Büyük İstanbul Depremi

22 Mayıs 1766 İstanbul'da Bir Zelzele-i Şedide

Ermeni halk şairi Minas Ceranyan’ın kaleme aldığı deprem destanları da anılmalıdır. Ceranyan, birçok binanın temelinden söküldüğünü, birçok sarayla kervansarayları, sayısız minareyi, muhteşem kemerleri yıkan büyük depremin çok sayıda cana mal olduğunu, İstanbul’un “açılmış gül iken solduğunu” söylemekte, “bütün bunlar günahlarımız için vuku buldu ve sefaletimize nasihat oldu” demektedir. Şaire göre İstanbul “günah sebebinden” kazaya uğramış, “helalle haram birbirine karıştığı için” bu olay yaşanmış ve “yetmiş iki millet yolundan aştığı için” yer titremiştir.

10 Mayıs 1556’da yaşanan Istanbul depremi üzerine Alman Herman Gall tarafından ahşap bir boyamanın renklendirilmiş hali. El boyaması ahşap gravür. 10 Mayıs 1556 depreminde İstanbul’da meydana gelen depremi gösteren renkli gravür. Ayasofya ve başka yapı

22 Mayıs 1766 Perşembe (12 Zilhicce 1179), Kurban Bayramı’nın üçüncü günü olarak başlamış özel bir gündü. Ne var ki, gün doğumundan yaklaşık yarım saat sonra yaşanan çok şiddetli bir deprem, bu günü İstanbul’un felâketler tarihinde ön sıralardan birine taşıyacaktı. İstanbul’da, Lizbon’un önemli bir dini bayram gününde, 1 Kasım 1755’te yaşadığı yıkıcı depremi, 11 yıl sonra yaşamış ve acı sonuçlarıyla yüzleşme sürecine girmişti. Merkezi Marmara Denizi’nin doğusunda olan bu depremin yalnız İstanbul’da değil, komşu bölgelerde de (İzmit’ten Tekirdağ’a, Trakya’nın kuzeyine ve Marmara Denizi’nin güneyine uzanan geniş bir alanda) çok sayıda yapıda çeşitli derecelerde hasar meydana getirdiği bilinmektedir. Üstelik çok geçmeden, 5 Ağustos Salı günü (28 Safer 1180) saat 12:30’da, merkezi bu kez Marmara Denizi’nin batısında olan ikinci bir büyük sarsıntının yaşanması, hasarları daha ciddi, dolayısıyla yapı onarım etkinliklerini de daha yoğun bir duruma getirmiştir. 18. yüzyıl belgelerinde 22 Mayıs depremi “zelzele-i azime” (büyük deprem), “zelzele-i şedide” (şiddetli deprem) gibi deyişlerle anılırken, 5 Ağustos depremine “Salı günü vaki olan zelzele” ya da “badehu vuku bulan zelzele” (daha sonra olan deprem) biçiminde gönderme yapılmaktadır. Bazı onarım keşiflerinde, 22 Mayıs depreminin oluşturduğu hasarların ikinci sarsıntıda daha da ağırlaştığını ve yeni müdahalelere gerek duyulduğunu ortaya koyan ifadeler vardır. Örneğin Sultanahmet Külliyesi yapıları ile Eski Saray’ın bazı bölümleri 5 Ağustos’taki sarsıntılar nedeniyle ek hasara uğramış, onarımları daha güç ve masraflı bir duruma gelmiştir.

Tanıkların İfadeleriyle 22 Mayıs Depremi

22 Mayıs 1766 depremini dönemin tarihçileri nasıl kayda geçirmiştir? Vakanüvis ve şair Çeşmîzâde Mustafa Reşid “nice ebniye-i aliye(nin) berbad ü harab” olmasından söz ederken, Şemdânîzâde Süleyman Efendi “cemi ebniyye ve nüfus-ı insani ve hayvani helâk” oldu demekte, yaşanmış olan felâketin “Küçük Kıyamet” diye anılan 1509 depreminden bile şiddetli olduğunu iddia etmektedir. Sarsıntılar sona erdiğinde duman içinde kalan İstanbul’da “Ebü’l-feth Cami’i bi’lkülliye münhedim olup (Fatih Camii tümüyle yıkılıp), Sultan Bayezid Cami’i ile Edirne Kapısı’nda Mihrimah Sultan cami’leri hedme karib tahrib (yıkılmaya yakın tahrip) ve Şekerciler Hanı ve Çarşı’da Du’âmeydanı ve Kalpakcılar suuku ve Bezzazistan etrafı ve Saray-ı atik ve Hisar-ı İstanbul duvarları ve Yedikule ve Vezir-hanı ve Küçük Çekmece ve Esir-bazarı ve sair hanlar ve kârgir cevami (camiler) ve ba’zen ahşabdan olan binalar ve Galata ve Üsküdar da ba’zen rahnedar....” olmuştur.

Topkapı Sarayı yapıları da hasarlıdır. Tarihçi “telef olan nüfus-ı insani dört bin keşf olundu” diye eklemekte, İstanbul’da deprem ve yangının eksik olmamasını kentin üçgen biçiminde olmasına bağlamaktadır. Gerçekten de deprem en büyük hasarı, yerleşimin en yoğun olduğu, Tarihi Yarımada diye anılan, üçgen biçimindeki suriçi İstanbul’unda yapmıştır. Yine Şemdânîzâde Süleyman Efendi’ye göre, 75 gün sonra yaşanan 5 Ağustos depreminin büyüklüğü de ilk depreme yaklaşmış, Galata, İzmit ve Yalakabad’da (Yalova) büyük hasar meydana gelmiştir. “Hatta Karamürsel mahkemesi ahşabdan iken münhedim oldukda, kadının dört nefer etba’ı helak..” olmuştur. Tarihçiye göre dokuz ay içinde dördü şiddetli olmak üzere sık sık yaşanan ve insanları çadırlarda barınmaya zorlayan sarsıntılar, gaflet içinde bulunanlara ve günahkârlara bir “tembih” sayılmalıdır. 22 Mayıs 1766 depremiyle ilgili bilgi veren bir diğer kaynak, tarihçi Hâkim’in Vekayiname adlı iki ciltlik yapıtıdır. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunan bu elyazması kitap, “hin-i fetihten beri görülmemiş” olduğu iddia edilen 22 Mayıs 1766 depreminin ve bunu izleyen hafif ya da şiddetli sarsıntıların yol açtığı yapısal hasarları ortaya koymakla kalmamakta, depremin yarattığı toplumsal psikolojiyi de yansıtmaktadır. Hâkim, 80 saat boyunca, gece gündüz sürdüğünü söylediği sarsıntılar sonunda “bina altında 4-5 bin adam” kaldığını bildirmektedir. İnsanlar dış mekânlarda, çadırlarda barınmış, bu hali görerek çok üzülen Sultan III. Mustafa “büka edüp” (gözyaşı döküp) “fukara ve zuafaya in’am ve ihsan”(yoksullara ve zayıflara yardım ve iyilik) buyurmuştur. Fatih Camii’nin durumu karşısında “azim teessüf” eden Sultan, Vakfın yeterli parası olmadığını görünce, onarım için Hazine-i Hümayun’dan para verilmesi için emir ve ferman çıkarmıştır. Tarihçi, büyük depremden 23 gün sonra yaşanan ikinci bir “hareket-i arziye”den de söz etmektedir. Daha hafif olan bu deprem, cuma namazı sırasında meydana gelmiş, “halk camilerden taşra firar eylemiş”, böylece “cuma namazı tamam kılınamamıştır”. Bu sarsıntının can ya da mal kaybına yol açtığına dair bir bilgi bulunmamaktadır.

Hâkim’in verdiği bir başka ayrıntı, dönemin zihniyetini yansıtması bakımından ilginçtir. Büyük deprem olduğunda “Rusiye (Rusya), yani Moskolu tarafından” adamlar geldiğini söyleyen Hâkim, bunların İstanbul’daki depremden haberdar olup ehl-i islamın cami ve mescitleri yıkılmış diye kiliselerinde kandil yaktıklarını ve “izhar-ı meserret eyledikleri”ni, yani sevindiklerini iddia etmekte, ama çok geçmeden orada da büyük bir deprem olarak can ve mal kaybına yol açtığını bildirmektedir. Bir anlamda Hâkim, kötü düşüncelerin karşılıksız kalmadığını söyleyerek, yüreklere su serpmektedir.

22 Mayıs depremiyle ilgili bir başka canlı tanıklık, olaydan altı gün sonra, bir gazete için kaleme alınmış İtalyanca bir rapordur. Bu raporda hasarlı yapılardan söz edilmekte, Ayasofya Camii, Valide Hanı ve Büyük Han dışında depremden etkilenmemiş hiçbir taş yapı kalmadığı iddia edilmektedir. Can kaybı konusunda kesin bir rakam vermek için henüz erken olduğu söylenmekle birlikte, ölü sayısının 800-900 kişiye ulaştığı tahmin edilmekte, depremin bir tatil gününde ve erken bir saatte meydana gelmiş olmasının bu sayıyı azalttığına dikkat çekilmektedir. Rapora göre, deprem sabah namazının ardından, camiler boşaldıktan sonra olduğu için toplu ölümler nispeten azalmıştır.

Öte yandan, bayram olduğundan hocalar ve öğrenciler okullarda değildir. Çarşı ve bedestenlerde dükkânlar açılmamıştır. Hamamlarda ise, depremin olduğu saat tam erkeklerin yerlerini kadınlara bırakmak üzere ayrıldıkları saattir. Rapora göre, sarayın kuzeyindeki dış mahalleler şehir kadar çok etkilenmemiştir ama Galata ile Tersane bölgesinin denize bakan kesimlerinde yoğunlaşan bir hasar gözlenmektedir. Sarsıntılar sürerken Galata’ya doğru büyük dalgalar yükselmiş, sonra şehir üzerine hızla düşerek kıyılarda su baskınlarına neden olmuştur. Arşiv belgelerinin, bugün Japonca “tsunami” sözcüğü ile adlandırılan bu dev dalgalara Osmanlılar’ın “badsarsar” dediklerini ortaya koyduğu da belirtilmelidir.

İstanbul’un 1766 depreminden sonra yaşadığı en şiddetli deprem olan 1894 depremine ait bir çizim. (Le Journal Illustré LE N°30 de 29 Juillet 1894

22 Mayıs 1766 depremini yaşamış ve gördüklerini anlatmış bir başka kişi de, “İstanbul’un Topografik Tarihi” başlıklı Ermenice kitabın yazarı olan Sarkis Sarraf-Hovannesyan’dır. Yazar, şehri taş yığınlarıyla dolduran ve bu yığınları, “gözyaşları gibi” binaların önüne indiren sarsıntıların hangi yapılarda hasara yol açtığını özetle belirtmiştir. Ermeni halk şairi Minas Ceranyan’ın kaleme aldığı deprem destanları da anılmalıdır. Ceranyan, birçok binanın temelinden söküldüğünü, birçok sarayla kervansarayları, sayısız minareyi, muhteşem kemerleri yıkan büyük depremin çok sayıda cana mal olduğunu, İstanbul’un “açılmış gül iken solduğunu” söylemekte, “bütün bunlar günahlarımız için vuku buldu ve sefaletimize nasihat oldu” demektedir. Şaire göre İstanbul “günah sebebinden” kazaya uğramış, “helalle haram birbirine karıştığı için” bu olay yaşanmış ve “yetmiş iki millet yolundan aştığı için” yer titremiştir.

Gerçekten de, 22 Mayıs 1766 depremi meydana geldiğinde İstanbul, 72 milleti ağırlayan büyük bir kenttir. Nüfusun ne kadar olduğunu ortaya koyan kesin veriler bulunmamakla birlikte, çeşitli tahminler yapılmıştır. 18. Yüzyıl sonunda İstanbul’a gelen seyyah J. Dallaway, suriçi İstanbul’uyla birlikte, Galata, Üsküdar ve Eyüp ile Boğaz köylerinde en az 400.000 kişinin yaşadığını söylemektedir. Fransız seyyah A. Olivier bu sayıyı 500.000’in üstünde olarak tahmin etmiş; İnciciyan, bir sayı söylememekle birlikte İstanbul’un, Pekin ve Nankin şehirlerinden sonra dünyada üçüncü geldiğini belirtmiştir. Arşiv belgeleri, 18. yüzyılın ikinci yarısında İmparatorluk başkentinin sürekli bir göçe maruz kaldığını, ancak yangınlar hiç eksik olmadığı için konut sıkıntısı çekildiğinden, taşradan olan göçlerin durdurulmaya çalışıldığını ortaya koymaktadır. Sultan III. Mustafa’nın Nisan 1763 sonunda verdiği bir hükümle İstanbul’da başıboş gezenler ile işsiz dolaşanların memleketlerine iadesini emretmesi ya da şehirde gerçekten işi olanlarla tüccarlar dışında kalanların ve serserilerin iskelelerden geçirilmemesine dair hükümler bulunması, belli ki nüfus kontrolünü sağlamaya yetmemiştir.

Bir tarihsel olayı, oluştuğu dönemin koşulları içinde kavramak için canlı tanıklıklar kuşkusuz değerlidir ve belgesel bir nitelik taşımaktadır. Yapı hasar ve onarımlarını aydınlatan metinlerin başında ise, dönemin inşaat ve onarım keşifleri gelmektedir. Bu belgeler, 1766’da yaşanan iki büyük depremi izleyen birkaç yıllık dönemin yapı onarımları açısından çok yoğun geçtiğini, adeta tüm Osmanlı başkentinin bir şantiye görünümünde olduğunu ortaya koymaktadır. 22 Mayıs depreminin ardından İstanbul’da yapı çalışanları ve malzemeleri açısından bir sıkıntı yaşanmış ve bunun giderilmesi için çeşitli adımlar atılmıştır.

Özellikle işgücü aktarımı konusunda genel bir seferberlik ortamı yaratılmak istenmiş gibidir. Örneğin, depremin hemen ardından, harap ve yıkılmış olan binaların onarımı ve yeniden yapımı için İstanbul’da yeterli sayıda hamamcı ve dülger esnafı bulunmadığından, Kayseri ve civarından eleman gönderilmesi istenmiştir. Yine aynı tarihlerde, depremin üzerinden henüz iki hafta geçmişken, bu kez Yedikule’de yıkılmış olan kârgir binaların onarımı için Görice (bugün Arnavutluk’ta Korça/Körice) sakinlerinden duvarcı Panayot’un 200 duvarcı ve ameleyle birlikte derhal İstanbul’a gelmesi talep edilmiştir. İstanbul surlarının yıkılan kesimlerinin onarılması için de Şile, Yalova, Pazarköy, Gemlik, Riva ve İznik kazalarında çok miktarda olduğu söylenen duvarcı ve amelelerin İstanbul’a gönderilmesi buyrulmuştur. Topkapı Sarayı’nda, Tersane-i Amire’de ve başka mirî binalarda yapılacak onarımlar için çok sayıda marangoz amelesi gerektiğini, bunun için Heybe (Heybeli?) ve Kızıl (Kınalıada?) adalarda olan ve “kefere” binalarında çalıştıkları haber alınmış bulunan tüm marangoz amelelerinin derhal gönderilmesini isteyen bir belge de bulunmaktadır. Belge sonuna eklenmiş yazı, aynı talebin Kocaeli sancağına da yapıldığını ortaya koymaktadır. Deprem sonrasının en büyük inşaat faaliyetlerinden biri olan Fatih Camii’nin yeniden yapımı sırasında ise, Halep ve civarında oturan “fenninde mahir ve işgüzar” 20 nefer taşçı amelesinin İskenderun ve Payas iskelelerinden gemiyle İstanbul’a gönderilmesi istenmiş, yine Fatih Külliyesi yapılarının onarımı için Rodos, İstanköy ve Sakız adalarından “her ne miktar olursa” üstad taşçı amelelerinin İstanbul’a sevki buyrulmuştur. Deprem ertesinde, çok miktarda yapı taşı, kereste ve demire de ihtiyaç duyulduğundan, bunların sağlanabileceği yörelere çağrı yapılmış ve gerekli malzemelerin hemen gönderilmesi istenmiştir. Arşiv belgeleri arasında bulunan bir hüküm, Topkapı Sarayı ile Eski Saray’ın depremde yıkılan bölümlerinin onarımı için gereken taşların Karamürsel’den gönderilmesi istenmiş olduğu halde, taşçı esnafının başka bir işi bahane ederek bu isteği yerine getirmediğini ortaya koymaktadır. Taşların derhal hazırlanarak kayıklarla İstanbul’a gönderilmesi emrolunmuştur. Deprem sonrasında, yapımında İstanbul dışından en fazla malzeme istenmiş yapıların başında Fatih Camii gelmektedir. Bu yapı için malzeme istenirken, hep Fatih’in yapısı olduğu için “ebniye-i saireye kıyas olunamayacağı” (diğer binalarla karşılaştırılamayacağı) hatırlatılmakta ve özel bir dikkat ve özen gösterilmesi istenmektedir.

1766 depreminde yıkıldığı için yeniden inşa edilen Fatih Camii’ni, külliyenin diğer 15. yüzyıl yapılarıyla birlikte gösteren Pervititch haritası.

Ne var ki, konuyla ilgili belgeler yan yana getirildiğinde, dikkat ve özen beklentisinin kağıt üzerinde kaldığı anlaşılmaktadır. Yapının temeli için Karamürsel’den çıkarılıp iskeleden kayıklara yüklenerek İstanbul’a gönderilmesi istenen od taşları, her türlü ihmal ve gevşekliğin cezalandırılacağı ısrarla belirtildiği halde, bir türlü istenen miktarda ulaştırılamamış, İstanbul’dan 10 Arnavut taşçı neferinin Karamürsel ocaklarına gönderilmesi ve onların da yoğun olarak taş kesme çalışmalarına katılmaları da sorunu çözmemiştir. Bu kez de, iskelede biriken taşların nakledilmesinde çeşitli aksamalar yaşandığı anlaşılmaktadır. Görevini gereği gibi yapmayarak işlerin aksamasına neden olanların ölüm cezasına çarptırılacağının ima edilmesi bile işlerin akışını değiştirmemişe benzemektedir.

İstanbul konutlarının deprem karşısındaki davranışlarını belgeleyen kayıtlara ender olarak rastlanmaktadır. Konutlar ancak, onarımı devletin sorumluluğunda olan bir yapının yakınında olup bunun yıkılması üzerine zarar gördüklerinde söz konusu edilmiştir. Osmanlı arşivinde bulunan, evinin onarılması için Saray’a başvuranların, özellikle kadınların verdiği arzuhaller dikkat çekicidir. Özetle söylemek gerekirse, 22 Mayıs ve 5 Ağustos 1766 günlerinde yaşanan sarsıntılar, İstanbul’da Tarihi Yarımada’da yoğunlaşan büyük bir yıkıma yol açmış, kentin anıtsal yapıları, surları, konutları, suyolları hasar görmüştür. Depremin en ağır hasarlı yapılarının, İstanbul’un fethini izleyen yıllarda inşa edilmiş Fatih ve Eyüp camileri, Yedikule Hisarı, Eski Saray, Kapalıçarşı’da İç Bedesten ile Sandal Bedesteni gibi yapılar olması dikkat çekicidir. Bunlardan Fatih Camii’nin onarılamayacak kadar hasarlı olduğu anlaşılınca, yapı yıkılarak yeni bir plan şemasına göre yeniden yapılmış, aynı karar Eyüp Camii için 34 yıl sonra verilmiş ve uygulanmıştır.

Davut Paşa Camii’nin deprem hasarlarını gidermek için sütun ve kemerlerinde yapılan müdahalelerden bir örnek. ©Deniz Mazlum

Anılan diğer yapıların da kapsamlı bir onarımdan geçirildiklerini belgeler ortaya koymaktadır. İmparatorluğun başka bölgelerinden de sağlanan işgücü ve malzeme desteğiyle, öncelik mirî hizmet yapılarına verilerek, sıradan tamirlerden yeniden yapıma kadar uzanan geniş bir müdahale yelpazesi dikkati çekmektedir. Arşiv belgelerinin incelenmesi, 1766’da İstanbul’da 2,5 ay arayla yaşanan iki büyük depremin, yapı ve kent ölçeğinde kökten değişikliklere vesile olacak ve ders alınacak bir olay olarak algılanmadığı izlenimini vermektedir. Geleneksel yapım yöntemlerini ve yaşama kültürünü büyük ölçüde eskisi gibi sürdüren kaderci bir anlayış egemen olmuş, kara ve deniz surlarına ya da Galata Surları’na bitişik olan ve depremde, yıkılan duvarların molozları nedeniyle hasar gören konutlar yine aynı yerlerde inşa edilmiş ve pek çok onarımda mevcut enkazın yeniden ayağa kaldırılmasıyla yetinilmiştir.

Oysa, 1755’te meydana gelen yıkıcı depremden sonra Lizbon’da yapılmış düzenlemeler ve geliştirilen yeni yapım sistemleri, “Aydınlanma Çağı”nın gereklerine uyularak akılcı bir yol izlendiğini ve planlama kavramının önemsendiğini ortaya koymaktadır. Lizbon’da, benzer bir felaketin yeniden yaşanması durumunda can ve mal kaybını azaltmak için ne gibi önlemler alınması gerektiği, hem mimarlık, hem de şehircilik açısından araştırılmış ve yalnız mimari sistemler değil, ortak kentsel mekânlar da deprem gerçeği göz önünde bulundurularak yeniden biçimlendirilmiştir. Bu yönüyle, Lizbon ve İstanbul’da yaşanan depremlerin meydana getirdiği hasarlar birbirine benzese de, felaket ertesindeki yaklaşım, zihniyet ve uygulamaların önemli farklılıklar gösterdiği görülmektedir. Türkiye’de ilk yasal metin olan ve 1944’te çıkarılan “Yersarsıntısından Evvel ve Sonra Alınacak Tedbirler Hakkında Kanun”un zaman içinde geliştirilerek kapsamlı bir deprem yönetmeliğine dönüşmüş olması kuşkusuz değerli ve önemlidir. Ne var ki, 22 Mayıs 1766 depreminin üzerinden 254 yıl geçtikten sonra, üstelik de benzer büyüklükte bir depremin yakın bir gelecekte yaşanacağı meçhul değilken, bugün de ihmal, kayıtsızlık ve kadercilikten yakınmamız, devlet ve toplum zihniyetinin iki buçuk yüzyılda çok da değişmediğini ortaya koymaktadır. Bu da, üzerinde düşünülmesi ve bilimsel çözümler geliştirilmesi gereken önemli bir sorun olarak durmaktadır.

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER