Uygar Dünyada Şiddetin Nesnesi: Kadın

Başlangıçta doğa vardı ve insan yoktu. Rasyonel olmayan bu “varlık” durumu, insanın kavrama sınırlarının ötesindeydi. Doğa sahnesinde 3,5 milyar yıldır devam eden yaşama en son dahil olan türlerden birisi insan, kısa ömrünün uzun bir bölümünde kendini doğanın bir parçası olarak görmüş, göbek bağından gelen yaşam suyuyla idare etmişti.

Tydeus’un Ismene’yi öldürdüğü mitolojik sahne, MÖ 560, Korinth siyah-figürlü amphora. Louvre Müzesi, Paris.

Doğanın öngördüğünün ötesinde hiçbir gerçekliğin olmadığı bu “cennet”te ne cinsiyet ne de cins vardı. İnsanın kendini diğer canlılardan soyutlamadığı bu yaşamda “yabancılaşma” da yoktu; doğayla özdeş simbiotik bu hayat “birlikte evrim”in yasasıyla sınırlıydı ve M. Sahlins’in dediği gibi “bolluk çağı” yaşanıyordu.

Dünya hızla döndü, insanın ölçmeye çalıştığı zaman hızla aktı. İlk atalarından milyonlarca yıl sonra dünyaya gelen “Bildiğini bilen insan” (Homo sapiens sapiens), konumunu yeniden tanımlamayı, varlığına yeniden anlam yüklemeyi arzuladı. Ve en merkeze, her şeyin ortasına kendini yerleştirdi. Arzuladığı dünya, efendisi olduğu dünyaydı. Görüntüsünü yansıttığı tanrıların diliyle, bedenini ait olduğu doğadan kopartıp varlığını yabancılaştırdı. Narsistik gözlüklerle baktığı yaşamın, kendisi için yaratıldığını ileri sürdü.

İnsanın yolculuğu doğanın bedeninden, dilin/kültürün ruhunaydı. Doğanın dünyasında hayvan olmayı kabullenmeyen “Bildiğini Bilen İnsan” dilin dünyasına bedenini hapsedip özne olmayı seçmişti. Geçmişte kendini doğanın parçası hissettiren türünün bütün özellikleri şimdi düşmanı olmuştu. Doğanın materyalist hakikatinden dilin yalanına sığınmış, anlam dünyasının oyuncağı haline gelmişti. Kimliğini, varlığını “ötekilere” referansla yeniden tanımladı. Canlılar dünyasını “ötekileştirirken” kendini bedenine “yabancılaştırdı”. Biyolojik bedenini kültürün elbiseleri ve sözün yasaları ile giydirdi, kitonyen doğasını derinlere hapsetti. Etin aidiyetinden sözün mahkumiyetine geçti. Doğa arketipinden kaçan insan, özünü asıl kılan logosun emriyle varlığını taçlandırdı. Kulaklarını bedeninin çığlıklarına tıkayan bu yeni canlı ağzından çıkan sesine varlığının manasını yükledi; bu sesin kölesi haline geldi. Doğanın bir parçasına “hayvan” diyen ve ondan hayvan gibi davranmasını isteyen, bu “homo” türü kendini de “insan” olarak tanımlamış, sözüyle “insanlığı” üretmişti. Artık “insan” özünün ürettiği “insanlık” yasasının sınırları içine bedenini mahkum etmiş; etini, sözün, ruhun esaretine terk etmişti. Kendi diliyle yarattığı yasayla kendi sınırlarını çizen “insan” artık “insan” gibi davranmak zorundaydı. Gurur duyarak oluşturduğu ve “uygar” olarak manalandırdığı yeni yaşamın, genetik mirasını kötürüm/kastre ettiğini fark etmemişti... Uygar dünya uygar insanlarla mümkün olabilirdi. Ve uygar insan, biyolojik gerçekliğini terk etmiş insandı. Uygarlığın hedeflediği özne “bedensiz insan”dı; biyolojisi olmayan, eksik... bedensel arzularını tatminsizliğe mahkum etmiş insan. Platon’un Şölen’inde Aristophanes’e anlattırdığı “androjen” insan öyküsündeki gibi “tüm/bütün” insanla uygarlık hayal dahi edilemezdi. Artık Zeus’un yasası geçerliydi. Tanrısal vahiy, insanı bedeninden ayırmış, eksik kılmıştı; arayış bu yüzdendi.

Proserpina’ya (Persephone) Tecavüz (Raub der Proserpina), Johann Heinrich Schönfeld (1609-1684) Yeraltı Tanrısı Hades’in Proserpina’yı kaçırma ve tecavüz sahnesi

Dil, yasa “var olan”a içkin değildir; toplumsallığın doğasından, ilişkisel olandan üretilendir. Dilin ötesinde ve dilin sınırlarının dışından bir anlamın varlığı mümkün görünmez. Ses ve mana dil dolayımı ile anlamı oluşturur. Her sesin bir anlamı vardır ve bir sese sahip olmayan anlam varlık dünyasına taşınmaz. Bu nedenle, korkunç büyük bir evrendeki, kayda değmez biyolojik varlığını anlama taşımak isteyen “homo”nun “insan” olabilmesi ve “insanlığı” üretebilmesi ancak dille dolayımlanan anlam sayesinde gerçekleşir. Hakikat dille üretilir ve söylemseldir; değişkendir. Söylemi üreten dilin iktidarı el değiştirdikçe dil de hakikat de değişmeye mahkumdur; “similasyon”dur. Uygarlıkla birlikte varlığını ontolojik bir alana taşıma gayretindeki insanın “kendisini bilmesi ve bildiğinin farkında olması” içinde bulunduğu evreni, kendini iyi hissedebileceği bir şekilde yeniden tanımlamasına yol açmış, zamanla değişecek, kaygan bir zeminde oturan hakikat similasyonlarını üretmişti. Dilin iktidarı, 4,5 milyon yıllık alışıldık yaşamın terk edilmesi gerektiğini söylüyor, bunu bedene dikte ediyordu. Bu nedenle “uygarlık” bedenin büyük bir stres yüklendiği yasa dünyasını oluşturmuştu. Hedef, bedeni hayvan kılan doğanın parçası olan özelliklerin geride bırakılmasıydı. Dilin fallik iktidarı, yeni sistemde teşvik ettiği özne için sıkı bir yasal dünya ve eğitim sistemi oluşturdu. Özneleri inşa etti, bedenleri kastre etti; cinsiyetleri belirleyerek toplumsallaştırdı. Adem varlık dünyasındaki canlılara isim verip onları kendine göre yeniden konumlandırırken, Lilith çoktan şeytanın egemenlik alanına terk edilmişti. Artık devir, arzularını tatmin eden Lilith’in değil, kastre edilmiş günahkar Havva’nın ve Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi, temsilcisi olan Adem’in devriydi.

Tanrı başlangıçta insanı erkek ve kadın olarak topraktan eşit var etmiş ve cennetine koymuştu. Yasak olan bir şey yoktu. Kısa süre sonra bu özgür ve eşit yaratıklar arasında, seks sırasında alacakları pozisyon nedeniyle husumet yaşanmaya başladı. En sonunda Adem, hakem olarak Tanrı’ya başvurmayı önerdi ancak Lilith bunu kabul etmedi; bir yasa altına girmek istemiyordu. Adem olan biteni anlattığında Tanrı meleklerden Lilith’i getirmelerini istemiş, Lilith gelmeyince de onu lanetlemiş ve şeytana hizmete mahkum etmişti. Lilith’in cezalandırılmasına sevinse de eşli canlılar cennetinde Adem eşsiz kaldığı için hüzünlenmişti. Tanrı Adem’e yeni bir eş yaratmaya karar verdi. Kemik, bağ dokusu, kas, kan, bağırsağın üzerini deriyle kaplayıp kıllarla süsleyerek yaptığı yeni kadını Adem beğenmeyince, ona hak veren Tanrı yaratılmış bu kadını yok etmişti. Tanrı üçüncü kez Adem’e bir eş yaratmaya soyunduğunda temkinli davranmış, hem onun beğeneceği bir kadın hem de problem çıkarmayacak ikincil bir varlık yaratmaya özen göstermişti. Bu yüzden uyuyan Adem’in kaburga kemiğinden bir kadın yaratıp süslemiş ve Havva’yı dünyaya getirmişti.

Çıplak Satyr Hermaphrodite’ye tecavüz etmeye çalışıyor. MS 1. yüzyıl. Napoli Ulusal Arkeoloji Müzesi

Sonrasını herkesin bildiği, cennetten kovulmak ve tarıma mahkumiyetle sonuçlanan bu mitten de anlaşılacağı üzere, tarihin bir döneminde bir kırılma yaşanmış ve toplumsal yaşam dönüşümü insanın kaderi haline gelmişti. Öyle anlaşılmaktadır ki bu dönüşüm erkeğin iktidarı, kadının kimliğinin değişimi üzerinden gerçekleştirilmiştir. Burada gerçeküstü yapıya sahip olan bu mitin gerçekliğini değil, onun atıfta bulunduğu sembolik sistem değişikliğini işaret ediyorum. Bir kutsal metin olarak bu ve benzeri mitlerin anlamsızlığı, ancak onu oluşturan sembolik dilin okunmasıyla anlama kavuşur. Cennet diye tabir edilen eski dünyadaki özgür kadın yerini, günahkar insanın tarımla cezalandırıldığı dünyanın ikincil varlığı kadına bırakmıştı. Bu yeni kadının, cennetten kovulmanın nedeni olduğu gibi kocasına itaatle görevlendirilen ve bedeni kontrol altına alınması gereken kadın olması dikkat çekicidir.

Cennetten sonraki yeni dünya düzeninde kadın, kamusal mekanı erkeğe terk etmekle cezalandırılmıştı. Yeni yasa insanları ikiye ayırmış, bedenlerine yeni anlamlar yüklemiş, davranışlarına cinsellik addetmişti. Artık bundan böyle bedenler, toplumsalın dil yoluyla oluşturdukları hakikat similasyonuna uygun cinsiyetler taşımak ve gereğince davranmak zorunda idiler. Bu ikili (kadın-erkek) heteroseksüel eril sistemin kuruluşu anlamına geliyordu. Dilin kurguladığı toplumsal yaşamın bütün aktörleri yerlerini bilmeliydi, bilecekti ve bu kozmosun temelinde şiddet vardı. Ancak sonradan anlaşılacaktı ki yerini asıl bilmesi gereken, dilin yasasının “kadın” olarak isimlendirdiği ve cinsiyet yüklediği bedenlerdi.

İlk “Homo sacer” Olarak Kadın

Uygarlık tarihi bedenin kontrolünün tarihi olarak okunabilir. Bedenin kontrolü daha ziyade “kadın”ın kontrolü anlamına geliyordu. Kültürel edimlerin ardında bir sinir sisteminin ve bir bedenin/organın, yattığını ileri süren evrimselci yaklaşımlar, cinselliğin ve sınırları keskin hatlarla belirlenen cinsiyetlerin, uygarlığı şekillendiren unsurlar olduğunu ileri sürerler. Bununla birlikte ister kültürel, ister biyolojik hangi gözlükle bakılırsa bakılsın, “uygarlık” denilen yeni dünya düzeninde roller çok net belirlenmişti. Dilin kurduğu eril toplumsal düzende kadının yeri “devrim” diye tabir edilen ilk yerleşimlerin kalın duvarları arasındaki hapishaneler olarak belirlenmişti. Ev yapımını ve hayvanları evcilleştirmeyi başarı olarak gören bu yeni düzen, kapatılan kadın bedeninin üzerine inşa edilmişti. Eril uygarlık, kendisini doğadan ayıracak en önemli yol olarak kadın bedenini “evcilleştirmekte” bulmuş, onu inşa ettiği evlerin içine mahkum etmişti. Uygarlığın ilk Homo sacer’i (kutsal insanı) kadın olarak belirlenmişti. Kadının doğurganlıkla mühürlenmiş bedenine atfedilen bu kutsiyet, onun bedeni ve cinsiyeti üzerine tasarrufu tamamen eril söyleme ve fallik yasalara bırakmıştı. Homo sacer, kutsanan bedenin faaliyetleri üzerine iktidarın yetkilenmesini sağlamıştı.

Parthenon Tapınağı’nın metoplarında işlenmiş Lapith-Kentaur savaşından bir örnek. MÖ 5. yüzyıl British Museum, Londra

Yeni dünya düzeninin bedeni hapseden ruhsal yasalarının yansıması yerleşimlerde okunabilir. “İlerlemeci” uygarlığın telkinleriyle ilk bakışta “daha medeni” bir yaşam sunuyor görünen ilk yerleşimler/köyler, insanlar arasındaki sınırların mekânsal düzenlemeleri olarak okunmalıdır. Ortadoğu’da kurulan ilk köyler, mülkiyetin (biz/im olmanın) sınırlarını çizerken, bu sınırların dışına “ötekiler”i yerleştirmektedir. Evleri birbirinden ayıran kalın ve sağır kerpiç duvarlar mahremiyetin, kadın olmanın sınırlarını aşılmaz biçimde belirlemiştir. Yeni dünya düzeninde ikiye ayrılan insanların bir bölümü “kadın” denilerek kutsanmış, bedenlerini örtmeleri istenmiş ve hayatlarını geçirecekleri evlere kapatılmışlardı.

Bir kaç bin yıl sonra takip eden “kentleşme devrimi” toplumsal yapının eril baskısını tabletlere dökmüş, günümüz kültürünün tüm öğeleri sosyal yapının içine yazı kanalıyla adapte edilmiş, kadının yaşamı mutfağı ve hamuruyla sınırlandırılmıştı.

Bir Şiddet Unsuru Olarak Yok Kılmak: Kadının Adı Yok

Mezopotamya’nın ilk yazılı kültürlerinden itibaren toplumsal yaşamın dile getirildiği metinlerde “kadının adı yok”tur. Kadına karşı ilk şiddet dilde işlenmiş kadın yok hükmünde bırakılmıştı. Gılgamış mitini içeren tabletlerde ismi geçen tek kadın Shamhat’ın, eril dilin damgaladığı bir “fahişe” olması ilginçtir. Benzer toplumsal tasavvur, kadın bedenine yüklenen anlam ve cinsiyet rolü Herodotos’un ünlü kitabı Tarih’te de karşımıza çıkmaktadır. Herodotos yazdığı erkekler dünyasının savaşlar dolu tarihinde sadece bir kaç kadının adını zikretme lütfunda bulunmuştu. Bu kitabı okuyanlar eskiden dünyanın sadece erkeklerden oluştuğu izlenimine kapılabilirler. Burada ismen veya cismen zikredilen kadınlar da erkekler dünyasına girmeye hak kazanmış “Homo sacer”lerdir. Anneler (Kleobis ve Biton’un annesi), fahişeler, kraliçeler ve eril iktidarın kılıç salladığı alanlarda boy gösterme cesaretini sergilemiş iktidar sahibi diğer “eril” kadınlar. Antik Yunan kültürü, muktedirlerin bedenlere yüklediği cinsiyet rolleri ile tam bir “fallokrasi”ye dönüşmüştü. Felsefe, siyaset ve din, kadını toplumsal alandan silmiş, yok etmişti. Öyle ki Antik Yunan kültürü aşkta bile kadına rol vermemiş, narsistik bakışı oğlanların bedenine yönlendirmiş, eril olmayan bedenlerin istismarına yol açmıştı. Erken Yunan sanatında da bu fallokratik cinsiyetçiliğin izlerini görmek mümkündür. Tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak gördüğü ve iktidarî fallik yüklemeler yaptığı “erkek” bedenini ideal sanat anlayışının ışığında “çıplak” olarak betimleyip bunların kent meydanlarında, tapınaklarda ve hatta mezarlıklarda boy göstermelerini sağlarken, kadın bedenini betimleyen eserleri kıyafetlere boğmuş, soğuk bulduğu bu bedenleri elbise taşıyıcısı cansız mankenlere dönüştürmüştür. Thukydides’in, aktardığı cenaze söylevinde Perikles’in ağzından fallokrasinin bilinçdışındaki kadın algısı şöyle dökülüyordu: “... bir kadının en büyük zaferi, sizi ister övsünler ister yersinler, erkeklerin en az sizden bahsetmeleridir.” Kısaca diyor ki; en iyi kadın yok olan kadındır...

Antik Yunan toplumunun “peygamberi” olarak gördüğüm Hesiodos’un metinleri de, cinsiyet rollerini ve kadınlık yüklenen bedenlerin nasıl ötekileştirildiğini gösteren dinsel alt yapıyı gözler önüne sermektedir. MÖ 8. yüzyıl gibi erken bir tarihte kaleme alınmış bu kitapta (Theogonia), göksel olanın vahiy edildiği inançlardan sosyal yaşamın pratiklerine kadar pek çok iktidarî fallik söylem dikkatlerden kaçmamalıdır. Sesini ve aktardığı bilgileri göksel kaynaklardan aldığını söyleyen bu kutsal metin söylemcisi, kültürün dini kaynaklarını refere etmekte, toplumu inşa eden, sembollerin, göstergelerin ve mana dünyasının inşasına soyunmaktadır. Mitlerde göksel vahiy olarak adlandırılan söylemlerin, toplumsal bilinçdışı ürünleri olduğu dikkate alınırsa, bu türden mitik anlatımların toplumların görünen kültürleri altındaki kozmik odaları olduğu söylenebilir. Antikçağ inancının temelinde yatan eril iktidar, fallokratik despotizmi tüm kurumlarıyla toplumsallaştırmıştır. Dini metinlerin yardımıyla kadınların ötekileştirilmesine kutsal bir anlam katan bu kadim kültür, eril aklın selameti için bunun zaruretine işaret etmektedir. Hesiodos’un aktardığı bu göksel vahiylere göre, önce erkek yaratılmıştı ve bu sırada kötü olan hiç bir şey henüz yaşama dahil olmamıştı. Daha önce, elinizdeki derginin eski sayılarından birine yazdığım gibi: “Havva yaratılana kadar Âdem’in günaha ve kötülüğe bulaşmadığı inancını merkeze koyan semavi dinlere benzer biçimde, Yunanlılar da ilk kadın yaratılana kadar dünyada sadece erkeklerin olduğuna ve hiçbir kötü şeyin bulunmadığına inanıyorlardı. Zeus, daha en baştan kadını öteki olarak yaratmıştı. Erkeklere ve onların hamisi olan Prometheus’a duyduğu öfke, Zeus’un bir bela olarak Pandora’yı yaratmasına vesile olmuştu. İçinde her türlü musibeti, dünyayı kötüleştirecek ve kirletecek unsuru barındıran bir kutuyla/sandıkla insanın günahkârlığının müsebbibi bu ilk kadındı. Onun kutusundaki tek iyi şey ise insanların düşlerini geleceğe taşıyan umuttu.

Öte yandan aynı Hesiodos, gündelik yaşam tavsiyeleri verdiği İşler ve Günler (Erga kai Hemera) adlı kitabında da dönemin toplumsal bilinçdışındaki kadın algısını bütün şiddetiyle gözler önüne sermektedir. Kadına dair bir tane bile olumlu atfın yapılmadığı bu metin erkekleri kadınlar konusunda dikkatli olma konusunda uyarmaktadır.

1904 yılında Delos Adası’nda bulunan mermer heykel grubu. Aphrodite, Eros ve Pan. MÖ yaklaşık 100. Atina Ulusal Arkeoloji Müzesi. ©İsmail Yıldız

Bir Şiddet Unsuru Olarak Uygarlık

Uygarlık ve onun itaat talep eden yasaları insan bedeni üzerindeki gerilimin en temel kaynağıdır. Milyonlarca yıl doğa dışındaki hiç bir yasaya tabi olmayan beden üzerine uygarlığın ve onun beraberinde getirdiklerinin uyguladıkları baskı, insan üzerindeki stresin asıl sebebidir. Üstelik de insanı daha ileri götürmeyi vadeden uygarlık “ilerledikçe” insan bedeni üzerinde uygulamaya giren fallik, kısıtlayıcı yasal düzenlemeler artmış, stres, bir arada yaşamı güçleştirecek denli patlamalara yol açmaya başlamıştı. Kendisine dayatılan doğa koşullarına karşı çok da adaptif bir bedene sahip olmadığı söylenen insan bedeni üzerinde, uygarlıkla birlikte başlayan ve doğal olmayan kültürel, yasal kastrasyonlar, milyonlarca yıllık beden işleyişini bozmuştu. Bugün uygarlaşmanın arkeolojik süreçlerine ilişkin yapılan çalışmalar göstermektedir ki uygarlık öncesinde savaş yoktu... Savaşın en büyük nedeni olan mülkiyetin olmadığı bir sosyal yapıda üzerine yapılacak bir savaştan da söz edilmesi mümkün değildi. Herodotos’un naklettiği Darius’un İskitler üzerine yaptığı sefer bunun en iyi örneğidir. Arabalarının üzerindeki evleri ile hareketli bir yaşam süren İskitler, kendilerine zarar veremeyeceklerine inandıkları Perslerle savaşmak istemiyorlardı.

Savaş ve şiddet uygarlığa içkindir. Sahip oldukları bedenleri içerisindeki bedensel arzularını tatmin edemeyen ve kendi bedenine yabancılaşan insan, şiddete eğilimleniyordu. Gerçek bir kendiliğe sahip olamayan insanın yaşadığı zihinsel gerilim, şiddet olarak dışa yansıyordu. Çünkü uygarlık üzerinde egemenlik kurduğu bedenlere yıkıcılık yüklüyor ve onu içkin hale getirmeye çalışıyordu. Bugün bakıldığında sanki insanın doğasında şiddet varmış da uygarlık onu dizginleme görevini üstlenmiş gibi görünebilir. İnsan doğasında, benzer memelilerde görülebilecek kadar şiddet vardı ve asla daha fazlası yoktu. Oysaki uygarlık şiddeti insan yaşamının bir parçası haline getirip içselleştirilmesini sağladı.

Zihinsel Şiddet Kodları Üretim Merkezi Olarak ‘Yaratılış’

Uygarlığın kökenleri olarak Akdeniz havzası etrafında şekillenen kimi gelişmeler ve beraberinde getirdiği kurumsal inançlar bugünkü şiddetin asıl nedenlerini oluşturmaktadır. İnsanın zihinsel kodlarına, bilinçdışına inanç vasıtasıyla aktarılan kodlar ve göstergeler, şiddeti iradi bir boyuta dönüştürmüş, onun rasyonalize edilmesinde ve meşru kılınmasında önemli bir rol üstlenmiştir. İnsan, şiddetin bir güç unsuru olarak başka bir insana uygulanabileceği bilgisine vakıftır artık. Yakındoğu inançlarının kadim mitlerine bakıldığında yaratılışın adeta şiddet üzerinden gerçekleştiği ifade bulmakta, şiddet inancın bir parçası olarak kutsallaştırılmaktadır. En önemli nokta da, kadim metinler üzerinde kutsiyet kazanan bu şiddetin “kadın bedeni” üzerinde yoğunlaşmış olmasıdır.

Her inanç dünyayı kendi gözlükleriyle yeniden yorumlayarak, yaşam içindeki unsurlara kendince anlam biçer. Ancak uygarlık sürecine girmiş kültürlerin hemen hepsi şiddeti eril olanın hakkı olarak görürken, kadın bedeni şiddetin nesnesi olarak tanımlanmıştır. Bu durumda, uygarlığın içinde şekillenen inançların uygarlığın beden üzerindeki tasavvurundan etkilenmiş olduklarını söylemek mümkündür.

Kutsal metinlerde, inanç aktaran mitik söylemlerde kadın bedenine en fazla uygulanan şiddetin cinsel şiddet olduğunu vurgulamak lazım. Tacizin, tecavüzün ve kadın üzerine uygulanan cinsiyetçi şiddetin kökenlerini binlerce yıl öncesinde bu uygarlığı inşa eden metinlerde bulmak şaşırtıcı olmamalıdır. Çünkü bu kültür, cinsiyetçi, tacizci ve tecavüzcü bir uygarlığın eseridir. Kültürün anlam yüklediği yaratılış mefhumu eril bir iradenin ürünü olarak sunulmuştur. Örneğin Mısır tanrılarının ve kültürünün yaratımı ilksel tanrılardan Atum’un mastürbasyonuna bağlanmıştır. Bir nevi yaşamın türediği yer olarak fallik bir tanrı kaynak olarak gösterilmektedir. Öte yandan Mezopotamya inançlarında yaratılışın seksist şiddeti kendisini daha net biçimde açığa vurmaktadır. Örneğin göklerin tanrısı Enlil, sonradan karısı olacak Tanrıça Ninlil’e Nippur kentini inşa ettiği sırada tecavüz etmiştir. Üstelik de bu tecavüz bir yaratım için mecburiyet arz eder gibi yansıtılmış rasyonelleştirilmiştir. Zira bu tecavüzün neticesinde Ay Tanrısı Nanna/Sin dünyaya gelmiştir. Bir inanç düşünün ki gökteki ay, bir tecavüzün neticesinde varlık durumuna erişsin. Öte yandan Mezopotamya inancında dünyada var olan neredeyse her şey tanrısal tecavüzler neticesinde ortaya çıkmıştır. Dicle ve Fırat bile Tanrı Enki’nin penisinden tezahür etmiştir. Mezopotamya’nın en fallik tanrısı olarak görülen Enki, tanrıça Nintu’ya tecavüz etmiş ve Ninmu’nun doğmasını sağlamıştı. Ancak Ninmu da Enki’nin tecavüzünden kurtulamamış ve Ninkurra’yı dünyaya getirmişti. Enki, Ninkurra’ya da tecavüz etmiş ve Tanrı Uttu’nun hayat bulmasına vesile olmuştu. Ve tahmin edebileceğiniz gibi Uttu da Enki’nin cinsel saldırısından kurtulamamış dünyadaki bitkileri doğurmuştu...

Kadim Yunan inancında da durum bundan farklı değildi elbette. Zeus, Titanlar ve Devlerle yaptığı savaşı kazandıktan sonra “yaratılış” için pek çok tanrısal varlığın yanı sıra kadına (insana) da tecavüz etmişti. En tipik tecavüz mitlerinden birisi, sanatçıların da çok ilgisini çeken ve tecavüzü kültürün bir parçası haline getirecek bir estetiğe dönüştürdükleri Zeus ve Leda öyküsüdür. Zeus’u istemeyen Leda’nın nasıl kılık değiştirip kuğular içerisine karıştığını anlatan mitos, Antikçağ’dan bu yana kültür ve sanatçılar tarafından estetize edilmekte, tecavüz meşrulaştırılmaktadır. Leda’nın tecavüz sırasında bir hayli halinden memnun betimlenmesi yoluyla, tecavüzden kadının şikayetçi olmayacağı imajı sanat tarafından zihinlerde inşa edilmiştir. Zeus’un bütün “aşk” hikayelerinde benzer bir manzara görülebilmektedir. Ve asıl çarpıcı olan, Yunan kültürünü kendi Uygarlığının kökeni olarak gören Batı Uygarlığının “bilimsel” kitaplarının bu tecavüzleri “aşk” öyküleri olarak estetize etmeleridir. Kadın bedeni üzerine reva görülen cinsel şiddet sadece Zeus’la sınırlı değildir. Neredeyse kadim Yunan mitlerinin tüm eril karakterleri benzer mitlerle anlam bulmuşlardır. Hermes, Poseidon, Apollon tecavüz kültürünün inançsal öğelerini bir kültürün bilinçdışına yerleştirmişlerdir. Hades’in aşk hikayesi olarak sunulan Persophone’yi kaçırıp tecavüz etmesi tüm kodları deşifre etmeye yeterlidir. Antik Yunan kültürü tecavüz kültürünün öncülerindendir.

Tüm kadim dinlerde insan Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi, suretidir. Onun cennetten düştüğü yeryüzündeki davranışları tanrısal vahiy ve kadim bilgilerle şekillendirilmiştir. Antik Yunan toplumunun kadın bedeninden uzaklaşarak küçük oğlan çocuklarını istismar eden geleneğinde Zeus’un bir oğlan çocuğu olan Ganimedes’i kaçırmasındaki rolü büyüktür. Benzer şekilde Apollon’un Hyankinthos’u istismarı da bu geleneğin kabul görmesinde önemli bir ilahi etken olmuştu. Tanrıların göksel yaşamının yeryüzünde yaşayan faniler tarafından örnek alınması ve ona uygun davranışlar geliştirilmesi ibadetin gereğidir.

...

Bir Egemenlik Alanı Olarak Kadın Bedenine Uygulanan Şiddet

Uygarlık mülkiyetin bir parçası olarak kadın bedenini belirlemişti. Ünlü düşünür Marx, mülkiyetin kaynağını aile olarak gösterir. Ailenin kendisi, kuruluşu veya varlık nedeni fallik yasa etrafında şekillenmiştir. Aile mülkiyetin temelidir ancak bu mülkiyetin sahibi erkektir; fallik yasa ailenin sahibi olarak erkeği işaret etmişti. Ailenin tüm tasarrufu bu kimlikte toplanmış, Homo sacer olmak kadına kalmıştı. Dolayısıyla kadın bedeni fallik yasanın emrindeki erkeğin mücadele alanına dönüşmüştü. Özellikle kadın bedeni ile toprağın/doğanın düşünce dünyasında özdeş olması, bu mücadeleyi sembolik olarak da anlamlı kılmıştı. İşlenip karın doyuran toprakla, işlenip soyu devam ettiren bir tarla gibi algılanan kadın bedeni bu sembolizmi oluşturuyordu. Dolayısıyla kadın bedeni bir soykırım alanıydı. Düşmanın bitmesi istenen nesli, kadın üzerindeki hakimiyetle eşlendi; kadın bedeni erkekler arasındaki tüm savaşlarda savaş meydanı olageldi. Düşmana üstünlük sağlama alanlarından birisi olarak kadın bedeni algısını destekleyecek çok sayıda mitik örnek bulmak mümkündür. Çok bilinen trajik örneklerden birisi, dünya kültürünü çok yakından etkilemiş olan Roma’nın kuruluşunda yatmaktadır. Yunanistan’dan gelen Aka ordusuna yenilen Troia’dan sağ kurtulmayı başaran Aeneas ve beraberindekiler uzun bir deniz yolcuğu yaparak İtalya’da karaya çıkmış ve onların soyundan gelenler Roma’yı kurmuşlardı. Romulus, çoğunluğu erkek olan nüfusunun geleceğine dair endişeleniyordu. Bu yüzden bir şölen düzenleyerek davet ettiği Sabinlerin erkekleri sarhoş olunca kadınlarını kaçırmışlardı. Bu yüzden iki topluluk arasında çıkan kanlı savaşlarda, bedenleri üzerinde yapılan muharebeyi tecavüze uğrayan kadınlar sona erdirmeyi başarmışlardı. Kültür, yasa, erkek, “Stockholm Sendromu”nu icat etmiş, kadını tecavüzcüsüyle barıştırmıştı. Bu tecavüz olayı, Roma’nın yüzünü kızartmamış tam tersine övündüğü bir olay olarak sanat tarihindeki yerini almış, etkileyici sanat eserlerinin üretilmesine ilham vermiş, tecavüzün meşruluğuna büyük katkı sağlamıştı. Batı dünyasının sahiplenme konusunda büyük bir rekabete giriştiği Roma kültürünün, uygar dünya tarafından meşrulaştırılmış bir tecavüz miti üzerinde inşa edildiği söylenebilir.

Yunanistan üzerinden gelen göçmenlerin işgal ettikleri Miletos’ta kadınlara yaptıkları da bundan farklı değildir. Kocalarını öldürüp kendileriyle yaşamak zorunda bıraktıkları tecavüz mağduru kadınların “tecavüzcüleri”yle sofraya oturmadıklarını Herodotos nakletmektedir. Başka bir yazının konusu haline getireceğim Euripides’in “Troialı Kadınlar” trajedisi ise bu örneklerin en çarpıcısıdır şüphesiz.

Toprak ve kadın bedeni üzerindeki mülkiyetin, savaşın temel sorunsalı olduğunu Xanthos’ta Pers işgali sırasında yaşananlar oldukça net ifade ediyor. Harpagos komutasındaki Pers ordusu, Xanthos’u kuşatınca teslim olmak istemeyen Xanthos’luların aldığı karar tüyler ürperticidir. Xanthoslular yenileceklerine kesin gözüyle bakıp kendileri öldükten sonra geride kalan kadın ve çocukların yaşayacağı trajediyi de hesaplayarak bir karar vermişlerdi. Ve kalenin içerisine soktukları kadın ve çocukları yakarak öldürmüş sonra da Perslerin üzerine atılarak son Xanthoslu ölene kadar savaşmışlardı. Böylelikle düşman toprakları ele geçirse bile kadınları üzerinde bir iktidar sağlayamayacaklardı. Ve Xanthoslular aynı şeyi bu kez Brutus’un kuşatmasında tekrar etmişlerdi... Öte yandan Troia savaşı sırasında İphigeneia ve Polyksena’nın kurban edilişleri de kadın üzerindeki şiddetin savaşla bağlantısını gösteren örneklerdir ve bu örnekler de göstermektedir ki savaşın meydanlarından birisi kadın bedenidir.

Semavi dinlerin mitik motifleri arasında da benzer öyküler bulmak mümkündür. İlk akla gelivereni, kardeşleri İklima’nın bedeni için savaşan ve Habil’in ölümüyle sona eren Habil-Kabil kavgasıdır. Uygarlığın eril dilli metinleri güzel kız kardeşleriyle evlenmek için kavga eden bu iki kardeşin mücadelesine odaklanmıştır. İklima’nın bu evliliğe gönlü var mı kimse sormamış, erkek kardeşlerden hangisinin haklı olduğu üzerine odaklanılmıştır. Evliliğin de bir nevi taciz ve hatta tecavüz üzerine oturduğu, baba evinden koca evine sadece sahip değiştiren kadının şiddet ve sınırlama dolu dünyasını ifade ettiği söylenebilir.

Antikçağda gyne (bebek taşıyan) olarak isimlendirilen kadın, erkeğin genlerini geleceğe taşıyacak çocukların imalat merkezi olarak kabul ediliyordu. Yaşamı evle sınırlıydı ve sokağa çıktığında onun giyim-kuşam ve davranışlarının eril yasaya uygun olup olmadığını denetleyen gynaikokosmos ya da gynaikonomos adı verilen memurlar vardı. Uygarlığın izole ederek, üzerinde büyük bir baskı oluşturduğu kadın bedeni eril şiddetin uygulama alanı olup günümüzde yaşanan şiddetli uygarlığın temelini teşkil etmektedir. Uygarlığın ürettiği insana ve insanlığa iyi anlamlar yükleme çabası devam etse de, uygarlığın iktidara yönlendirdiği insan, giderek daha büyük miktarda şiddet üretmektedir. Ve bu şiddetin en büyük mağdurları kadınlardır; dün de böyleydi bugün de...

 

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER