Antik Çağların Öngörülemeyen Trajedileri

Doğal Afetler ve Doğal Çevre Değişimleri

Acaba dengesini hızla bozduğumuz doğanın yeni bir yaptırımıyla mı karşı karşıyayız? Tüm insanlık olarak bugün öngöremediğimiz bir felaketi mi yaşıyoruz? Bir değişim yaşadığımız muhakkak. Kendini ve küresel çevreyi tanıyanlar, bilimsel bilgiye, akla ve doğal çevrenin işleyişine uygun bir yeryüzü yaşamı kurgulayanlar hayatta kalacak. Bu tekamülün bir parçası. Aslında felaket olarak bildiğimiz olaylar mutlu bir dünyanın ve daha aydınlık şafağın habercisi. Geleceğin dünyasını yetenekli bilgili ve sağlıklı insanlar, toplumlar inşa edecek.

Laodikeia Antik Kenti, AA Fotoğraf Yarışması. Fotoğraf ©Mehmet Çakır

Bin yıllardır insanoğlu yeryüzünü kendi ihtiyaçları ve emelleri doğrultusunda tüketip kullanmakta, biçimlendirmeye ve hatta değiştirmeye çalışmaktadır. Ancak zaman zaman unutulan şey doğanın kendine has bir işleyişinin, yasalarının, her ortamın kendine özgü koşullarının olduğudur.

Hatta daha önemlisi, her bir doğa öğesinden her insanın ve her canlının hakkı vardır. Doğa bazen hızlı bazen de yavaş bir şekilde “afet” dediğimiz felaketlerle bunu defalarca hatırlatmaya çalışır: “Doğru kullan, akıllıca yaşa” diye. Lokasyonu, denizleri, ırmakları, toprakları, iklimi ve diğer cömert olanakları ile yeryüzünde ders verici bu gibi olayların yaşandığı özel coğrafyalardan biridir Anadolu. İlkçağ Anadolu uygarlıklarının en önemli özelliği coğrafyanın imkanlarından ve ülkenin doğal potansiyelinden en iyi şekilde yararlanma prensiplerinin belirlenmiş olmasıdır.

Nitekim Hitit, Urartu, Frig, Lidya ve diğer Antik Çağ uygarlıklarının Anadolu toprakları üzerinde ortaya koydukları coğrafi modeller, onları izleyen toplumların bu topraklar üzerinde ne yapmaları ve doğal ortamdan nasıl faydalanmaları gerektiği olmuştur. Anadolu’nun eskiçağ ve ilkçağ uygarlıkları, her şeyden önce bu coğrafyanın çok iyi bir tarım sahası olduğunu öğretmiştir bize. Doğu koşulları ise kararsız ve güvensizdir. Bu çağlarda ortaya konan prensiplere uymayan toplumların gelişme ve yaşama şansı olmamıştır.

Küçük Menderes MÖ 600 ve 400 arasındaki kıyı şeridi (Kaystros) deltasının gelişimini ve arkeolojik lokasyonları gösteren jeomorfolojik harita (Brückner, H., Herda, A., Kerschner, M., Müllenhoff, M., & Stock, F. (2017).

Anadolu’nun özellikle batı ve güney kıyıları Klasik Dönemde oldukça güçlü ve zengin uygarlıklara ve bunların görkemli, işlevsel, zengin kentlerine sahne olmuştur. Her biri, bereketli Anadolu coğrafyasının denizlere ve batı dünyasına açılan birer kapısı niteliğinde olan Troia, Ephesos (Efes), Miletos (Milet), Patara gibi önemli liman kentleri, gittikçe gelişiyor ve zenginleşiyordu. Bu liman kentlerinin hinterlandında ise yine çevrelerindeki verimli coğrafyanın eseri olan kentler kurulmuştu.

“Troya çevresinin son 6000 yılda kıyı değişimi ve jeomorfolojik gelişimi (İlhan KAYAN, Arkeoloji, Jeoloji, Coğrafya-Yeni Bir Yaklaşım: Jeoarkeoloji, Toplumsal Tarih : Cilt 18, Sayı 101, Sayfa 64-66, Mayıs 2002).

Tüm bu zengin ve ihtişamlı kentlerin ve Klasik Dönem batı- güney Anadolu uygarlıklarının en büyük çekincesi kuşkusuz bölgenin tektonik özelliklerinden kaynaklanan ve sürekli yaşanan, büyük yıkımlara neden olan depremlerdi. Strabon ve Plinius gibi yazarlarca Marmara kıyılarındaki ilk koloni kenti olarak tanımlanan ve Mysia bölgesinin önemli yerleşim merkezi olan Kyzikos (Belkıs ya da Balkız), Kapıdağ’ın başlangıçta bir yarımada iken, açılan bir kanalla adaya çevrildiği anlaşılan boyun kısmında kurulmuş önemli kentlerden biridir.

Troya Antik Kenti ve ovası, Fotoğraf: Aykan Özener

Ilıman iklimi, çevredeki dağların orman varlığı, yörenin topraklarının verimliliği, otlakların zenginliği, balıkçılık, ulaşım açısından Marmara kıyılarının avantajları, gemilerin her mevsim barınmasını sağlayacak doğal limanlar… Bunlara bağcılık ve şarapçılık, ipekböcekçiliği, zeytincilik gibi faaliyetler de eklenince ticaretin gelişmesi ve Kyzikos’un önemli bir yerleşim merkezi olması kaçınılmazdı. Ancak 943 depreminde kentin yarısı yerle bir oldu. 1063’deki ikinci bir depremle kentin tümü yıkıldı ve insanlar göç ettiler.

Strabon’un Geographika adlı ünlü eserinde anlattığı Hierapolis ‘kutsal kent’i, insanlara sağlık ve mutluluk bağışlayan şifalı sıcak suları olan bir yöredeydi. Ancak, sık sık deprem gibi doğal afetlerden etkileniyordu. MS 17’de Tiberius döneminde böyle bir felaketi yaşadı ve yerle bir oldu. Hierapolis’in güneyinde kurulan Laodikeia, Apollon Tapınağı’yla bir kehanet noktası olduğu dönemlerde, doğu ve güneyden gelen ticaret yollarının birleştiği bir kavşak olma özelliğiyle ve yakınındaki sıcak şifalı su kaynaklarıyla Hierapolis’in bir termal tedavi merkezi olarak önem kazanmıştı.

Hierapolis Antik Kenti. Fotoğraf ©İsmail Yıldız

Ege kıyılarının en uzaktaki ticaret merkezi olan Laodikeia, İmparator Tiberius zamanında Roma egemenliğindeki önemli kentlerden biri oldu. 76-138 yılları arasında yaşamış olan İmparator Hadrianus döneminde ise Asya’nın metropolisi olarak tanımlanmıştı. Roma İmparatoru Neron döneminde çok şiddetli bir yer sarsıntısı olmuştu. Çok sayıda insan hayatını kaybetmiş ve kent yerle bir olmuştu. Tekrarlayan depremlerin etkisiyle Laodikeia halkı, çok sevdikleri kentlerini terk etmiş ve çevredeki köylere, kasabalara yerleşmişlerdi. Laodikeia giderek bir harabe halini almıştı. Tarihin ilk Philadelphia’sı sık ormanlarla kaplı Tmolos Dağı (Bozdağlar)’nın kuzey eteklerinde kurulmuştu. Bu geniş ova, özellikle tarım ürünleri açısından son derece verimli idi. Kogamos Çayı (Alaşehir Deresi), içinden geçtiği ovanın topraklarını cömertçe suluyordu. Bu verimli ova kenarında kurulmuş olan Philadelphia, aynı zamanda ilkçağın önemli bir ulaşım güzergahı üzerinde yer alıyordu. Ancak, Coğrafyacı Strabon, Philadelphia’yı “Depremler Kenti “ olarak anmaktadır.

Küçük Menderes (Kaystros) havzasının önemli bir kenti olan Tiral, Güme Dağları’nın eteğinde, konumu, doğal güzellikleri ile Ege’nin iç kesimlerinin elverişli imkanlarından faydalanan, zengin su kaynakları sayesinde bağları ve bahçeleri ile bir cazibe merkezi idi. Tiral’ın bağ ve bahçeleri Ephesoslu varlıklı ailelerin tercih ettiği bir yazlık, mesire-sayfiye alanı olma niteliği kazanmıştı. Ephesoslu zenginler, mülk sahipleri ya da üst düzey bürokratlar, komutanlar yörede bahçeli köşkler ve mermerden saraylar yaptırmışlardı. Tiral, neredeyse Küçük Menderes Havzası’nın ikinci büyük kenti olmuştu.Büyük Menderes Deltası’nın Jeomorfolojik gelişimi ve kıyı çizgisi değişimi (Brückner, H., Herda, A., Kerschner, M., Müllenhoff, M., & Stock, F. (2017).

Fakat yer sarsıntıları Tiral’ı da rahat bırakmadı. MS 260 yılında çok şiddetli bir deprem kenti yerle bir etti. Ege Denizi kıyısında Çeşme ilçesinin Ildırı köyünde bulunan Erythrai antik kentinin geçmişi MÖ 3000’lere uzanır. Erythrai “özgürlükler kenti” olarak bilinirdi. Dağlardaki ormanlardan sağladığı kerestesi, şarap yapımında kullanılan üzümü, keçileri ve Akdeniz kıyılarındaki kentlere satılan değirmen taşları da kent halkına büyük bir gelir getiriyordu. Ancak MÖ 1. yüzyılda Erythrai’yi depremler tahrip etti. Doğal afetlere savaşlar da eklenince kentin gelişmesi durdu ve çöküş başladı. Bizans Döneminde eski kentin yerinde artık bir köy kalmıştı.

Efes (Ephesus) antik kenti, Artemis Tapınağı, AA Fotoğraf Yarışması Fotoğraf ©Mehmet Öztürk,

Nysa antik kenti Büyük Menderes ovasının yamaçlarında (Sultanhisar yakınlarında) “tmolos” depoları üzerinde kurulmuştu. Nysa’nın coğrafi konumu çok elverişliydi. Verimli topraklarda incir, üzüm, nar, zeytin ve pamuk gibi çok çeşitli ürünler yetiştiriliyor, Aydın Dağları’nda hayvancılık yapılıyordu. Önemli bir ticaret yolu üzerinde yer alması nedeniyle Nysa büyük bir tarım ve hayvancılık ürünleri toplanma ve dağıtım merkeziydi. Fakat kent giderek önemini yitirdi ve özellikle çok yıkıcı depremlerin etkisiyle sönükleşti, sonunda bir köy durumuna düştü.

Tüm bu yaşanan deneyimler nedeniyle Antik Çağ uygarlıkları kentlerini alüvyon zeminlerden uzak kayalık sırtlara inşa ettiler. Bunlar deneyimleyerek yaşadıkları doğal çevre felaketlerine karşı aldıkları önlemlerdi. Ancak bu insanların hesaba katmadıkları, defalarca tekrarlanarak yaşayamayacakları sessizce işleyen yeryüzü gerçekleri vardı: Epirojenez, alüvyal boğulma, akarsu aşındırma ve biriktirme süreçleri…

Latmoz Körfezi ve Büyük Menderes Deltası’nın değişimini gösteren harita (Wilson, M., 2013, ‘The Ephesian elders come to Miletus: An Annaliste reading of Acts 20:15)

Görünürde oldukça iyi korunmuş koy ve körfezler üzerinde kurulmuş bu görkemli liman kentleri, Batı Anadolu’da birbirine paralel olarak doğu-batı doğrultulu uzanan sıradağlar arasında geniş verimli alüvyal toprakları sulayan Skamander (Karamenderes), Kaikos (Bakırçay), Hermos (Gediz), Kaistros (Küçük Menderes), Maiandros (Büyük Menderes), Kalbis (Dalyan Çayı), Ksanthos (Eşen Çayı) gibi akarsuların denize döküldükleri yerlerdeydi. Bu akarsular graben kenarlarında birikmiş, oldukça kalın molas “tmolos” depolarını hızla aşındırarak denize taşıyorlardı.

Dolayısıyla taşıdıkları alüvyonlarla koy ve körfezleri doldurarak liman işlevlerini yitirmelerine neden oluyorlardı. Bu süreç, Antik Çağın buzularası döneme karşılık gelmesi nedeniyle deniz seviyesinin göreceli yükselmesi ve Anadolu karasının batı kesimlerinin epirojenik olarak çökmesi nedeniyle batı kıyılarında daha fazla alüvyal boğulma gerçekleştirmiş, dolayısıyla daha hızlı ve belirgin olmuştur. Bu önemli kentlerin sakinleri bir gün gemilerin çamura saplandıklarını gördüklerinde şaşkına döndüler.

Klaros Kutsal Alanı AA Fotoğraf Yarışması 2015 ©Levent Bayraktar

Dönemin antik kentlerinin çevresel koşullarına ait değişimler çoğu coğrafyacı, İlhan Kayan, Ertuğ Öner, Catherine Kuzucuoğlu, Serdar Vardar, Beycan Hocaoğlu, Mehmet Doğan, Helmut Brückner, John C.Kraft gibi alanında uzman bilim insanları tarafından jeoarkeolojik çalışmalarla aydınlatılmıştır. İşte birer birer tarih sahnesinden çekilen bu kentlerden bazıları: Troia, Çanakkale Boğazı’nın Ege Denizi’ne açıldığı kesimin güneyinde, Karamenderes delta ovasının doğusundaki alçak bir sırtın ucunda kurulmuştu. Kuşkusuz Homeros’un İlyada’da anlattığı Troia çevresinin, anlatılan savaşlar sırasındaki kıyı çizgisinin, limanların ve savaş alanlarının bugünkü coğrafyaya bakılarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Zira o dönemlere ait yeryüzü ögeleri bugün metrelerce alüvyonların altında bulunmaktadır. Son buzul çağında alçalan denizin, Holosen’de hızla yükselerek önce Çanakkale Boğazı’na, yaklaşık 10.000 yıl kadar önce de Karamenderes Irmağı’nın ağız kesiminden güneye doğru sokulduğu, sonra da bütün vadiyi kapladığı belirlenmiştir. Günümüzden 7 bin-6 bin yıl kadar önce, bugünkü Karamenderes Vadisi’nin aşağı (Troia batısı) kesiminde, güneyde Pınarbaşı Mahmudiye yakınlarına kadar sokulduğu alan bir ırmak ağzı körfezi idi. Deniz seviyesi yükselmesi 6 bin yıl kadar önce sona ermiş ve sonraki dönemde bu körfez Karamenderes’in alüvyonları ile dolarak kıyı çizgisi kuzeye çekilmiş, körfez doldurularak bir ova halini almıştır.

Küçük Menderes (Kaystros) deltasının gelişimini ve arkeolojik lokasyonları gösteren jeomorfolojik harita (Brückner, H., Herda, A., Kerschner, M., Müllenhoff, M., & Stock, F. (2017).

Bu paleocoğrafik gelişim süresinde Homeros’un anlattığı savaşlar sırasında, kıyı çizgisinin Troia sırtının batısında bulunduğu ve batıdaki liman olasılığı tartışılan girintilerin bu dönemde karasal ortamlar haline geldiği söylenebilir. Antik Çağ kentlerinden Teuthrania Bakırçay havzasında yer alır. Teuthrania’nın civarında kurulduğu Bakırçay, tarihçiler tarafından denizden yer kazanan Mısır’ın Nil Nehri’ne benzetilir. Teuthrania, bir ırmağın alüvyon taşıyıp kendi ağzındaki körfezi doldurarak oluşturduğu ova örneği diye gösterilir. Böylece Bakırçay’ın denize dökülmeden önce içinden geçtiği ova, daha önce bir körfez girintisi iken alüvyonlarla doldurulmuştur. Ephesos’un ve Miletos’un liman olma özelliğini alüvyonlar nedeniyle yitirmesi gibi benzer durum Teuthrania’nın da başına gelmiştir. Batı Anadolu’da hippodamos tarzı ızgara planın ilk örneğinin görüldüğü Smyrna, Strabon’un anlattığına göre İonia’nin en güzel kentlerinden biriydi. Kent, körfezin kıyısından (Bayraklı) başlayıp Bornova Ovası’na doğru yayılıyordu. Holosen’de yükselen denizin Bornova Ovası ve Bayraklı çevresine transgresyonun sonlarında (Orta Holosen: Günümüzden 6000 yıl kadar önce) ulaştığı, Holosen öncesinde ova tabanında biriken karasal birikimler üzerinde yükselen deniz sularının Bornova kıyılarına ve yaklaşık bugünkü kıyıdan 1,5 kilometre içeriye kadar sokulduğu belirlenmiştir.

Bayraklı Höyüğü’nün güneyinden doğuya sokulan denizin, kuzeye doğru daha sığ ve küçük bir girinti yapmış, doğuya doğru ve kuzeyden gelen derelerin getirdiği kaba kumlu akarsu birikintileri bu sığ körfezi hızla doldurmuştur. İzmir ve Kuşadası körfezleri arasındaki ulaşım açısından, özellikle İzmir’i daha güneyde, Antik Çağların önemli kenti Ephesos’a bağlayan yollardan biri üzerinde olması bakımından oldukça elverişli bir coğrafyada kurulan Klaros antik kenti, döneminin önemli bir kehanet merkezi idi.

Letoon Antik Kenti, Kutsal Alanı AA Fotoğraf Yarışması Fotoğraf ©Aydın Durdu

Yerleşmenin kurulduğu vadinin kuzey girişinde Kolophon, kıyı kesimindeki Notion ve bugünkü kıyıdan 1,6 kilometre kadar içerideki Klaros, Antik Çağın önemli yerleşmeleridir. Arkeolojik araştırma sonuçlarına göre tapınak yapıları, özellikle Hellenistik Döneme ait görkemli heykellerle, büyük mermer sütunlarla yüklü Apollon Tapınağı depremlerle yıkılmıştır. Bunun, vadinin aktif bir tektonik çizgi üzerinde gelişmiş olması, tapınak alanının kaynak suları ile doygun, gevşek kıyı tortulları üzerinde bulunması ile doğrudan ilişkisi vardır. Buzul dönemi sonrası bataklık ortam olan Klaros kıyıları Ahmetbeyli Deresi ve kollarının getirdiği alüvyonlarla doldurulunca daha kuru zemin oluşmuş, bu yüzey insanlar tarafından biraz daha doldurulup düzeltilerek üstüne Apollon Tapınağı ve çevresindeki diğer kutsal yapılar inşa edilmiştir. Ancak sonraki dönemlerde deniz ve kıyı kesimi hızla alüvyonlarla dolmuştur.

Güneye çekilen kıyı ile birlikte Klaros, yapı kalıntıları üzerinde yaklaşık son 2000 yıllık dönemde 5-6 metre kalınlığa ulaşan alüvyonlar altında kalmıştır. Ephesos, Antik Çağ İonia kentlerinin en ünlüsüdür. Bugün Selçuk ilçesindeki görkemli kalıntıları oldukça fazla ziyaretçi çekmektedir. Ephesos, önceleri Kaystros Irmağı’nın Ege Denizine döküldüğü körfezin kıyısında ve Pion Dağı eteğindeydi. Kaystros’un getirdiği alüvyonlar limanı doldurunca, kent dağın güneybatı yanına, Koressos Dağı yamaçlarına taşındı. Ephesos, limanı sayesinde canlı bir ticaret merkezi idi. Ancak Küçük Menderes Irmağı’nın taşıdığı alüvyonlar limanı dolduruyordu. Liman giderek işlevselliğini yitirmeye başladı. Çünkü gemiler artık çamura saplanıyordu. Tüccarlar Ephesos’tan yüz çevirmişti. Ticaret durma noktasına geldi. Orta Çağ başlarında kent giderek sönükleşti. 1090 yılında Selçuklu Türkleri yöreyi ele geçirdiklerinde artık Ephesos limanı yoktu.

İonia bölgesinin antik kenti Myus, Karia Bölgesi’nin batı sınırında yer alıyordu. Myus, Büyük Menderes’in denize döküldüğü yere çok yakın bir konumdaydı. Irmağın getirdiği alüvyal malzemeler limanı giderek doldurdu. Gemiler rahatça işleyemez oldu. Bataklık aynı zamanda malarya hastalığının da kaynağı idi. Miletos’un rekabeti nedeniyle Myus giderek nüfus yitirdi ve kent sönükleşti. Strabon zamanında halkın büyük bölümü kentten ayrılmış ve bölgedeki büyük kentlere dağılmıştı. İonia bölgesinin kentlerinden Priene, MÖ 1000 yıllarında adı Mycale olan Samsun Dağı yamaçlarında kuruldu (Güllübahçe).

Kalıntıları bugün alüvyonların altında, bataklıkta kalmış olan ilk kent, deniz kıyısındaydı ve iki limanı vardı. MÖ 350’de liman, Büyük Menderes’in taşıdığı alüvyonlarla doldu. Liman artık işe yaramaz hale geldi. Bunun üzerine kentten göçler başladı ve nüfus azaldı. Yeni kent yüksekte ve Atina örnek alınarak kuruldu. Denizle ilişki Naulokhos adlı bir limanla sağlanıyordu. Roma egemenliğinde, nehrin alüvyonları körfezi doldurmayı sürdürdü ve Priene giderek önemini yitirdi. Antik Çağ kent planlamasının en tipik örneği olan Priene, Bizans Döneminin başlarında yine önem kazandı. Fakat 12. yüzyılda halk tümüyle göç etti ve kent ıssız kaldı. Pompeii’ye benzetilen Priene’ye “Küçük Asya’nın Pompeii’si” deniyordu. İonia kentleri arasında Miletos’un özel bir yeri vardı. Büyük Menderes’in Ege Denizi’ne döküldüğü yerde Latmos Dağları’nın batısında kurulmuştu. Eskiden, Beşparmak Dağları’na kadar uzanan deniz, bugünkü Bafa Gölü’yle Miletos önlerinde geniş bir körfez oluşturuyordu.

Bugün Büyük Menderes’in taşıdığı alüvyonlarla Latmos Körfezi dolmuş ve kentin yıkıntıları Söke ilçesinin Balat köyü yakınlarında kalmıştır. Herakleia, Beşparmak (Latmos) Dağları’nın denize dik inen güneybatı yamaçlarında, yani eski Latmos Körfezi’nin iç kesimlerinde kurulmuş bir Antik Çağ kentidir. Herakleia, Grek mitolojisindeki Herakles’e (Hercules-Herkül) izafeten MÖ 5. yüzyılda kuruldu. Beşparmak Dağları üzerinde, içerisinde çok geniş bir alana yayılan akropolü ve nekropolü bulunan Herakleia kenti, çevresinin olağanüstü güzelliği ile bütünleşmiş bir yerleşim merkeziydi. Önceleri deniz, Miletos, Herakleia, Myus ve Priene’ye kadar sokularak Latmos körfezini oluşturuyordu. Körfezin ağzı zamanla Büyük Menderes’in getirdiği alüvyal birikintilerle doldu ve oluşan bataklıkla denizden ayrılarak 15 kilometre uzunlukta, 10 kilometre genişlikte bir göl halini aldı (Bafa=Çamiçi Gölü). Herakleia antik kenti bugün Bafa denilen bu gölün kuzeydoğusundadır.

Kaunos, Köyceğiz Gölü’nü denize bağlayan eski adı Kalbis olan Dalyan Çayı üzerinde önemli bir Antik Çağ yerleşmesiydi. Tuz, incir ve köle ticareti Kaunos’a büyük güç ve prestij sağlamıştı. Kaunos tuzu ev yapımında sıva olarak ve eczacılıkta göz merhemi üretiminde kullanılıyordu. Köyceğiz Gölü çevresinin ünlü inciri de Avrupa’ya gönderiliyordu.

Çevredeki ormanlardan elde edilen keresteler, gemi yapımında ve onarımında kullanılan reçineyle karasakız da Kaunos halkının önemli gelirleri arasındaydı. Ancak kentin durumundan dolayı ortam sorunları giderek ağırlaştı. Köyceğiz Gölü’nü Ege Denizi’ne bağlayan Dalyan Çayı’nın taşıdığı alüvyonlar kentin limanını süratle doldurdu. Denizden gemiler giremiyor; girenler de kumlara saplanıp kalıyordu. Liman hizmetleri düzgün yürümüyordu. Liman çalışamaz hale gelince kent önemini yitirdi.

GÖ 3000 yıllarına ait manzaranın rekonstrüksiyonu ve Patara çevresinin günümüzdeki görünümü (Ertuğ .NER, Serdar VARDAR, 2018, Eşen Deltasının Paleocoğrafyasında Letoon ve Patara’nın Jeoarkeolojisi, Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi (ASEAD), Cilt: 5 Sayı: 6, 286-312).

Patara, Likya’nın metropolis olarak nitelenen Likya Birliğinin ayrıcalıklı üç oy hakkına sahip altı büyük kentinden biridir ve önemli bir liman kentidir. Kent aynı zamanda yörenin önemli bir kehanet (bilicilik) merkezidir. Bunun yanında, bütün dünyada “Noel Baba” (Santa Klaus) adıyla bilinen Aziz Nicholaos’un doğum yeridir. Aziz Nicholaos MS 3. yüzyıl sonlarında doğduğunda Patara, Likya’nın en büyük liman kentiyken, günümüzde harabe durumunda, denizden yüzlerce metre genişlikteki kumullarla ayrılmış bir bataklık alan içinde bulunmaktadır. Patara’nın bir liman kenti olarak gelişmesi ile bugünkü bataklık haline dönüşmesinde Eşen delta ovasının gelişme evrelerinin önemli etkisi olduğu ortaya konmuştur. Holosen transgresyonu ile günümüzden 6 binyıl önce Eşen Ovası bir körfez, Patara oluğu da bir koy haline gelmiştir. Deniz seviyesinin yükselmesi durunca bu kez Eşen Çayı’nın alüvyonları ile oluşan deltası güneye doğru ilerleyip Patara oluğuna girişi sağlayan Kısık Boğazı önüne ulaşmıştır. Böylece günümüzden 3 binyıl önce Patara’da yerleşim başlamış ve liman kenti olarak gelişmiştir. Bu arada deltanın doğusundaki körfez kısmı bir lagüne dönüşmüştür. Delta gelişimi körfezin açığına doğru ilerledikçe, kıyıda oluşan kumlu sedimanlar akıntılarla Patara koyunun ağzına doğru taşınarak burayı doldurmuş, böylece Patara limanı bir bataklığa dönüşmüş ve kent önemini yitirmiştir.

Patara Antik Kenti, AA Fotoğraf Yarışması Fotoğraf ©Mesut Aslan

Dikkat edilirse önemli koy ve körfezleri barındıran Ege Bölgesi’nde bugün İzmir dışında önemli bir liman kenti yoktur. İzmir körfezini alüvyonlarla dolduran ve işlevselliğini yitirmesine neden olan Gediz Nehri’nin denize döküldüğü yer bir kanalla değiştirilerek Menemen’in kuzeyine alınınca körfez kurtarılmıştır. Akdeniz kıyılarında da durum farksızdır. Çukurova’nın batısında bulunan Tarsus’un ilk kuruluş yeri olarak bilinen Gözlükule höyüğünde yürütülen kazı çalışmalarında, yörede Neolitik’ten İslam Dönemine kadar devam eden bir yerleşimin olduğu belirlenmiştir. Gözlükule höyüğünün en alt tabakalarında bulunan keramik ve obsidiyen aletler 8000- 7500 yılları arasına yani Neolitik’e tarihlendirilmiştir. Gözlükule höyüğü çevresinde doğal çevre Neolitik’ten günümüze kadar oldukça değişmiştir. Bu değişim daha çok alüvyal alanda ve kıyı çizgisinde meydana gelmiştir.

Gözlükule’de başlayan yerleşim bugünkü kent alanına doğru genişlemiştir. Bu arada güneyde gelişen lagün kıyısında Tarsus’un liman kenti Rhegma (Aulai) kurulmuştur. Bu dönemde, bulunduğu coğrafi konum özellikleri ve sahip olduğu iç limanla Tarsus, yörenin en önemli kenti haline gelmiştir. Ancak zamanla Rhegma lagünü alüvyonlarla dolarak önce bir göle, daha sonra da büyük bir bataklığa dönüşmüş, böylece kıyıdan 15- 16 kilometre içeride kalan Tarsus’un denizle bağlantısı iyice kısıtlanmıştır Holosen başlarında yükselmeye başlayan deniz, Erken Holosen sonlarında Asi Nehri deltasında Sabuniye ile Mina höyüğü arasındaki alana kadar ilerlemiştir. Asi Ovası’nın bulunduğu alan bu dönemde körfez halindedir. Orta Holosen’den itibaren denizin yükselme hızı azalıp bugünkü düzeyine ulaşınca, başta Asi Nehri olmak üzere akarsular taşıdıkları alüvyonlarla buradaki körfezi doldurmaya başlamıştır. Mina, Asi Nehri deltasında önemli bir liman yerleşmesidir.

Buna göre MÖ 8.-4. yüzyıllar arasında kıyı çizgisi bu noktaya kadar gelmiştir. Alüvyal boğulma sürdükçe Mina kıyıdan giderek içeride kalmış ve liman özelliğini kaybetmiştir. Bu dönemde Seleucia Pieria, Doğu Akdeniz’in önemli limanı olmuştur. Seleucia Pieria sakinleri diğer alanlarında ve yakın çevrelerinde yaşanan bu hazin felaketleri belki de öngördüler ve önlemler aldılar. Antik kent ovanın en kuzeyindeki sırtlara kuruldu. Limanın dağdan gelebilecek sel sularıyla dolabileceğini ve benzer bir akıbeti yaşayacaklarını düşündüklerinden dolayı ünlü Titus Tüneli’ni kazarak akarsuyun yönünü değiştirmeyi başardılar. Ancak yine de öngöremedikleri olaylar vardı: hakim rüzgar yönü, deniz kalıntıları, enkaz göçü Eepirojenez ve regresyon…

Anadolu karasının batısı tektonik olarak göreceli, oldukça yavaş, hissedilemeyen bir tempoyla çökerken, doğusu aynı şekilde yükselmekteydi. Hakim rüzgar yönü güney-güneybatıydı. Dalgalar Asi Nehri çökellerini kuzeye doğru taşıyorlardı. Bugün antik kentin liman yapıları yaklaşık 15 metre deniz seviyesinden yukarıda bulunmaktadır. Antik kent öngörülemeyen başka yeryüzü süreçleriyle önemini yitirdi. Tüm bu uygarlıkların varisi olarak hala bu coğrafyada yaşıyoruz ve zaman zaman deneyimlediğimiz ancak çoğu zaman unuttuğumuz hatta hiç aldırmadığımız depremleri ve iklim değişikliklerini konuşuyoruz sadece.

Acaba dengesini hızla bozduğumuz doğanın yeni bir yaptırımıyla mı karşı karşıyayız? Tüm insanlık olarak bugün öngöremediğimiz bir felaketi mi yaşıyoruz? Bir değişim yaşadığımız muhakkak. Kendini ve küresel çevreyi tanıyanlar, bilimsel bilgiye, akla ve doğal çevrenin işleyişine uygun bir yeryüzü yaşamı kurgulayanlar hayatta kalacak. Bu tekamülün bir parçası. Aslında felaket olarak bildiğimiz olaylar mutlu bir dünyanın ve daha aydınlık şafağın habercisi. Geleceğin dünyasını yetenekli bilgili ve sağlıklı insanlar, toplumlar inşa edecek.

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER