş bir kitabe bulunsun. Salt kitabe nedeniyle bu mezar türü de Frig kültürü alanında kendine bir yer edinecektir. Bu eşleştirme olanağı bize “kültür” adını verdiğimiz alanın içeriği ve sınırlarını tanıma/belirleme konusunda veri sağlar. Bununla bir uygarlık biçiminin varoluş katmanlarına bakabiliriz.

C. Texier tarafından çizilen gravür (Texier 1839: lev.59) Frig Kaya Mezarı, Yazılıkaya - Midas

Vak’a, bir kültür ürünü olarak yazıyla dil arasındaki ilişki her zaman Frigya örneğinde olduğu gibi birbiriyle örtüşmez. Yazı, mimari, keramik ve benzeri kültür ürünlerinin benzerliğinden her zaman dilin de bu kültür alanına ait olduğu sonucu çıkarılamaz. Frig modelinin bir benzerini şimdi Likya’da da oluşturalım. Likya’da tıpkı Frigya’da olduğu gibi kendi coğrafyasının geniş bir bölümüne yayılmış çeşitli türde kaya mezarları vardır. Bu kaya mezarlarının üzerinde zaman zaman Likya’ya özgü bir yazıyla kaydedilmiş Likçe kitabeler bulunur. Bu alanda da yazı ve dil, kültür ve halk tanımları arasında ısrarlı bir örtüşme olduğu söylenebilir. Likçenin Frigceden farkı hem yazı hem de dilin çözümlenmiş olmasıdır. Bu nedenle Likya dili, yazısı, sanatı, mimarisi, keramiği, inanç sistemi hakkında ciltler dolusu konu anlatılabilir. Ama aynı Likya’da başka bir tuhaflık daha vardır. Kaş’ta Uzun Çarşı yokuşunun başındaki Aslanlı Lahit ile Ksanthos’taki tiyatronun yanı başında bulunan dikme anıtın C ve D yüzleri bilinmeyen bir dilde kaydedilmiştir. Bu dile kimileri Likçe B, kimileri de temelsiz olarak Milyaca derler. Yazı/dil ve kültür/halk ilişkileri açısından ele alındığında anıt türünün klasik Likya anıt türüne, yazının da klasik Likya yazısına ait olduğunu belirtmek gerekir ama dili Likçe değildir. Bu kitabelerin okuyucusu olan insanlar, sanatlarını tıpkı Likyalılar gibi icra etmişlerdir. Onlarla aynı yazı türünü kullanmışlardır. O halde bölgede bu dili yazan, okuyan ve konuşan bir halk varsa, bu halkı bütün Likya coğrafyası içinde neyle ayrıştırabiliriz? Bunların keramiği nedir? Mimarisi nedir? Sanatı nedir? Temel olarak sözü edilen kitabeler dışında bu halk grubuyla özdeşleşen başka bir kültür tanımı bulunmamaktadır. Bu durum bize kültür ve dil arasındaki ilişkinin Frigya modelinde olduğu gibi örtüşen bir paralellikle işlemediğini açıkça göstermektedir. Anadolu’da bunun başka örnekleri de sıralanabilir. Örneğin Pisidya’daki (Pisidia) Timbriada yazıtları da Hellen kültürü özelliklerini gösterir. Yazıları dönemin Hellen yazısı, mezar stelleri ve kabartmaları da dönemin yaygın stel ve kabartmalarıdır ama dilleri Hellence değildir.

Yazının bir kültürü veya halk grubunu tanımlama konusundaki belirleyici olmayan yönü onun hem eklektik hem de muhafazakâr yapısından kaynaklanmaktadır. Eklektiktir; çünkü belirli bir yazı türünü kullanmaya karar vermiş bir toplum bunu bilinen diğer yazı sistemlerden alıp kendi dili için uygulamaya koyabilir. Örneğin Selçuklu Türk Beylikleri döneminde mektuplar, anıt kitabeleri, mezar taşları ve benzerleri uzunca bir süre Farsça ve kısmen de Arapça olarak kaydedilmişlerdir. Eğer elimizde Selçukluların hangi kökenden geldiklerine dair bilgiler olmasaydı, sadece kitabelere bakarak bu dili kullanan insanların İranlılar veya Araplar oldukları sonucuna varacaktık. Anadolu Eskiçağında da buna benzer örnekler vardır. Birinci Binyılda çeşitli halklar için yazışma aracı olmuş en yaygın yazı sistemleri Fenikece, Aramice ve Hellencedir. Bunların her biri kendi çağlarında “global” bir kimlik kazandıkları için Anadolu’ya girmişlerdir. Aslında, özellikle Roma İmparatorluk çağında yaygınlaşmaya başlamış Süryanice ve Sardis’teki İbranca yazıtlar dışında Anadolu’da Sami dili konuşup yazmaya müsait bir nüfus yapılanması yoktu. Geç Hitit Şehir Devletleri çağında Sam’al ve Que krallıklarında Fenike yazısı ve dilinin kullanımına yönelik bir eğilimin varlığı yazıtlarla belgelenmektedir. Ünlü Kilamuwa, Kuttamuwa, Karatepe, Çineköy, Hassan Beyli ve Cebel Reis gibi kitabelerde Fenike kültürünün baskınlığı her yönüyle belirlenmektedir. Bu kitabeler yerli halk olan Luviler tarafından kullanılmış ve kayda geçirilmişlerdir.

Ksanthos’ta bulunan Payava Lahdi’nden detay British Museum

Diğer bir Batı Sami dili ve yazısı olan Aramice, Persler aracılığıyla Anadolu’ya girmiştir. Persler Anadolu’yu ele geçirdikten sonra kendi ülkelerinde olduğu gibi yazışma aracı olarak çivi yazısını değil, Aramiceyi kullanmışlardır. Aramice belgeler temel olarak Pers kökenli yönetici ve ahaliye hitab ediyordu. Bu türden anıtlara Kesecik Köyü, Limyra ve Daskyleion belgeleri örnek gösterilebilir. Bu yazıtlarda geçen şahıs adları sıklıkla Pers, daha seyrek olarak da Sami kökenlidir çünkü o çağda İran’da yaşayan Yahudi nüfusu oldukça kalabalıktı ve bunlar Pers ordu ve yönetiminde hizmet veriyorlardı. Bu türden anıtlar yapısal olarak bir halk ve kültür grubunun ürünü değildir. Bunlar okur-yazar varlıklı bireylere ait anıtlardır. Diğer yandan Sardis’teki Lidce-Aramice ve Letoon’daki Likçe-Hellence-Aramice kitabelerde devlet gücünü temsil etmek amacıyla Aramice kullanılmıştır ancak bu dil ve yazının Kilikya’daki kaya mezarları üzerinde bulunuşunun nedeni farklıdır. Kilikya’da yerli halk bu yazı sistemini ve dili kullanmıştır. Kilikya’ya özgü bir dilin varlığından emin bir şekilde söz edilememektedir ancak yazıtlarda geçen şahıs adlarının analizinden bunların Luvice etimoloji bilgisiyle açıklanmaya uygun oldukları anlaşılmaktadır.

Hellence ve Aramicenin Anadolu’da yaygın bir şekilde bilinmesinin yerli halklar üzerindeki etkisi çeşitli yazıt gruplarından da anlaşılabilir. Bunu yakın çağda İngilizce ve Fransızcanın Afrika halkları üzerindeki etkisine benzetebiliriz. Anadolu’da bu türden örneklerle karşılaşıyoruz. Greko-Arami denilen çift dilli belgelere Niğde yakınlarındaki eski Pharasa, bugünkü Çamlık, ve Sivas’ın Kangal ilçesi yakınlarındaki eski Akçe Kale’de rastlanmaktadır. Bunlar ne Persler ne de Hellenler tarafından yazılmışlardır. Kim olduğunu bilmediğimiz bir halk grubu tarafından Aramice ve Hellence olarak çift dilde kaydedilmişlerdir.

Akçe Kale ve Pharasa anıtları bize belirli bir dil ve yazının belirli bir halk grubuyla eşleştirilmesinin sanıldığı kadar kolay olmadığını gösterebilir. Anadolu’da aynı yazı sistemlerini kullanmış ayrı dillere ait örnekler vardır. Bunun en bilinen örneği Likya’daki Likçe B veya Milyaca adı verilen dildir. İlk olarak bir dil veya halk grubuna bir ad vermenin, kendi belgelerinde kendilerini nasıl adlandırdıkları belirlenmemişse ve başka metin gruplarınca bu doğrulanmamışsa, bir koşullandırma yaratmaktan başka bir işe yaramadığını ısrarla belirtmek gerekir. Buna paralel başka bir örnek de literatürde Misya (Mysia) diliyle tanımlanmak istenen yazıtlardır. Kütahya Tavşanlı yakınlarındaki Üyücek’te bulunmuş olan bir yazıtta Frig kökenli yazı sistemi varyantla kullanılmıştır. MÖ 5-3 yüzyıllar arasına tarihlenen yazıt, Hellen ve Roma kaynakları temel alınarak Misya'nın yerli halkının yazısı olarak kabul edilmiştir. Strabon’a göre bunların dili Frigce ve Lidcenin bir karışımıydı. Buna karşılık Athenaeus göre de Misyalıların dili bir Trakya halkı olan Paeonialıların diliyle akrabaydı. Bugün literatürde bazı kimseler bu yazıtın dilini Frigcenin bir lehçesi olarak da yorumlamaktadırlar ancak gerçek şudur ki, bu yazıtın dili ne yerli Misyalıların dilidir, ne de bir Frig lehçesidir. Her hangi birini kabul etmemizi sağlayacak bir kanıt bulunmaktadır.

Aphrodisias Fotoğraf :  Mesut Ilgın

Anadolu Eskiçağında bilinen, okunabilen yazı sistemine rağmen dili anlaşılmamış anıtlara tipik örnek İskenderun yakınlarında bulunmuş olan Ördek Burnu anıtıdır. Bu anıtın eski yayınlarda bir resmi ve transkripsiyonu verilmiştir ancak bugün nerede olduğu bilinmemektedir. Bu anıtta kullanılan yazı, Aramicedir, ancak dili bilinen dil ailesi sistemleriyle benzeşmemekte ve bu nedenle çözümlenememektedir. Bu tür bir dili kullanmış olabileceği tartışma konusu edilebilecek insanlara ilişkin her hangi bir referans da bulunmamaktadır.

Zaman zaman bilinen yazı sistemlerinin çeşitli modifikasyonlara maruz kaldığı anıt türleri de Anadolu’da bulunmaktadır. Bunların tipik örnekleri arasında Sardis’ten Havra yazıtı ile Köprülü Kanyon yakınlarındaki Değirmenözü yazıtları gösterilebilir. Bu kitabeleri kayda geçirmiş insanlar hakkında hiç bir fikrimiz bulunmamakta, dillerinin yorumlanması konusundaki bütün çabalar boşa çıkmaktadır.

Teknik olarak bugün diller arasındaki akrabalık ilişkilerinin incelenmesi alanının oldukça ilerleme göstermiş olduğu kabul edilse de, Eskiçağ’da da modern çağda da dilleri belirli bir gruba girmeyen pek çok örnek sıralanabilir. Eskiçağ’da durumun bilinemez olması şaşırtıcı değildir ancak kültür-tarihsel arkeoloji için durum sıkıntı vericidir çünkü bunlar temel buluntu türlerinin dışında kalan muammalar olarak kabul edilmektedirler. Bu türden muammalar, özellikle MÖ 6. yüzyıla tarihlenen keramik parçaları üzerindeki yazıtlarda da görülebilir. Örneğin; Aphrodisias, Sardis, Perge, Stratonikeia ve benzeri kentlerde ele geçen erken dönem buluntuların üzerindeki yazı ve dil sistemleri bilinemez ve okunamaz kabul edilmişlerdir. Bu türden muammalar Bodrum’da bulunduğu sanılan ünlü von Grotthus tabletiyle karakterize edilebilir. Bu türden buluntuların üzerindeki yazı ve dillerin sistematikliğini doğrulayabilecek başka belgeler, ne yazık ki, henüz mevcut değildir. O nedenle bir kültür alanı içersinde yaratıldıkları halde bu eserleri bilinen bir kültür ve uygarlık tanımı içinde ele alma ve tanımlama olanağı yoktur.

Epigrafi buluntuları dışında bir halk veya dil grubunun kaybolup gitmiş olabileceği hükmü Hellen ve Roma Dönemi edebi kaynaklarında da görülebilir. Eski Hellen tarihçi ve coğrafyacılarının bize aktarmış olduğu çeşitli dillere ve halk gruplarına ilişkin referanslar, ne yazık ki, sıklıkla doğrulanamamaktadır. Onların Karca, Frigce ve benzeri dillere ait olduğunu öne sürdükleri pek çok sözcüğün bugün bu dillere ait olmadığını tespit edebilecek durumdayız. Yine de bu kaynaklarda belirtilen Bitinya (Bithynia), Likaonya (Lycaonia), Paflagonya (Paphlagonia), Kapadokya (Kappadokia), Kilikya (Kilikia) ve benzeri bölgelerde konuşulmuş dilleri bugün kayıp saymak durumundayız.

Kaybolup gitmiş insanlardan ve dillerden bize geriye kalanların izlerini sürebilecek başka izler belki vardır. Özellikle Hellence belgelere yansımış olan pek çok şahıs ve yer adının kökeni olasılıkla henüz hakkında hiç bir şey bilmediğimiz dillere aittir. Çoğunlukla bunları Luvi etimoloji bilgisiyle açıklama yanılgısı çok yaygın görünen bir durumdur. Örneğin; Kaunos kent adı... Bu ad bize Hellence kaynaklardan kalmıştır. Yerli halklar, yani Likyalılar ve Karyalılar, bu kente Khid(e) adını veriyorlardı. Kaunos adı ne Hellence ne Luvice ne de Hititçe etimoloji bilgisiyle açıklanmaktadır. O zaman bu sözcüğün ait olduğu dil alanı nedir? Bu dil kime aittir? Bunu kesin olarak bilemiyoruz. Şahıs ve yer adlarından belirli dillere ait izlerin sürülebileceğine başka bir örnek de yakın zamanlarda yayınlanmış Akadça bir tablettir. Tablette kökeni ve adı bilinmeyen bir dile ait izler tespit edilmiştir. Hellence belgelerde yerli Anadolu kökenli olduğu kabul edilen şahıs adlarının arasında da kökeni tam olarak tanımlanamayacak pek çok isim vardır.

Alinda,  Euromos Anıtı  Karya

Sonuç, aslında Anadolu Eskiçağının şu veya bu evresinde ortaya çıkmış kültür katmanlarını iyice bilmediğimizin ortaya çıkmasıdır. Geriye kaybolup gitmeye ilişkin bir hüküm vermek kalıyor. Bu halklar, insanlar, diller, yazılar nasıl oldu da kaybolup gittiler ve bugün bizler onlar hakkında hiç bir şey söyleyemiyoruz? Cevabı yine Eskiçağdan almak durumundayız. Bugün hakkında bilgi sahibi olduğumuz diller çift dilli oldukları için koruna gelmişlerdir. Bir daha geri dönmemek üzere kaybolup gidenler monolingual diller ve kültürlerdir.

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER