Doğaya Hakim Olmaya Çalışan İnsan

En başta Hitit başkenti Boğazköy-Hattuşa olmak üzere eski Yakın Doğu’nun belli başlı kentlerinde ele geçen Hititçe, Sümerce,  Babilce, Hurrice ve Mısır dillerinde yazılmış tablet ve yazıtlar felâketlerle ilgili eşsiz bilgiler içerir ve bir derece de olsa tarihçinin duyduğu hüzne teselli kaynağı olur.

Metinler sayesinde kazılarda karşılaştığımız çoğu bulguya açıklık getirmek yanında, yeni yeni beliren felâketlerin varlığını tüm açıklığıyla öğrenme fırsatımız oluşur. Efsaneler dışında felâketleri başlı başına anlatan ve kataloğa benzeyen bir metin türü olmadığından, bilgiler çok sayıda metine gelişigüzel serpiştirilmiştir; derleyip toplamak sayısız güçlükleri göğüslemeye hazır olmak anlamına gelir. Belki de doğal olayları sıralayan ve ne anlama geldiğini açıklayan Babil kanonik omina metinleri bir istisnadır. Ne var ki hepsi de teoriktir. Medeniyet hastalıkları dışında günümüz felâketlerinin tümüyle salgın hastalıkların, eski çağlarda da var olduğu kesindir. Kaldı ki kaynak metinlerde bunlarla ilgili kayıtlar küçümsenecek miktarda değildir. Yaygın felâketler arasında açlık, kıtlık, sel baskınıyer kayması,  kuraklık, aşırı soğuk, fırtına, don, yıldırım çarpması, yangın, deprem, çekirge ve salgın hastalıklar başı çeker. Yani günümüz dünyasında tüm teknik olanaklara ve alınan nice önlemlere rağmen bir yılda 50.000 insanı kurban alan doğa afetlerinin hemen hepsi, tabii bazı istisnalar dışında, eski Anadolu’da da mevcuttu.

Klimatolojik felâketlerle ilgili olarak Hititler devri Anadolu'sunun bugünküne kıyasla çok daha ormanlık ve bundan dolayı çok daha bol yağmur aldığı ve erozyonun aşırı düzeyde seyrettiği vurgulanmalıdır. Kuşaklı ve Boğazköy yakınlarındaki göllerden alınan çiçek tozu numunelerinin (Polenanalyze) ve kömürleşmiş ağaç kalıntılarının analizi, her iki bölgenin de bugünküne nazaran çok daha sık ormanla kaplı olduğunu göstermiştir.

İğneli bitkilerden çam ve ardıç oranının o zamanlar Boğazköy’ünde %47.2 nisbetinde olması, bugün sadece döküntü meşelerle kaplı İbikçam ormanında sayıları her geçen gün azalan ve yok olmak tehlikesiyle karşı karşıya kalan ağaçlarla kıyaslandığında çok yüksektir. Hititçe metinlerde felaketlere yönelik bütün kayıtların hemen hepsine yakınının mitolojik metinlerde yer de almakta olduğu ve insanlardan çok tanrıları ilgilendiriyormuş gibi bir izlenim sergilemesi dikkat çekicidir.

Tarihi metinlerde, tek tük de olsa, bazı doğa olaylarının kayıtlara geçirilmiş olması tarafsız gözlem de olsa, ilgili olayların kralın o anda yapmakta ol¬duğu herhangi bir eylemle (askeri, dini) hem zaman olmasından ve kralın eylemini destekleyen veya engel olmak isteyen bir fal işareti (omen) veya doğal işaret (fulmen) olarak algılanmış olmasından kaynaklanır. Bundan başka, bütün yararlı olan şeyleri bir nevi ödüllendirilme, kötü ve dolayısıyla zararlı olanları ise eskilerden işlenmiş bir günahın cezası olarak görme esasına dayanan inanç ve dünya görüşü büyük rol oynuyordu.

Çoğu birbirini tamamlayan dini kaideler ile kanuni önlemler (günah ve yasaklar) ve toplum kontrolü yanında asla sınır tanımayan insan egoizmine dur demenin yollarından bir tanesi de muhakkak ki, birçok yönden empoze edilen ilahî ceza korkusuydu. Aksi halde bu içgüdünün onu nerelere götüreceği, hangi meçhul felâketlere sürükleyeceği bilinmezdi! Felâket­lerin bu dini-ilahi yönü, acılarla dolu sonuçlarından daha büyük bir rol oynamış gözüküyor. Bundan dolayı, doğa afetlerini ifade eden çok sayıda kavram ve sözcüğün, "günah" (vaştul-, vaştulai-), “kızmak” (kartimmiya-), “uğursuz şey” (kallar uttar), “kötü şey” (idalu uttar), “bildirmek, beyan etmek” (işiyahh-), “fal işareti vermek” (şakiyah-), “korkutmak, dehşete düşürmek” (weritenu-) arkasında anonim olarak gizlenmiş olduğu kesindir.

Tüm diğer biyolojik yaratıklar arasında en zekisi ama bünyesi en zayıf ve kendisini savunmakta aciz kalan insan eğer akıl ve zekasını kullanmayıp, diğer hayvanlar gibi sayısız doğa afetlerine karşı kayıtsız davranmış ve karşı önlem almamış olsaydı, şimdiye dek nesli çoktan tükenmiş olurdu. Bunlardan sadece bazılarına, gücünün yettiklerine karşı önlemler alabilmiş, diğerlerine ise biçilmiş kader olarak bakmış ve teslim olmak zorunda kalmıştır. Salgın hastalıklara karşı alınmış bazı ciddi tıbbi önlemler dışında aranan çarelerin pek çoğu mistik ve majiktir, pratik ve rasyonel önlemlere yönelik haberler cılızdır. Gene de aptalca gafa düşmemek için bazı durumlarda empirik gözlemlerden ders çıkardıklarına ve gerekli önlem aldıklarına da tanık oluyoruz; mesela asla dere yataklarına ve alüvyon ovalara ev yapmamışlar, kent kurmamışlardır. Mezarlar bile Greklerin tabiriyle “sağlıklı” yerlerdeydi. Bugün bile Hitit kentlerini gezen herkese dudak ısırtacak şekilde, binalarını hem depreme karşı çok dayanıklı zeminlerde, hem de su baskınlarından uzak yerlere yapılmış olduğunu görüyoruz. Alınacak önlem bulunmayan diğer durumlarda felaket kapıya dayandığındaysa, bu dünyanın aynı zamanda tanrıların da yaşam alanı olduğu mantığından hareketle mücadele görevini onlara yüklemiş olduklarını görüyoruz. Bu konuda metinler dini korunma ve def etme yolları ve büyü reçeteleriyle doludur.

Her türden kötülüklerin büyüsel yöntemler kullanılarak bir günah keçisine yüklenmesi ve düşman ülkesine salıverilmesi bile felâketlere karşı uygulanan büyü ağırlıklı yöntemlerin ağırlıkta olduğunu açıkça gösterir.

Virüs ve Mikrobun Ne Olduğunu Bilmeyen Toplumlarda Salgın Hastalıklar

Ölümden korkmayan, nedenlerini merak etmeyen ve kaçınma yollarını aramayan kimse yoktur. İnsan ancak yaşam çekilmez olduğunda ve aşırı zorlandığında gönüllü ölüm ötenazi veya intihar yolunu seçebilir! MÖ 15. yüzyılda yaşamış olup ruh hastalığına veya depresyona benzeyen bir rahatsızlıktan yakınan prens Kantuzzili, yaşamın değerini iyice idrak etmiş olan ruh halini bir duasında şu sözlerle dile getiriyor: “Yaşam ölümle, ölümse yaşamla yakından ilgilidir. İnsanoğlunun ömrü sonsuz değildir. (Aksine), günleri sayılıdır. Eğer insanoğlunun ömrü sonsuz olsaydı, bir süre için kötü bir hastalığa katlanabilirdi ve bu hastalık onun için bir intikam olmaktan çıkardı.” 

Çoğu göksel dinde hâkim dünyanın faniliği Mezopotamya inançlarından kaynaklanmaktadır. Orada “Bu dünya fanidir, insanın günleri sayılıdır; her ne yaparsa yapsın, o bir rüzgardır (yani eser gider)”, denirdi. Efsanevî Uruk kralı Gilgamiş’i ölümsüzlüğün çarelerini aramak için uzak diyarlara iten bu ilkel korkunun ta kendisiydi. Cennete gidecekleri zannıyla avunanlar bile aynı korkunun pençesinde kıvranırlar. Zaten cennet hasretinin arkasında yatan motif de ölümü güzelleştirmekten başka bir şey değildir.

 

İster bireysel, isterse toptan olsun nihai ölümün ne zaman yakalarına yapışacağını kesin olarak bilemeyen insanlar sürekli bekleme halinde olmuşlardır. Bu, insanı bu dünyadan koparan, mistisizme iten, tahammülü zor sıra dışı bir bekleyişti. Paranoyaklığı ve hipokondriyaklığıyla yakından tanıdığımız III. Hattuşili olması muhtemel bir Hitit kralının insanı çileden çıkaran bu bekleyişten sabrı bir güzel taşmış olacak ki, çareyi falcılara gitmekte bulmuş; onlardan bugün mü, yarın mı, yoksa daha sonra mı öleceğini sorup öğrenmelerini emretmiş ve böylece bir an önce bu işkenceden kurtulmak istemektedir. Çünkü sürekli bekleyiş ve endişe dolu böyle bir var oluşun hayat değil, cehennemin ta kendisi olduğunu deneyimleriyle o da öğrenmişti! Bir rahatsızlıktan sağlaştırılmaya çılışılan sıradan bir Hititlinin bir ayinin akışı içinde “Bırak onlar ölsünler gitsinler ama ben ölmek istemiyorum!” diye haykırması, çok ibret vericidir ve insanın kaçınılması mümkün olmayan bu alanda da kolektiviteyi bir yana iterek bencilleştiğinin bir başka kanıtıdır.

Eceli gelenlerin tek tek göçüp gitmeleri hadi neyse de, epidemiler veya pandemiler sonucu çoluk çocuk dahil herkesin kitle halinde ölmesi, sağ kalanlarda panik, travmaya neden olmuş, köklü değişiklikler yaratmıştır. Şimdi ister istemez egosunu bir yana bırakan insan, acaba ölecek miyim değil, yoksa toptan mı telef olup gideceğiz ve ne zaman, diye sormaya başlamıştır. Uygarlık tarihi açısından veba salgınlarının insanların daha yüksek uygarlık seviyelerine ulaşmasında büyük etken olduğu ve yeni dürtüler (stimulation) yarattığı üzerinde bile durulmuştur; çünkü kitle halindeki ölüm vakaları, geride kalanlarda içgüdüye dayalı inanılmaz bir yaşam tutkusu yaratır, onları hayata çok daha sağlam ve bilinçli bağlar, yeni yeni var olma yaşam yöntemleri aramaya itermiş. Hatta, Egon Friedell ve Plagues and Peoples ve Türkçe’ye de çevrilen Dünya Tarihi kitaplarının yazarı meşhur evrensel tarihçi William Hardy McNeill gibi değerli bilim adamları Avrupa’da Yeniçağın başlamasının, 1347'lerdeki vebada salgınına bağlayan araştırmacılar vardır. Bu, gerçek olabilir, çünkü “kaostan düzen doğar” derler ki, Hitit tarihinde bunu teyit eden örnekleri vardır. Her yaygın salgından sonra birçok alanda beklenen toptan çöküş yerine ani gelişme ve büyük atılımlar olduğunu görüyoruz. I. Şuppiluliuma’nın son yıllarında başlayıp ta II. Murşili devrinin sonlarına kadar devam eden, Şuppiluliuma, II. Murşili, oğlu II. Arnuvanda ile nice prensler ile halk kitlelerinin ölümüne neden olan meşhur vebayı örnek olarak alalım. II. Murşili kadere boyun eğmeyerek, tüm olanaklarıyla bu vebaya karşı koyduysa da, tabii önünü alamadı ama vebanın bu anlamda faydaları oldu. Yaptırdığı arşiv araştırmalarına göre, babası I. Şuppiluliuma’nın Mısır ülkesinden getirmiş olduğu savaş tutsaklarının o musibeti Hatti’ye getirdikleri ortaya çıktı. Hititler fena halde yakalanmışlardı, çünkü bu ve buna benzeyen salgın hastalıklar bağışıklığı olmayan toplumlarda daha çok yok edici olabiliyordu. Bunun yanında geçirdiği onca felâket, kaza ve hastalıklara rağmen epidemiden ders alan zeki kral pes etmemiş, çareyi mümkün olduğunca Anadolu dışı seferlere çıkmamakta aramıştır.

Hastalıkların türlü çeşitli nedenleri arasında insanın bünyesi, beslenmesi, yaşam tarzı, iklim koşulları ve ortamı büyük rol oynar. İnanması zordur insanoğlu yerleşik hayata geçtikten sonra hastalıklar dahil çok daha fazla felâketin hedef ve kurbanı olmuştur. Ama avcı ve devşiriciyken hem gıda maddelerinin kaynakları, hem de besin değeri (protein, vitamin, kalori) zengindi. Oysa yerleşince bitki ve hayvanların türleri ve kaliteleri kısıtlandı. En başta buğday gibi bir kalem malın yetişmemesi yaygın kıtlık ve açlığın kucağına itti. Kazıkla çakılmış gibi yerleşmişti ve şimdi artık kolay kolay kaynakları tükenen bölgeleri terk edip başka yerlere de göç edemiyordu. Oysa göçebelik, avcılık ve devşiricilik devirlerinde hem nüfus azdı, hem de köpek dışında çoğu hastalık taşıyıcısı hayvanlarla bir arada yaşamıyordu. Sonra özel mülkiyet olmadığından sahiplenme ve mal varlığını savunmadan kaynaklanan savaşlar yok gibiydi. Muhtemelen aile hayatı da yoktu ve kıskançlıktan kaynaklanan öldürme vakaları da bilinmiyordu.

Yaygın inanç, hastalıkları yaratanlar tanrılar ve kötü ruhlardır, der. Hititçe “hastalanmak” sözcüğü geçişli bir fiildir ve Hititçe’de “hasta olmak” sözcüğü iştark- geçişli bir fiildir ve arkasında özne olarak hep ya bir tanrı, ya da bir kötü ruh veya cin saklıdır; böylece fiil “falanca insan falanca tanrı tarafından hasta edildi” biçiminde algılanılır. Belki de hastalıkların belirmesine, tıpkı Mezopotamya tıbbında olduğu gibi her nasıl oluyorsa “tanrı elinin dokunması” neden oluyordu. Temel prensip budur. Bundan dolayıdır ki, yukarıda bir duasına değindiğimiz prens Kantuzzili aynı metinde

Bana bu hastalığı hangi tanrı verdi? Ey Güneş Tanrısı, o tanrı ister gökte, ister yerde olsun, sen o (tanrıya) git ve ona sor. Ey tanrım ben sana ne yaptım, ne günah işledim? Beni yaratan tanrım! Kara toprağı yaratan(?) tanrı! Şimdi ben sana ne yaptım (bana bu hastalığı verdin?”

diye haykırmaktadır. Kendisi bir Hurrili olduğu için insanlara kızan tanrıların onları öldürdüklerine içtenlikle inanan kraliçe Kizzuvatnalı Puduhepa, eniştesi Tattamaru’ya yazdığı bir mektupta şöyle demektedir:

Sen Tattamaru, kız kardeşimin kızını eşin olarak almıştın. Ne var ki, kader tanrıçası (Gulşeş) sana kızdığı için onu öldürdü”.

İnsanlara kızdıkları için salgın hastalıkları kullanarak  intikam alan olağan tanrılar yanında işleri güçleri hep insanlara kötülük yapmak olan Işara, Lelwani ve Yarri gibi söz yerinde ise “meslekten” hastalık cinleri de vardır. Bunlar ister kızsın isterse kızmasın (şeytan olduklarından zaten hep kızgın ve kindardırlar!), her fırsatta insanlara dünyayı cehennem etmeye hazırdırlar. Diğer kötülük cinleri gibi bu güçlerin çoğu, hiç kimsenin inmek istemediği  yer altında ikamet ederlerdi. İnsanın ne edip eyleyip onları bu dünyaya çıkarmamaya gayret etmesi gerekirdi. Engelleme yöntemlerinden biri kurbanları zamanında sunmak, bayramları takvimde öngörüldüğü şeklinde muntazaman kutlamak, onlara dokunmamak, asla kızdırmamak, tapınaklarına ve heykellerine iyi bakmak, sürekli hoşnut tutmaktı. Peki ama tanrılar insanı niye hasta ediyorlardı? Hastalık bir ilahi cezalandırma şekliydi de ondan! Kusur işlediklerinden, ihmal ve hata yaptıklarından hasta ediliyorlardı! İnsanın kusurlu, her an günaha girme eğiliminde olduğunu, göksel din mensubu öncesi insanlar da çok iyi biliyorlardı. Boşuna “yanılmak insana özgüdür” (errare humanum est), demiyorlardı. Bütün Mezopotamya’da “Eğer tanrı bir insana kızarsa, onu hastalandırır”, desturu hakimdi ve bu inanç Hurriler üzerinden Hatti’ye kadar gelmişti. Yani bu bir bakıma Theodezee’den başkası geğildi. Şu Hitit tanrıları da çok çıt kırdımlardı! İnsanların aklına fikrine gelemeyecek olur olmaz şeylere kızıyorlardı. Aç gözlü bir rahibin kurban ekmeğinden bir lokmayı, bir kadeh şarabı aşırması, meyhanelerde sabahlara dek hayat kadınlarıyla gönül eğlendiren rahibin gusül abdesti almadan saban iş başı yapması, pis bir adamın kurban malzemesine dokunması, aptalın teki bir memurun dikkatsizliği, aybaşı gelmiş bir kadının nesnelere dokunması, kralların en ufak gafleti sadece bazılarıydı.

Bunun yanında hastalık nedenleri empirik gözlemlerle de açıklanabiliyordu. Tunnavi ayininden alınan bir örnekte hastalık nedeninin düpe düz pislik arkasında saklı olduğu görülür. Ama buradaki kirliliğin hijyenikten çok ritüel anlamda kullanılan papratar olduğunu tekrar vurgulamalıyız!

“Eğer bir erkek veya kadın pisliğe bulaşmış veya başka bir insan onu pisliğin içine sokmuşsa ve (bundan ötürü) kadının çocukları peş peşe ölürlerse veya kadın çocuk düşürürse veya erkek ve kadının uzuvları pislik sonucu çatlamışsa, o insan pislik görmüş demektir ve (mutlaka) aşağıdaki ‘pislik ayinini’ yapması gerekir”.

Hijyen sadece tanrılara yutturulan ayinler ve ibadet öncesi göstermelik yıkanmalarla sınırlı değildi. En başta insan, çevre ve gıda maddelerinin temizliğine aşırı özen gösteriliyordu. Bunun yanında rasyonel olarak çok sayıda hjyenik eksiklikler gözlenmiştir. Dolaylı veya dolaysız yollardan metinlere akseden hijyeni kuralları günümüz sağlık uzmanlarının dudaklarını uçuklatacak kadar fazla ve titizdi. Zaten hijyeninin kendisi tertemiz doğadaydı.

Hastalık yaratan nedenler arasında o zaman inançlarına göre öldürücü sanat siyah büyü de önemli yer tutar. Hattuşa arşivleri ölüm cezasıyla önlenmeye çalışılan bu musibetten kurtulmak için yazılmış, derlenmiş veya komşu kültür bölgelerinden uyarlanmış sayısız büyü ayinleriyle dolar taşar. Bu ayinleri yürüten ve büyüyle ilkel tıbbı harmanlamasını bilen ve çoğunluğunu bol deneyimli yaşlı kadınların oluşturduğu meslek sahipleri Hattuşa’da rayiçteydiler ve mükemmel para kazanıyorlardı.

Veba belasının sık iskândan kaynaklandığını Hititler de pekâlâ biliyorlardı. Okul ve toplu ibadethaneler olmadığından o sıralar insanların en sıkış tıkış yaşadıkları mekânlar askeri kışlalar, esir kampları ve bayram merasimleriydi. Nitekim II. Murşili büyük vebanın nedenlerinin, Mısır’dan getirilen tutsakların barındırıldıkları kamplarda çıktığı bilgisine ulaşabilmişti. Yaptığı duada veba konusunu tanrılarına şu sözlerle şikayet etmektedir:

"(Ey tanrılar), bu yaptığınız da nedir? Ülkenin başına salgın hastalık belasını verdiniz! Salgın hastalık Hatti ülkesine çok zarar verdi. Babam, kardeşim ve benim günlerimde ben tanrıların rahibi olalı beri, yani yirmi yıldır insanlar hep ölmekte. Kurban ekmeği ve içkisi sunacak az sayıdaki insanlar da ölmektedir. Ey beyim Hatti’nin Fırtına Tanrısı (ve) siz beylerim (diğer) tanrılar; insanın günahkar bir yaratık olduğu bir gerçektir. Babam da günah işledi ve Hatti’nin Fırtına Tanrısının buyruklarını çiğnedi”.

“Bu skandal [Hatti] ülkesinin (başına bir bela olarak) çıktı ve ülke (insanları) bu bela sonucu bir bir ölmeye başladılar. Şimdiye kadar ülke [çok zarar gördü]. Şimdi ise salgın hastalık büyük boyutlara ulaştı ve Hatti ülkesi salgından [büyük] zarar, ziyan gördü. (Ülke) küçüldü gitti. Hiz[metçiniz b]en Murşili [kalbimdeki] heyecanı [bastıramıyorum artık!] (Ayrıca bedenimdeki korkuyu da bir türlü söküp atamıyorum! Hatti ülkesi salgın hastalık tarafından inim inim inlediğinden ve ülke insanlari kitle halinde öldüklerinden, Tuthaliya skandalı ülkenin başına ağır bir bela gibi gelip oturdu”.

Fal metinlerinden birisi bu kaygıdan hareketle, askerlerin kışlalarda onar mı, yoksa yirmişer kişi olarak mı yerleştirilmeleri gerektiğini soruşturmuştur. Bir başka fal metnine göreyse Çiğdem Bayramı zamanında, hem kutlama yeri, hem de kral ve kraliçenin kışı geçirecekleri uygun yer gene fal vasıtasıyla araştırılarak seçilir.

Hititçe henkan denen ve semantik olarak “biçilen pay, kader”le ilişkilendirilen bu salgın hastalığın ne olduğu kesinlikle bilinmemektedir. Orta ve Yeni Çağ Avrupa’sında Bubonic Plague veya Kara Ölüm (Black Death) denen, farelerin taşıdığı pirelerin hızlı şekilde yaydığı bacterium yersinia pestis’in deriden insan bedenine girmesiyle başlayan korkunç hastalığa benzediği iddia edilmiştir. Geç Orta Çağ’da 1347’de Krım’dan Genova ve Marsilya’ya gelen gemideki tek bir yolcunun taşıdığı korkunç veba ortaya çıkıp Avrupa ve Asya’da 70 ile 200 milyon can aldıktan sonra kendiliğinden durduğuna göre, Hititlerde de aynısının olmuş olması muhtemeldi. Alınacak pratik önlem kalmayınca Murşili çareyi mistisizmde aramış, meşhur Veba Duaları aracılığıyla tanrısal merhamete sığınmıştır. Orta Çağ toplumlarının da toplu dua etmek ve ayin yapmaktan başka elinden bir şey gelmiyordu. Şimdilerdeyse insanlar akıl almaz önlemler yanında virüsleri biyolojik silâh olarak kullanacak kadar çılgınlaştılar! Kitlesel ölümlere çare yoktu ama bireysel hastalıklarda karşı önlemler alındığını görüyoruz. Çoğu yerde de kocakarı ilâçları ve büyüsel yöntemler hasta üzerinde sınanır, empirik sonuçlar elde edilinceye kadar elbette çok sayıda hasta hayatını kaybediyordu. Dolayısıyla bir araştırmacı “insan ister istemez sterilizasyon öncesi çağda hastalıktan çok tedaviden ölenlerin sayısı mı daha çoktu diye merak ediyor”, diye ironik olarak sormuştur.

Grotesk olarak denebilir ki, belki de Hititlerin tıpla ilgili tek keşifleri, hastalık bölgelerinden kaçmak, yani tehlikeye maruz insanları karantinaya almak olmuştur:

“Ve Aşuşuha kentinte ölüm hüküm sürmektedir. (Prenses) Apadda şimdi nerede ikamet ediyor? Onu, ölümün hüküm sürdüğü yerlerden ve komşu bölgelerden [uzak tutun!] Onu ev(in)den dışarı çıkarsınlar ve (hatalık) görülmeyen) bir başka bölgeye taşısınlar!

Veba yanında elbette başkaca hastalıklar da can alıyordu. Çiçek, dizanteri, kolera, grip salgını ve yukarıda değindiğimiz pisliğin neden olduğu bir sürü hastalık vardı.

Hititler ve Mezopotamya’da yaşayan diğer kavimler, sanki tanrıları kendilerini hizmetçi olarak yarattıklarını peşinen biliyorlarmış gibi, onların insanlara olan mutlak bağımlılığını vurgulamışlar ve ellerinde koz olarak kurnazca kullanmasını bilmişler, bu durumu gerektiğinde tanrılarla pazarlık yapacak, hatta “siz biz insanlar olmadan asla yaşayamaz, var olamazsınız ki!” diyecek kadar öteye götürmüşlerdir. Böyle bir düşünce kuşkusuz aydınlanmış kafaların ürünüdür. Ne yazık ki sadece  teoride kalması insanlığın büyük kayıp ve ayıpları arasındadır. Murşili’nin Veba Duası’nın ana mantık ve ilkesi de zaten budur. Murşili burada tanrılara, eğer ülkeyi kasıp kavuran salgın hastalığın tüm Hitit halkını alıp götürmesine daha fazla göz yumacak olursanız, size kurban sunacak insan kalmayacak ve aç ve susuzluktan siz de ölüp gideceksiniz, mantığını kullanarak onları ikna etmek istemektedir, yani burada ustaca devreye sokulan bir diyalektik söz konudur.

 

www.arkeolojidukkani.com/urun/covid-19-ilk-degil

 

 

 

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER