Antikçağın Ötekisi : Kadın

Antikçağ inancının temelinde yatan eril iktidar, fallokratik despotizmi tüm kurumlarıyla oluşturmuştur. Dini metinlerin yardımıyla kadınların ötekileştirilmesine kutsal bir anlam katan bu kadim kültür, eril aklın selameti için bunun zaruretine işaret etmektedir. Neredeyse tüm dünya inançlarının başlangıcında olduğu gibi Yunanlar da önce erkeklerin yaratıldığına inanmaktaydılar. Havva yaratılana kadar Âdem’in günaha ve kötülüğe bulaşmadığı inancını merkeze koyan semavi dinlere benzer biçimde, Yunanlar da ilk kadın yaratılana kadar dünyada sadece erkeklerin olduğuna ve hiçbir kötü şeyin bulunmadığına inanıyorlardı.

MÖ 490-480 yıllarına ait, kırmızı figür tekniğinde yapılmış içki kabının (kylix) dış yüzünde yer alan bu symposium sahnesinde, kline üzerine uzanan iki erkeğe iki kadın (hetaira) ve barbiton (müzik aleti) çalan bir genç eşlik eder. British Museum

İnsan, doğası gereği toplumsal yaşama mahkûm olmuş; rasyonel örgütlenmiş sosyal çarkın bir parçası olmayı kabul etmiştir. Bireysel özgürlükleri terk ederek dâhil olduğu bu örgütlü toplumun yasalarına biat etmek onun vazifeleri arasında sayılmıştır. Rasyonel örgütlü sosyal yapı, üyeleri tarafından kabul görmüş göstergelerin toplamından teşekkül etmiştir. Dil, bu göstergelerin oluşumunda ve insanlarla iletişiminde doğrudan bir rol üstlenmiştir. Sosyal yapıyı oluşturan her birey, bu sisteme dil yoluyla katılabilmiştir. Bireyden özne olmaya yapılan her seyahat, dil aracılığıyla gerçekleşmektedir. Dil, özne olmanın tek koşuludur ve dil dışında özne yoktur. Özne ve örgütlü toplum arasındaki, yasa ve kültür dâhil her türlü ilişkilenme dille mümkün kılınır. Toplumsal mana dünyası, dilin oluşturduğu ve toplumun kabulünden geçmiş göstergeler tarafından sürekli olarak yeniden inşa edilir. Sosyal yapı, bünyesinden türettiği ve kendi varlığına aykırı olmayan, iktidar ve ona hizmet eden, ideoloji ve bilim gibi dil yapıları sayesinde, sosyalin ihtiyaç duyduğu anlam dünyasını oluşturur. Bu anlam dünyasının içinde kalan her şey, iktidarın dilinden nasibini alır ve bununla yetinmek zorunda kalır. Yetinmeyen ise kökleri binlerce yıl öncesine dayalı bu kültür canavarı ile sonu korkunç biçimde bitebilecek bir savaşa girmek durumundadır. Bu nedenledir ki, bu sosyal yapı içine doğan her bebek, dille tanıştığı andan itibaren kişisel ve biyolojik doğasından gelen kimi öznel davranışları terk etmek üzere sıkı bir eğitimden geçirilir. Özne olmak ancak bu uzun ve zorlu sürecin sonunda bir mükâfat (?) olarak takdim edilir. Kişisel arzulardan ve haz talebinden vazgeçmek bu eğitimin temelini teşekkül eder. Aksi bir durumda, yasaların ve yasakların devreye girmesi ile bir trajedi hâsıl olabilmekte, hastalıklı olarak teşhis ve tecrit edilmekten, katli vaciptir fetvasına kadar her türlü musibet bir ceza olarak gündeme gelebilmektedir.

Kendisini oluşturan bireylerin ortak menfaatleri çerçevesinde ve genetik mirasın korunarak ileriye iletilmesini hedefleyen rasyonel örgütlü sosyal yapının mağdurları arasında ilk sırayı kadınlar işgal etmektedir. En azından uygarlık sürecinden itibaren, bu sosyal yapının iktidarını elinde bulunduran eril söylem, toplumsal cinsiyet rollerini (gender) dağıtırken adaletli davranmamış, sosyal yapıyı oluşturan cinslerin manasını da kendi huzurunu kaçırmayacak biçimde şekillendirmiştir. Feminist literatür cinsin doğal olmadığına, hakim eril cinsiyet tarafından yüklendiğine işaret ederek sesini yükseltmektedir. Buna göre, dilsel göstergeler tarafından oluşturulan cinsiyet, doğal olana cinsel özellikleri de yükleyen söylemsel anlamlardır. Kültürel söylem tarafından anlamı dejenere edilmiş, doğal cinse ulaşabilmek için kültür ve söylem, yani dil öncesine ulaşmak gerekmektedir. Mana dünyasında geriye dönük olarak yapılacak arkeolojik kazılar, ancak dil yoluyla inşa edilmiş anlamlar öncesindeki erken tabakaya indiğinde karşılaşılan doğanın cinsidir. Binlerce yıllık sürecin hâkimlerinin cinse yüklediği anlam tabakaları, onun doğal yapısını tahrip etmiş ve zihinlerde her iki cins arasındaki farklılığın biyolojik olduğu dogmasını inşa etmiştir. Böyle bir bakışla, bugüne kadar, doğal olduğunu düşündüğümüz birçok alanın, doğasının çok eski tarihlerden itibaren değiştirilmiş olduğu sonucu çıkarılabilir. Toplumsal uzlaşı dünyası için tasvip edilmeyen, tehlikeli bulunan kimi doğal yapıların anlamı, rasyonel bütünleşme için değiştirilmiştir. Bu durumda diyebilirim ki, bedenler cinsel kimliklerine ancak hâkim ideolojinin söylemiyle sahip olabilmektedir. İktidari söylem, bedenlerin cinsel kimliklerine roller biçerken onun kabul edilmesini kolaylaştıran kimi betimleyici göstergeler de üreterek, ortaya çıkan yeni bedensel, cinsel faaliyetlerin doğal görünmesini sağlamaktadır. Bedenlere cinsel kimliklerini yükleyen ve toplumsal cinsiyet rollerini çalışan söylem, aynı dile sahip olunca, sosyal için rasyonel olan ilişkilenme süreci sağlıklı bir biçimde iktidar lehine devam etmiştir. Dolayısıyla beden, cins ve cinsiyet gibi konuları kendisine çalışma nesnesi olarak kabul eden bilimlerin hareket normları ve problematiği de bu denli kadınların aleyhine devam edebilmektedir.

MÖ 490-480 yıllarına tarihlenen kırmızı figürlü kabın iç kısmında bir symposium sahnesi yer alır. Sol tarafında uzanan Philippos adlı erkeğin önünde dans eden genç kızın adı Kallisto’dur.

Uygarlık tarihi içinde önemli bir yeri bulunan Antikçağ kültürü, kadınların mağduriyetinin ve erkek egemenliğinin zirve yaptığı süreci içerir. Erkek egemenliğinin, yasanın ve dilin sembolü olan fallus, hiçbir kültür ve dönemde bu denli baskın bir simge olmamıştır. Özellikle Yunan sanatı, eril kültürün hâkimiyeti açısından kadın çalışmalarında büyük önem taşımaktadır. Feminist literatürün de (bence yanlış biçimde) sempati beslediği Miken (Myken) kültürünün mirasları arasında bulunduran Antik Yunan kültürü, kutsal metinler olarak kabul edilebilecek Homeros ve Hesiodos’un eserleriyle başlayan eril söylemin iktidara taşındığı bir süreci başlatmıştır. MÖ 1200 yılı civarında Akdeniz çevresinde yaşanan büyük felaketlerin ardından yükselen bu kültürel birikim, başat eril iktidarın temelleri olarak değerlendirilmelidir. Cinsiyet rollerinin keskin biçimde belirlendiği bu kültür, kendisinden sonraki uygarlık sürecini de derinden sarsmış, günümüz sosyal yapısının temellerini etkilemiştir. Yaklaşık bin yıl süren bu kültürel ve siyasal hareket, yazılı kültüründen sanatına, dininden günlük yaşamına kadar ihtiva ettiği erkek egemen yapısıyla, bazı yazarlar tarafından fallokratik bir sistem olarak sınıflandırılmaktadır. Batı dünyasının kendi medeniyet tarihlerinin öncüllerinden birisi olarak kabul ettikleri Antikçağ kültürü, hemen her köşe başında, toplumsal yaşamın ve hatta dinsel hayatın her aşamasında karşımıza çıkan fallik gösterenler nedeniyle dikkat çekmektedir. Bunlar siyasal ve toplumsal alanlarda, eril olana imtiyazlar sağlandığının göstergeleri olması nedeniyle kadın çalışmalarında özellikle anlam taşırlar.

Antikçağa dair yapılacak bir söylem çözümlemesinde ilk gözden geçirilecek olanlar hiç kuşkusuz kutsal metinler olmalıdır. Toplumun oluşturduğu normatif dünyanın en belirleyici söylemini kutsal metinler oluşturur. Dil yoluyla oluşmuş mana dünyasının zeminini teşkil eden bu kutsal metinler, sosyal yapının inşası ve yeniden üretilmesi için iktidarın elini güçlendiren dilsel yapılar içerir. Son iki bin yıla gelene dek, yaşamın her öğesine verilen anlam onun dolayımıyla mümkün olabilmiştir. Bu nedenle de göstergelere yüklenen mana uzun yıllar seküler olamamıştır. Özellikle insan eliyle yapılmış yazılı yasaların hiç olmadığı veya yeni yeni başladığı dönemlere ait bu dinsel metinler, toplumun sosyal yasalarına ilişkin en önemli kayıtlardır.

Yunan toplumu için kutsal kitap olarak kabul edilebilecek ilk metin, kuşkusuz Theogonia’dır. MÖ 8. yüzyılda kaleme alındığı bilinen bu metnin yazarı olan Hesiodos, anlattıklarının kendi hayal dünyasından kaynaklanan şeyler olmadığını, bilakis tanrıların isteği ve izniyle ortaya çıktığına vurgu yapmakta, eserinin kutsal kitap olduğunu ima etmektedir. Kendi ifadesine göre, Hesiodos dağlarda, işkembesinden başka bir şey düşünmeyen bir çobanken, Göktanrı Zeus’un kızları, esin perileri mousalar gelmiş ve ona vahiy yoluyla Theogonia’yı vermişlerdi.

Selam size Zeus’un kızları,

Verin bana o büyülü sesinizi,

Kutlayın benim dilimden ölümsüzler soyunu

                        (Hesiodos, Theogonia 103-104).

MÖ 5. yüzyıl, pişmiş toprak figürin, un öğüten ve ekmek yapan kadınlar. British Museum

Günümüzde bir mitoloji kitabından öte anlam verilmese de Theogonia, Yunan toplumunun kutsal kitabıydı ve ona itibar eden halkın nasıl bir sosyal yapıda örgütlendiğini gösteren birinci elden ilk kaynaktı. Bu denli olmasa da Homeros’un eserlerini de tali dinsel kaynaklar (belki de apokrif metinler) olarak kabul etmekte yarar bulunmaktadır. Bu durumda yazılı kaynaklar ve arkeolojik çalışmalar neticesinde hakkında bilgi sahibi olduğumuz sosyal yapının merkezinde, bu kutsal metinlerin bulunduğunu düşünmek yanıltıcı olmayacaktır. Başka bir ifadeyle, Yunan toplumsal yapısının kurulumunda, bu eserler iktidarı temsil eden dinsel, yasal düzenlemelerdir. Toplumun göstergelerinin ve mana dünyasının oluşumunda temel rolü üstlenen iktidarın yazılı kaynakları bu kitaplardır. Bu nedenle de yaşamın ve yaşayanların anlam dünyasını tanrısal sözle inşa eden metinler olmuşlardır.

Antikçağ inancının temelinde yatan eril iktidar, fallokratik despotizmi tüm kurumlarıyla oluşturmuştur. Dini metinlerin yardımıyla kadınların ötekileştirilmesine kutsal bir anlam katan bu kadim kültür, eril aklın selameti için bunun zaruretine işaret etmektedir. Neredeyse tüm dünya inançlarının başlangıcında olduğu gibi Yunanlılar da önce erkeklerin yaratıldığına inanmaktaydılar. Havva yaratılana kadar Âdem’in günaha ve kötülüğe bulaşmadığı inancını merkeze koyan semavi dinlere benzer biçimde, Yunanlılar da ilk kadın yaratılana kadar dünyada sadece erkeklerin olduğuna ve hiçbir kötü şeyin bulunmadığına inanıyorlardı. Zeus, daha en baştan kadını öteki olarak yaratmıştı. Erkeklere ve onların hamisi olan Prometheus’a duyduğu öfke, Zeus’un bir bela olarak Pandora’yı yaratmasına vesile olmuştu. İçinde her türlü musibeti, dünyayı kötüleştirecek ve kirletecek unsuru barındıran bir kutuyla/sandıkla insanın günahkârlığının müsebbibi bu ilk kadındı. Onun kutusundaki tek iyi şey ise insanların düşlerini geleceğe taşıyan umuttu.

Hesiodos’un oğluna verdiği nasihatlerden oluşan İşler ve Günler (Erga kai Hemera) adlı eserinde bu inancın sosyal yansımalarını da bulmak mümkündür. Özellikle “Sofradaki yeri öküzden sonra gelen” toplumun ötekisi kadının sosyal yaşam içindeki yerine dair veriler dikkati çekmektedir:

Takıp takıştırıp, kıçını sallayıp

Aklını çelmesin kadının biri.

Gözü ambarındadır diller dökerken sana,

Ha kadına güvenmişsin, ha bir hırsıza…” (Hesiodos, İşler ve Günler, 370-375).

Hesiodos aynı eserin başka bir yerinde ise şunları söylemektedir:

Bir evin olsun, bir karın, bir de öküzün.

Karını parayla satın al ki

Gereğinde yürüsün öküzün ardından…” (405-408).

Hesiodos, söz konusu kadın olunca adeta coşmuştur:

Bir kadının yıkandığı suda

Bir erkek yıkanmamalı hiçbir zaman.

Bundan da kötülük gelir, bir zaman için de olsa…” (753-755).

Çamaşır yıkayankadınlar

Antikçağ toplumlarında kadınların öteki olarak konumlanmasının izlerini felsefede de bulmak mümkündür. Felsefi düşüncenin üzerinde hemfikir olduğu konulardan birisi, kadın ve erkek bedenine yüklenen manadır. Erkeği akılla özdeş kılan bu düşünce kadına, doğaya olan benzerliği nedeniyle sadece bedeni yakıştırmıştı. Hâkim ideolojik güçlerin toplumsal dil yoluyla her iki cinse yüklediği bu anlam, onların sosyal rollerini de belirliyordu. Sokrates ve Platon gibi düşünürler, doğanın bir akıl çevresinde örgütlendiğini düşünüyorlardı. Bu nedenle de, bu kurgunun anlaşılabileceği bir mertebeye yükselmek için aklın önündeki engelleri aşmak gerektiğine inanıyorlardı. Dünyevi hazlar ve kadın bedeni, erkek aklın uzak durması gerekenler arasında kabul ediliyordu. Bu felsefi yaklaşımların toplumsal düzeni en az dinsel metinler kadar etkilediği ortadadır…

Eril aklın yüceltilmesi ve kadının bu konuda bir engel olarak kabul edilmesi, toplumdaki cinsiyet rollerini etkilemiş, uygarlık tarihi boyunca akıldan çıkmayacak kimi uygulamaların neşet etmesine neden olmuştur. Erkeğin kadın bedenine yaklaşmasının bile ayıplanır ve küçümsenir bir hale gelmesi, toplumsal haz nesnelerinin değişmesine yol açmıştır. Kadın bedenini öteleyen eril akıl haz almak için merkeze, aklın önünde engel oluşturmayan oğlan bedenini koyarak aşkın yeni hedefini belirlemişti. Ünlü düşünürden hareketle Platonik aşk olarak betimlenebilecek olan bu yeni ilişkilenme biçimi, toplumsal dilin özünü oluşturmuştu. Bu yaklaşımın en eski izlerini ünlü yasa koyucu Solon’un yaşamında görebilmekteyiz. Solon, toplumsal yapının kadından bu denli kaçınmasının iyi bir şey olmadığına inanıyor olacak ki, yeni getirdiği yasal düzenlemelerde, erkeklerin yasal eşleriyle ayda en az üç kez cinsel ilişkiye girmelerini dikte etmişti. Öte yandan, Plutarkhos’un da ima ettiği gibi, Solon’un kendisinden bir hayli genç olan Peisistratos’la yaşadığı aşk, bu konuda önemli bir ironi oluşturmaktadır. Kadınların erkeklerle ilişkisi o denli horlanmıştı ki, toplumun ihtiyaç duyduğu nüfus için bir yasa çıkarma zorunluluğu doğmuştur.

Bu eril düşüncenin, Yunan toplumundaki kadın algısını şu değim özetlemektedir:

Haz için hafif meşrep kadınlara, günlük bakımımız için metreslere, yasal bir soyumuz ve yuvamızın sadık bekçisi olması için de karılara sahip olmak gerekir”.

Ancak buradaki haz çok tavsiye edilen bir durum değildi; bir erkek hiçbir şekilde kadına yaklaşmamalıydı. Bir mecburiyet oluşmuşsa eğer, yasal eşlere değil haz için hizmet veren kadınlara başvurulmalıydı. Bir erkeğin yasal karısından haz alması veya ona tutkuyla bağlanması, felaketine yol açardı. Öte yandan bu sözden de anlaşılacağı gibi, toplumların devamı kadınların doğurganlığı ile ilişkiliydi; genlerin geleceğe aktarılması onların bereketiyle bağlantılandırılıyordu. Bu nedenle de evlilik eşlerin birbiri ile cinsel ilişkiye girerek haz aldıkları bir birliktelik biçiminden çıkmış, soyun devamı için erkeğin mecburen girdiği bir ilişkiye dönmüştü. Etimolojik olarak bakıldığında bile bu düşüncenin izlerini bulmak mümkün olacaktır. Yunanca kadın manasına gelen gyne kelimesinin bebek taşıyıcısı anlamında olması, kadının toplumsal kimliğini ifşa etmesi bakımından önemli bir veridir. Bu durumda evlilik, erkeğin ektiği tohumları ürüne dönüştürmekle görevli kadının, toprak gibi algılandığı bir kuruma dönüşmektedir. Zira evlilik erkeğin devlete ve topluma karşı sorumluluk alanına girmektedir. Kadının bu kurumdaki sorumluluğu ise erkeğin genlerinin aktarımını sağlayacak bebekleri doğurmak ve onları erkeğin gururuna zarar vermeden büyütmek olmaktaydı. Bu o denli kabul görmüş bir düşünceydi ki, kadının Klasik Yunan toplumunda bir yurttaş olabilmesini dahi imkânsız kılmıştı. Ülkenin geleceğinin teminatı olan bireyleri doğuran kadın, yurttaştan sayılmıyordu. Bir Yunan kentinde iki tür insandan söz etmek mümkündür; birincisi yurttaşlığı hak etmiş erkekler ve ikincisi diğerleri. Birincilerin karar merci oldukları düşünülürse ikincilerin kaderinin birincilere bağlı olduğu söylenebilir.

Kadının Antik Yunan kültüründeki yeri mimariye de yansımıştır; kadın kendi evinde bile öteki olmaktan kurtulamamıştır. Klasik Dönem mimarisinde evin en merkezi konumunda ve kamusal dünyanın devamını sağlayabilecek denli büyük olan andronlara (selamlık) karşın, daha küçük ve mütevazı yapılarıyla gynaikonlar (haremlik) bir köşeye sığınmış odadan ibarettir. Evin reisi olan kyriosun davetlilerinin ağırlandığı ve şölenlerin verildiği andronlara, kimi zaman kadınların hizmet için dahi girmelerine izin verilmezdi. Klinelerle çevrili bu şölen odasında erkeklerin uzanarak oturması sağlanırken, kadınlar kendileri için hazırlanmış sandalyelere otururlardı…

Antik Yunan toplumunun normatif yapısı, insanların bedenlerine dahi müdahale ediyor, onlar üzerindeki tasarrufları sahiplerine bırakmıyordu. Kamusal otorite kadının bedenini elbiseler ve evle sınırlandırırken, erkeğin bedeni üzerinde hak iddia ediyor, onun eğitimi konusunda söz sahibi oluyordu. Çünkü siyasal erk, devletin ve etnik kimliğin geleceğinin, erkek çocuklarda olduğuna inanıyor, onun yetiştirilmesini şansa bırakmak istemiyordu. Bir erkek çocuğunun anne yanında uzun süre kalmasını bile doğru bulmayan Antik Yunan toplumsal yapısı, çocuğun üzerinde oluşabilecek anneden kaynaklanan feminen etkilerden korkuyordu. Bu nedenle de anne yanında belirli bir süre kalan erkek çocuk, eril yurttaşlık sistemi içindeki erkeklerin gözetiminde bu feminen etkilerden kurtulması için eğitime tabi tutuluyordu. Antikçağ’da bir annenin, kendi doğurduğu ve büyüttüğü çocuğuyla bile doyasıya vakit geçirmeye hakkı yoktu…

Erken Yunan sanatına baktığımızda, bu toplumda kadın ve erkeğin pozisyonları hakkında veri elde etmek mümkündür. Özellikle MÖ 4. yüzyıla kadar, plastik ve resim sanatında, erkek tüm bedensel özellikleriyle betimlenirken, kadının yüzü dışında bedeninin görülemeyecek denli kıyafetlerle kapalı tasvir edilmesi, Yunan toplumunun fallik iradesini ortaya sermektedir. İdeal sanat anlayışıyla, sergilenen erkek tasvirlerinde bedenin kusursuzluğuna vurgu yapılırken kadın tasvirlerinde kıyafetin kusursuzluğu öne çıkmıştır; kadın doğasına duyulan bilinçdışı korku plastik sanatlara bu şekilde yansımıştır. Boardman bir eserinde, plastik sanatın erken örneklerini aktarırken, kadınların elbiseleri teşhir etmek üzere yapılmış cansız mankenler gibi olduğunu vurgulamıştır. Erken dönem sanatını şekillendiren idealizm, kadın bedeni söz konusu olduğunda dikkatini elbiseye yöneltmiştir…

Özetle, uygarlık denilen mefhum, insanların bir arada kalabalık gruplar halinde yaşamasıyla mümkün olabilmiştir. Ancak bir arada yaşamak, kamusal alanda üzerinde uzlaşılacak normlar yoluyla gerçekleşebilmiştir. Biyolojik bedenleri tatmin etmek amacıyla hazza yönelmiş insanların birlikte yaşamaları olası değildir. Bu nedenle de sosyal yapı, bireylere hazlarını terk etmelerini dikte etmiştir. Çünkü bireyleri kişisel hazlarının peşinden koşan bir topluluk tanımı, doğası gereği mümkün olamazdı. Bu yüzden de dil yoluyla oluşturulan göstergelerin toplamı olan yasa, toplumu oluşturan bireylerin her birinden kişisel arzu ve taleplerinden vazgeçmelerini zorunlu kılmıştır. Bundandır ki, arzularını dile getirmek isteyen herkes gerçekte kendi taleplerinden uzaklaşarak sosyalin dilini kullanmaya başlamıştır. Başından itibaren uygarlığın dümeninde bulunan eril zihniyet, oluşturduğu dille, toplumsal olmak için üzerinde uzlaşılması gereken yasal zemini kendi çıkarlarına uygun tasarımlamıştır: Cinslerden beklentilerini cinsiyet rollerine yüklemiş, doğanın cinslerini cinsiyetlendirmiştir. Sınırları çizen, pastayı pay eden eril zihniyet olunca da kadının hesabına sofradan aç kalkmak düşmüştür. Antik Yunan, bu bölüşümün kadın aleyhine en acımasız olduğu dönemlerden biridir. Bu nedenledir ki, erkeğin verdiği görkemli şölenlerde nelerin yenilip içildiğini anlatan onlarca metin varken, birkaç adım ileride kadının çocuklarıyla yemek zorunda kaldığı yemekten söz eden bir metin bulmak mümkün değildir.

Kadının payına düşen ötekilik binlerce yıl sonra gerçekleşen Sanayi Devrimi’nin ardından yavaş yavaş, erkeğe rağmen, değişmeye başlamıştır.

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER