Malazgirt’e Giden Yolda Selçuklu Serüveni

Malazgirt Zaferi hiç şüphe yok ki, tarihin önemli dönüm noktalarından biridir. Savaşın yeri, zamanı, orduların sayısı, yol açtığı sonuçlar gibi soruların yanı sıra; Malazgirt Savaşına uzanan süreç ve savaşı zorunlu kılan tarihi zemini anlamak ta bir o kadar önemlidir. Çünkü Malazgirt, zincirin halkalarından sadece biridir; dolayısıyla diğer halkalardan bağımsız olarak anlaşılması mümkün değildir.

Türkmen savaşçıları temsil eden illüstrasyon - Osprey Askeri Tarih Serisi

10. yüzyılın ortalarında Orta Asya Kıtayların baskısı, iklim şartları ve buna göre hareket etmek zorunda olan göçebelerin birbirlerini yerlerinden atmak için girdikleri savaşlar nedeniyle göçlerle sarsılmıştı. Bozkırı yakıp kavuran kuraklık Peçenek ve Oğuzlar gibi bazı Türk boylarını ağır şekilde etkilemiş; neredeyse yüzyıl boyunca devam eden bu nüfus hareketleri Kıpçak birliğinin dağılmasıyla sonuçlanmıştı. Bunun üzerine bir kere daha şiddetlenen göç dalgası, bu sırada Orta Seyhun’dan Aral-Hazar arasına kadar uzanan bölgede, bir yabgu idaresinde yaşamakta olan Oğuzların siyasi, sosyal ve ekonomik hayatlarını da derinden etkiledi. Sosyal ve siyasi sorunlarla baş etmeyi zorlaştıran iktisadi zorluklar, Kınık boyuna mensup Sübaşı Selçuk’un yabgu ile anlaşmazlığa düşüp Yenikent’ten Cend’e göç etmesine yol açtı (985?).

Selçuk Bey, İslâm kültür coğrafyasında bulunan Maveraünnehir’de, birlikte yaşayacağı toplumun rızasını sağlamaya yönelik bir hamle yaparak Müslüman oldu. Bir avuç insanın Müslüman olması ateş olsa cürmü kadar yer yakardı; fakat -teşbihte hata yoktur- dünyayı yaktı. Bu tercih Oğuzları kısa sürede bölgenin siyasi aktörlerinden biri haline getirdi; Türk, İslam ve hatta dünya tarihinin akışını büyük ölçüde değiştirdi.

Bir kaynak Selçuk Bey’in “Burada yaşayanların bize katılmasını istiyorsak Müslüman olmalıyız” dediğini söylüyor. Bu cümle Selçuk Bey’in başkalarının hizmetine girmeye değil, yönetmeye talip olduğunu; kendisi için değilse bile oğulları ve torunları için bir gelecek kurgusunun olduğunu ortaya koyuyor. Ancak bir çeşit ölüm kalım savaşı olan bu hayalin nasıl gerçekleştiğine dair bir ipucu vermiyor. Kısa bir yazının sınırlarını çok aşan bu sürecin, bütünüyle değerlendirilmesi mümkün olmasa da; nirengi noktalarına işaret edilerek ana hatlar belirlenebilir.

Kaynakların artık Türkmen olarak da andıkları, Selçuklu ailesi önderliğindeki Oğuzlar, rekabet potansiyellerinin farkında olan Karahanlıların baskısı altında bulunuyorlardı. Bu nedenle yeni yaşam alanları arayışları devam ediyordu. Nitekim Çağrı Bey’in meşhur Anadolu seferi, bu uğurda belki macera sayılabilecek bir arayıştı. Nitekim birkaç bin kişilik bir orduyla Horasan ve Kafkasya’yı geçip Van ve Kars bölgesine akınlar düzenleyen Çağrı Bey, geri döndüğünde Tuğrul Bey’e Horasan ve Rum’un fethedilebileceğini rapor etmişti. Keza Bizans İmparatoru da bu küçük ama sarsıcı akına bakarak, muhtemel Türk tehlikesini görmüş; Doğu Anadolu’daki Ermenileri iç bölgelere göç ettirip, şehirleri garnizonlara dönüştürerek tedbirler almaya girişmişti.

Bununla birlikte Maveraünnehir’de tutunamayıp Horasan’a göç eden Oğuzların Gaznelilerle girdikleri yüksek yoğunluklu mücadele, 1040’da Dandanakan’da, bağımsızlıklarını ilan etmeleri ile sonuçlandı. Bu olay Çağrı Bey’in Horasan’ın fethedilebilir olduğuna dair öngörüsünün gerçekleşmesiydi.

Ancak bu başarı, Gazne barikatı çökünce, yurt bulmak umuduyla Horasan’a akın eden göçebelerin (Oğuz/Türkmen) yurt arayışına çare olmadı. Selçuklu iktidarını kuran Oğuzların akın akın Horasan’a göç etmesi artık devletin en önemli meselelerinden birini oluşturuyordu. Zira Selçukluların yönetmeye talip oldukları topraklar, etnik kimliği ne olursa olsun Müslümanlarla meskûndu. Dolayısıyla Selçuklu yöneticileri ne üzerine devlet oldukları ahaliyi incitmek ne de soydaşlarıyla yollarını ayırmak şansına sahip değillerdi.

Selçuklu yöneticileri bu açmazı, yurt arayışı içerisinde olan soydaşlarını gaza, cihat gibi dini motivasyonla da besleyerek ama bir devlet politikası olarak Bizans topraklarına yönlendirerek çözdüler. Yani bundan sonra Anadolu’ya yapılacak akınlar, büyük oranda devletin politikası doğrultusunda olacaktı. Nitekim Kutalmış, İbrahim Yinal, Şehzade Hasan, Yakutî gibi hanedan mensupları; Artuk, Çubuk, Sunduk, Çavuldur, Saltuk, Mengücük gibi Türkmen beyleri ile Tuğrul Bey, Alp Arslan ve Melikşah gibi bizzat sultanların düzenledikleri seferlerle meselenin sahibi olduklarını kanıtlamışlardır. Bu izlenen yol da Çağrı Bey’in Rum’un fethedilebileceğine dair tespitinin yürürlüğe konulmasıydı.

Kafkasya’nın üs olarak kullanıldığı bu seferlerin başlıca stratejisinin: ana arterleri elde tutmayı sağlayacak, geri dönüş yollarında Türk kuvvetlerinin baskınlara uğramasını engelleyecek ve mümkün olduğunca az kayıplarla müstahkem kaleleri ele geçirmek olduğu görülmektedir. Bilindiği gibi Tuğrul Bey Muradiye ve Erciş’i aldıktan sonra Malazgirt’i kuşatmış; bir kısım kuvvetlerini de aynı düşünceyle Kars bölgesine sevk etmiş; fakat bu sefer kısmen başarısız olmuştu. Bu tecrübe Sultan Alp Arslan’a Malazgirt’ten önce Kuzeydoğu Anadolu’da başka kalelerle birlikte müstahkem Ani’nin fethinin gerekliliğini göstermiştir.

Alparslan'ın askerleri ve ovanın illüstrasyonu

Malazgirt Savaşından önce Türk akınları Sakarya havzasına kadar ulaşmış, Bizans’ın Anadolu’nun doğusu ile irtibatı büyük ölçüde kesilmiş bulunuyordu. Buna rağmen Türkler zapt ettikleri yerlerde saldırı potansiyelini muhafaza eden Bizans kuvvetleri nedeniyle güven içerisinde yerleşemiyorlardı. Ancak Bizans tarafından bakıldığında, Türk tehdidi o kadar vahim bir hale gelmişti ki Romanos Diogenes, üç buçuk yıllık saltanatına dört sefer sığdırmak zorunda kaldı.

Buna rağmen Büyük Selçuklu sultanlarının doğrudan Anadolu’nun fethine yönelik siyaset izlemedikleri, Mısır’ı/Fatımîleri öncelediklerine dair görüş ve eleştiriler de vardır. Fakat Selçukluların zamana yayılmış bir mücadele örneği olan imparatorluk paradigması dikkate alındığında, bu eleştirilerin çok da yerinde olmadığı anlaşılmaktadır. Bu paradigmanın dayandığı bazı hususlar şöyle sıralanabilir.

Alparslan Malazgirt İllüstrasyonu

A Selçuklu siyasetinin temel hedefleriyle ilgili olarak, Fatih’in Roma’sı gibi; kendilerini Arap-İslâm imparatorluğunun mirasçıları olarak gören Selçuklu sultanlarının bu çerçevede, Horasan-İran, Irak-Suriye ve nihai olarak Mısır’a egemen olmayı öncelikli hedef saymaları;

B Mısır’ın fethi konusunda Şiilik meselesi ön plana çıkarılmakla birlikte; aynı zamanda yoğun ticari ilişkileri dolayısıyla Bizans’a ekonomik darbe vurmaya yönelik bir girişim olarak da değerlendirilmesi;

C Selçuklu sultanlarının da tıpkı Büveyhoğulları gibi, Abbasi Halifeliğini yücelterek ama sıkı kontrol altında tutarak, bunun üzerinden İslâm dünyasının itaatini sağlamaya yönelik bir siyaset gütmeleri;

Nitekim Pasinler Savaşında hezimete uğratılan Bizans İmparatorluğuyla yapılan anlaşmanın hiçbir maddi çıkar sağlamayan, adeta hamaset kokan maddeleri tam olarak bu durumu açıklar. İstanbul’daki camiin mihrabına hak edilecek Selçuklu tuğrası yolu buradan geçenlere, iktidarın sahibinin kim olduğunu hatırlatacaktı. Keza Fatımiler adına okunan hutbenin Abbasiler adına çevrilmesi de Tuğrul Bey’in Bağdat seferinden önce, bu kapsamda İslâm Dünyasının tribünlerine verdiği mesaj olarak değerlendirilmelidir.

D Selçuklu sultanları Türk göçünün tabii, hatta önlenemez akışı doğrultusunda Anadolu’nun peyderpey fethedilmesini yeterli görüyorlardı. Gerçekten de herhangi bir nedenle Selçuklu sultanlarının da bu göçü durdurma ihtimali yoktu. Hatta zaman zaman yaptıkları seferlerle Bizans’ın karşı hücumlarıyla tıkanan göç yollarını açmayı da ihmal etmiyorlardı.

E Ayrıca hala büyük bir askeri güce sahip olan Bizans İmparatorluğu’nun, her şeye rağmen bölgenin en büyük devleti olduğu gerçeği de göz ardı edilmiyordu.

Kız Köprüsü'nden ovaya bakış

Bir imparatorluklar mezarlığı olan Anadolu binlerce yıllık tarihinde, Hititler, Urartular, Lidyalılar, Frigyalılar gibi yerel; Assurlular, Persler, Araplar gibi doğudan, büyük İskender ve Roma gibi batıdan gelen hâkimlerin hiç birisinin adıyla anılmayı hak edecek bir demografik dönüşüm yaşamamıştı. Oysa Oğuz/Türkmen göçü çok kısa sürede bambaşka bir sonuç verdi. Bu bakımdan Anadolu’nun Türkleşmesi ya da ikinci bir vatan kurulması konusu, Anadolu Tarihi için olduğu kadar Türk tarihi için de orijinal bir olaydır.

Bir fethi askeri olarak anlamak açıklamak, eğer yeterli bilgi ve belge varsa kolaydır. Fakat Küçük Asya’nın yetmiş beş yıl gibi kısa bir zamanda, yabancı kaynaklarının ifadesiyle, Türkiye adıyla anılacağı bu dönüşümü ancak yaşanan göçün mahiyeti ortaya konularak kısaca şöyle açıklanabilir.

Malazgirt Ovası hayvan sürüleri

1.En başta ifade edildiği üzere, göçün birinci hususiyeti, yurt bulmak ihtiyacıyla zorunlu olarak yapılmasıydı.

2.Türkmenler hayatta kalabilmek, varlıklarını sürdürebilmek için, aile ve sürüleriyle birlikte; yani geri dönüşsüz olarak göç ediyorlardı.

3.Yine kaynakların “Türkler her ülkeye girdiler, her beldeyi aldılar; hiçbir engelle karşılaşmadan her tarafa yayıldılar. Öyle ki almadıkları memleket, içmedikleri su, ateşlemedikleri ocak kalmadı. Ulaştıkları tüm şehirleri doldurdular”

“Türk kavmi çıkınca yeryüzünü doldurdu, zira dünya onları taşımaya yetmiyordu, birbirlerini batıya doğru ittiler”

“Çekirge istilası, denizdeki kum, gökteki yıldızlar gibi” kesretten kinaye benzetmelerinden anlaşıldığı üzere kalabalık ve

4.Tarihi belgelerden Oğuz/Türkmen göçünün beş on yılda tamamlanan bir hadise olmadığı; Dandanakan ve Malazgirt gibi önemli olaylardan sonra pik yapmakla birlikte aralıklarla devam ettiği ve son noktanın da Moğol istilâsıyla konulduğu tespit edilebilmektedir. Yani Türk göçü zorunlu, geri dönüşsüz ve kalabalık olmasının yanı sıra sürekli idi. Türk göçünün söz konusu şartları sonunda Türkiye Selçuklularının kuruluşunu hazırlamış; onlar da yüzyıllarca süren mücadelelere, krizlere rağmen milli ve siyasi birliğin şemsiyesi olarak bu toprakların Türkiye olmasını sağlamışlardır.

Oysa eş zamanlı olarak Karadeniz’in kuzeyine göç edip Bizans’ı, Rusları tir tir titreten Kıpçaklar, Peçenekler, Uzlar ve daha niceleri, buraları yurt tutamadıkları için eriyip gitmişlerdi. Gerçi Türk boyları yüzyıllarca Karadeniz’in kuzeyi başta olmak üzere, pek çok ülkeye göç etmişlerdi. Bu sebeple Türk Tarihi, bir nevi göç ve dünyanın dört bir yanında kurulan devletler tarihi olarak görülür. Ancak bunların askeri güçle kurdukları iktidarları yıkıldığında çoğunluk içerisinde eriyerek tarihten silindikleri bir gerçektir. L. N. Gumilyev’un ifadesiyle “Zaferler de bazen hezimetler kadar tahripkâr olabiliyordu”

Sonucu bir metaforla bağlamak gerekirse: Bilindiği gibi yıldırım çok yüksek bir elektrik yükü taşır, düştüğü yeri mahvederken sonunda kendisi de yok olur. Oysa bu çok zararlı ve tahripkâr elektrik enerjisi, transformatörlerde kontrol altına alınarak, hızlı trenden telefon şarjına kadar hayatımızın her alanında ihtiyaç duyduğumuz faydalı ve vazgeçilmez bir güce dönüştürülür. Göçebe istilaları da yıldırım düşmesi gibi bir etki yaratır. Göçebelerin yüksek enerjisi de kontrol edilemediğinde, muhataplarını yok ettikten sonra gücünü kaybedip yok oluyordu. Selçukluların bir kolu olan Irak Oğuzları örneğinde görüldüğü gibi, bir bakıma kendi kendilerini de imha etmeleri kaçınılmaz bir sondu.

Anadolu’yu fetheden Oğuzlar/Türkmenler ise Türk Beylikleri ve Türkiye Selçukluları gibi siyasi yapıların kontrolünde işlevsel ve ihtiyaç duyulan bir güce dönüşerek soydaşlarına, bir milletin varlık mücadelesinin temeli olan bir vatan miras bırakmışlardır. Vatan kurmak kimliksiz bir toprak olan coğrafyaya alın teriyle, kanla, inşa ettiği eserler ve oluşturduğu kurumlarla imzasını atarak toprağa kimlik kazandırmaktır.

Küçük Asya Anadolu’ya gerçekleşen Oğuz/Türkmen göçünün nihai eseri Türkiye’dir.

 

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER