Eğlence, Müzik, Dans, Oyun, Yarış,

Eski Anadolu’da ve Hititlerde Akrobasi, Spor, Sirk ve Gladyatör Oyunları

Müzik, taşlaşmış, her türlü duygudan yoksun mitik yaratıkları bile etkisi altına alabilmiştir. Aşk ve savaş tanrıçası IŠTAR, Amanos Dağları’nın eteğindeki kumsallar üzerinde gezinerek, dev bir yılan biçimindeki deniz canavarı Hedammu’yu kendi yaptığı ve söylediği büyüleyici müzik vasıtasıyla cezbederek, saklandığı Doğu Akdeniz’in mavi sularından dışarı çıkarmaya ve öldürtmeye çalışmıştır

Boston ritonu olarak bilinen yumruk yapılmış el formundaki gümüş ritonun üzerinde yer alan libasyon sahnesinde def, lir, çalpara gibi müzik aletlerini çalan figürler görülmektedir. Geç Tunç Çağı © Museum of Fine Arts, Boston

Müzik ile sadece onun eşliğinde yapılan dans, eğlence, akrobatik oyunlar, sirk ve sahne oyunları gibi kültür tarihinin periferisinde daracık bir köşeye sıkışmış kalmış, ancak çok değişik, yaygın ve küçümsenmemesi gereken konulardan birini araştırır ve incelerken, Anadolu’nun kendine özgü coğrafî yapısını ve özelliklerini göz önünde tutmamız gerekir. Çünkü coğrafya, diğer alanlarda olduğu gibi bu noktada da içinde yaşayan insanları etkiler, çoğu şeyi onlara dikte ettirir. Asıl önemli olan, coğrafyanın bir de insan ruhunu temelden etkileyen özelliğidir. Haşin coğrafî şartlar, sert iklim ve insan ruhunu okşayıp canlandıran yeşillikten yoksun, stepi andıran bozkırlar; beslenme, mimarî, sanat bir tarafa, içinde yaşayanları da boğar, insana has üretim ve çalışmaları engeller, onu melankolikleştirir ve bu, müzik ve eğlenceye de yansır. Kökenleri tarihin derinliklerine kadar geri giden arkaik uygarlık gelenekleri Anadolu’nun folklor yapısına sadece bu özellikler sonucunda yansıyabilmiş ve korunabilmişken, pek çoğu da ne yazık ki kaybolup gitmiştir. Göç yolu üstünde yer almasına ve dillere destan ‘köprü’ konumuna rağmen Anadolu, kendine has coğrafyanın özelliklerinden dolayı çok köklü bir folklöre sahip olagelmiştir. Bir yandan kendi içinde gelişip mayalanan unsurlardan bazıları ya asimilasyon, ya da görsel ve edebî kayıtlara geçirilmediği için unutulup giderken, diğer yandan yeni göçmenlerin getirdikleri veya komşu bölgelerden aktarılan yeni verilerle beslenmiştir. Hitit metinlerinin niteliği, her şeyi kopuksuz ve eksiksiz aktarmaktan uzaktır. Buna rağmen, tıpta, büyüde, edebiyatta ve falcılıkta kendini gösteren folkloristik zenginliğin müzik, eğlence ve spor dallarında da yoğunlaştığı açıkça ortaya çıkar. Hitit başkenti Boğazköy’de bulunmuş olan bayram ve büyü metinleri çok değerli ve mahallî folkloristik belge oluştururlar. Böylece Hititler farkında olmaksızın bir nevi folklor araştırmacılığı görevi üstlenmiş gibidirler. Çok modern gibi gelecek, ama bazı durumlarda derleme veya buluşlarının patentini bile almışlardır!

Eski Anadolu’da Müzik ve Eğlenceye Yaklaşımları Açısından İnsan Toplumları

Metinlerin kültür ve inanç katmanlarının hangi kavimlere, dillere ve tanrılara ait olduğunu dolaylı yollardan ele vermesi sevindiricidir, çünkü bu suretle elde edilen genel izlenime bakarak etnik olarak tamamen farklı ve Anadolu’da yaşamış belli başlı üç ayrı kavmin, yani Hititler, Hattiler ve Hurrilerin bu konudaki özellikleri şu şekilde tanımlanabilir.

  • Tanıyabildiğimiz en eski yerli Anadolu kavmi Hattiler, müzik ve eğlenceli oyunlardan haddinden fazla hoşlanan, çok neşeli ve coşkulu insanlardı ve inadına militarist kavimlere özgü savaş oyunlarını, asker marşına benzeyen şarkıları asla sevmezlerdi. Çin’de müzikten aşırı derecede hoşlanan azınlık bir kavim mensupları “konuşmasını bilen şarkı söylemesini, yürümesini bilen ise dans etmesini de becerir” derler ya, Hattiler de buna benzer bir durum sergiliyorlardı ve müzik ve eğlenceyi alabildiğine günlük yaşamlarının tüm alanlarına yayıyorlardı.
  • Önceleri Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Çukurova ve Suriye’de yaşayan, fakat sonradan, yani MÖ 2. binyılın başlarından itibaren geniş çapta Orta Anadolu’ya kadar yayılmış ve Hititleri kültür boyunduruğuna sokmuş olan Hurriler de müziği çok seven bir toplumdu, ama ürettikleri ve hoşlandıkları müzik türleri arasında çoğu hüzünlü ve litürjik ağırlıklı ağıtlar ve ilâhiler yer alırdı. Hurrice-Hititçe iki dilli metinlerde, günlerce süren ve en az on bin öküz ve otuz bin koyunun yendiği dev ziyafet sahnelerinde müziğe hiç yer verilmemesi ibret vericidir. Nota sistemini icat edenler bile onların yakın akrabaları Ugarit’te oturan Hurrilerdi!
  • En başta Boğazköy devlet arşivinde bulunan en az sekiz dilde yazılmış tüm bu metinleri kayda geçirerek saklamış olan Hititler ise bazılarını kesinlikle anayurtlarından getirdikleri, bazılarını ise yerlilerden aldıkları çok karmaşık bir ruh hali sergilerlerdi; asla tutucu değillerdi; akrobasiden, savaş oyunlarından, her tür ve her yabancı kökenli müzikten hoşlanırlardı. Eğlence ve dans konusundaki sadelik ve haşinlik konusunda ise ırkdaşları sonraki Romalılarla aşırı benzerlik sergilerlerdi, Cicero’nun tabiriyle “Eğer deli değilse, ayıkken hiç kimse dans etmez!” ilkesine benzer bir tutum sergilerlerdi.
  • Hititlerle birlikte veya onlardan bir süre önce Anadolu’ya gelmiş olan Luviler, Hititlerden ayrı coğrafî bölgelere yayılmışlar ve başkaca yerli folkloristik zenginliklerle karşılaşmışlardır. Onlar da eğlence düşkünü bir toplum olmuşlar, hattâ bazı bölgelerde kent sakinleri belirli eğlence ve ayinler konusunda ihtisaslaşmışlardır.
  •  
  • Kireçtaşından yapılmış ortostat üzerinde müzisyen erkek betimlemeleri görülmektedir. Kargamış-Gaziantep, MÖ 850-700, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi

Niye Müzik?

Müziğin insanı dinlendiren, yatıştıran, vecde getiren, insan ruhunu okşayan ve alışılmışın dışında ruh haline sokma, tabiri yerindeyse neredeyse bir altıncı his uyandırma özelliklerini gözardı etmemek gerekir. Müzik, taşlaşmış, her türlü duygudan yoksun mitik yaratıkları bile etkisi altına alabilmiştir. Aşk ve savaş tanrıçası IšTAR, Amanos Dağları’nın eteğindeki kumsallar üzerinde gezinerek, dev bir yılan biçimindeki deniz canavarı Hedammu’yu kendi yaptığı ve söylediği büyüleyici müzik vasıtasıyla cezbederek, saklandığı Doğu Akdeniz’in mavi sularından dışarı çıkarmaya ve öldürtmeye çalışmıştır. Ama Hedammu’nun bir şartı vardır: IšTAR’la sevişmek koşuluyla denizden çıkıp gelecektir; IšTAR’ın burada biricik cazibe aracı olarak müziği devreye sokması boşuna değildir. Tuzağını gerçekleştirmek için Yazılıkaya’da ve Alaca Höyük menşeli kabartmalı bir vazoda ellerinde genel kanının aksine ayna ve orak değil de, çıngırak ve bir üflemeli çalgı taşıyan hizmetçileri Ninatta ve Kulitta’ya şöyle seslenir:

“[arkammi ve] galgalturi müzik aletlerinizi elinize alın ve (hemen) sahile gidin. [Sağınızda arkammi,] solunuzda galgalturi çalın. (Böylece) o (Hedammu) bizi belki de işitir (ve denizden çıkar gelir)”. Arkammi ve galgalturri davul veya def gibi yüksek sesli aletlerdir. Tanrıçanın kendisi ise ellerinde zil olarak kullandığı midye kabuklarıyla dans eder ve büyüleyeci şarkılar söyler. Evet, müzik ve gürültülü ses çıkaran davul ve defler hemen etkisini gösterir; Hedammu derin sulardan ve dalgalardan başını kaldırdığında, karşısında o büyüleyici IšTAR’ı görür; IšTAR soyunuktur, müzik yanında dişiliğini de cazibe vasıtası olarak kullanmaktadır. Anlaşılan, günümüzde olduğu gibi çıplak kadın tasavvuru eski doğu insanını da çok büyülemiştir ve bundan dolayı çıplak IšTAR motifi yaygın bir şekilde ikonografiye girmiştir.

İlginçtir ki, Karahöyük ve İmamkulu buluntularının gösterdiği gibi çıplak IšTAR (veya Ašertu) modası iklimi soğuk Orta Anadolu içlerine kadar yayılmıştır. Ama bu çıplaklığın öne sürüldüğü gibi “striptiz” ile bir ilgisi yoktur. Sonunda Hedammu IšTAR’a çok kızar, onu yemekle tehdit eder, ama sonunda IšTAR onu cezbetmeyi, yedirip içirerek sarhoş etmeyi ve sevişmeyi becerir. Yani burada müziğin insanları ve tanrıları ve en önemlisi duygusuz devleri bile efsunlayacak etkisi söz konusudur. Ama istisnalar da vardır, çünkü aynı IšTAR tüm çabalarına rağmen, sağır ve duygusuz olan dev Ullikummi’yi müzikle cezbetmesini başaramamıştır.

Burada IšTAR ile en eski devirlerde Kubaba olarak anılıp, daha sonraları Kybele veya Artemis olarak Friglere, Greklere ve magna mater olarak Romalılara geçen, arslanların çektiği arabasıyla bir alemden diğerine koşan Eski Anadolu doğa tanrıçası arasındaki benzerliğe dikkat çekmekte fayda vardır. Bir defa her ikisi de müziği seven tanrıçalardır. Sonra her ikisinin de sağında ve solunda müzik çalan uyduları vardır; bu IšTAR’da Ninatta ve Kulitta, Kybele’de ise Boğazköy’de bulunan bir heykelin gösterdiği gibi çifte flüt (Yunanca aulos) ve harp çalan iki cüce müzisyendir.

Nerelerde ve Hangi Vesileyle Müzik ?

Günlük hayatta çalınıp söylenen dinî olmayan salt halk müziğiyle ilgili bilgileri metinlerde bulmak elbette olanaksızdır, çünkü ziyafetler, düğünler, nişan törenleri ve özel eğlenceler metinlere aksetmemiş, sadece ve kesinlikle dinî ayinler protokole geçirilmiştir. Genel olarak kurban sunuluşu, tanrı heykelleri ve ikonların bakımının yapılışı, kralın gelişi, bir binadan çıkışı veya bir olayın başlaması veya bitişi, bugün çoğunlukla askeri birliklerde olduğu gibi borazana benzeyen yüksek sesli müzik aletleri aracılığıyla ilân ediliyordu. Bu arada kadın müzisyenler sanki kendi ihtişamları ve çalımları yetmiyormuş gibi heybet ve şatafatlarını daha da arttırmak için kraliyet çiftinin önünden ve arkasından raks ederek sekiyorlar ve koşuşturuyorlardı. İlânlar yapılırken genellikle boğa boynuzu veya ona benzetilerek yapılan borazan gibi bir alet kullanılıyordu. Borazan herkesin duyması için genelde yüksekçe bir yerde ve özellikle evlerin damında öttürülüyordu. Böyle bir vesilede Nerik kentinde kadınlar korosu, Hatti dilinde “Boğa Şarkısı”nı söylüyordu ve borazan olarak kullanılan boğa boynuzundan çıkan ses kulak tırmalayıcıydı.

Alaca Höyük’te bulunan orthostat üzerinde akrobatik gösteriler yapan figürler görülmektedir. Figürlerden biri kılıç yutma, diğeri ise desteksiz merdivene tırmanma gösterisinde betimlenmektedir. Hitit İmparatorluk Dönemi, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi © Aykan Özener

Gürültüsüz, Müziksiz Kutlamalar da Varmış, Aman Ne Güzel!

Ayinler sırasında müziğin ne zaman çalınıp, ne zaman çalınmayacağı belirli kurallara bağlanmıştı. Bazı hallerde “protokol”e uygun sükûneti gerektiren anlar vardı ve asla müzik çalınmazdı; bir de tıpkı insanlar arasında olduğu gibi müzikten hoşlanmayan tanrılar vardı ve bunlarla ilgili ayinlerde müzik çalınmazdı. Hatti kökenli tanrı Tauri(t) herhalde müziğe karşı alerjisi olan tanrılardan biriydi, çünkü onun ayinlerinde çoğunlukla müzik yapılmaması gerektiği belirtilir dururdu.

“Haydi Hep Beraber Söyleyelim!”

Ištanuwa ve Lallupiyalı müzisyenler, korocular ve dansözler, melankolik Anadolu bozkırlarının verdiği can sıkıntısını birazcık da olsa katlanır hale getirebilen bambaşka insanlardı. Bayram, seyran, tören veya ziyafete katılan ve pasif kalan herkesi “Haydi hep beraber!” dercesine gerektiğinde müziğe eşlik etmeye, en azından nakaratı mırıldanmaya ve tempo tutmaya, el çırpmaya zorlarlardı (kattan pankuš halziššai).

Ölülere Bile Dinletilen Müzik!

Müziğin yaygın olarak kullanıldığı sahalar arasında ölü ayinleri sırasında tutulan matemler de vardı. Kral veya kraliçe öldüğünde, devlet yası ilân ediliyor ve Hattuša’da “yaşlı genç, büyük küçük” herkes flütünü eline alıp sokaklara dökülmek ve hüzünlü melodiler üflemek zorunda kalıyordu. Buradaki müziğin litürjik ve çok hüzünlü olduğunu belirtmeye gerek yoktur. Genel olarak halkın zoraki katılımına ek olarak ağıtçı kadınlar (SALtaptara-) da bu matemlerdeki yerlerini alıyordu. Bu kadınlar, ölü ruhunun gitmesi muhtemel olan o iğrenç ‘cehennem’ yeraltının kötülüklerinden yakınan ağıtlar mırıldanırlarken, bir başka davul(?) çeşidi (Sumerce TIBILA=ŠÀ.A.TAR) eşliğinde sürekli ölen insanın adını yüksek sesle söylüyorlardı. Ve bir an geliyordu ki, cenaze merasimine katılan herkesin hep bir ağızdan ağıt tutması, protokol gereği ömürleri boyunca nefret ettikleri terörist, militarist, haraççı ve gaddar despotun ölümüne ağlamaları, timsah gözyaşı dökmeleri gerekiyordu, ama içten içe de seviniyorlar, gözyaşları daha tören yerinden ayrılır ayrılmaz kuruyordu.

Asker ve Savaş Müziği

İlginçtir ki, metinlerde askerî müzik, yani bando ile ilgili bir kayıt yoktur. Ritimli, yani hece vezinli olarak tanımlanması mümkün ve asker şarkısı olarak bilinen müzik parçası, tıpkı bir ilâhi gibi müzik eşliğinde söyleniyor olmalıydı.

Hattuša’da mı, yoksa bir başka yerde mi olduğu bilinmeyen bir kent kapısında harp çalarak bir savaş gösterisi yapan üç kişilik bir grubun yaptığı gösteriler dikkat çekicidir. Takımlar harpla çalınan müzik eşliğinde bir savaş oyunu (agonic) gösterisi sunar.

“[Kent kapısının] karşısında (ve) tanrının huzurunda harp çalan ve üç kişiden oluşan bir grup, savaşıyormuş gibi yere eğilirler ve Fırtına Tanrısı ile bir savaş gösterisi yaparlar. Harp çalıcıları “zafer şarkısı”(?) (ve) savaş marşı söylerler; harp ve çalpara (galgalturi-) çalarak (müziğe) eşlik ederler. Ama harp çalıcılarından bir tanesi tanrının kapısında durur (ve) borazan çalar. Yukarıda damda durmakta olan bir purapši-rahibi krala doğru zafer müjdesini(?) şöyle ilân eder: ‘(Ey) kral, sakın korkma! Fırtına Tanrısı (senin) düşmanları(nı) ve düşman ülkelerini teker teker sen kralın ayakları altına serecek ve sen onları boş birer mutfak kabı gibi birer birer parçalayıp mahvedeceksin”.

Davul O Zamanlar da Anadolu Bozkırlarının Rakipsiz Gürültü Kutusuydu!

Müziğin, özellikle büyük gürültü çıkaran davulun, kötü ruhları kovalamadaki rolünü unutmamak gerekir. Bilhassa Sumer inancında durum buydu. Anadolu’da eskilerden ay veya güneş tutulduğunda, ayın boynunu sıkıp, onu boğduğuna inanılan cinler davul çalınarak veya mavzerler atılarak kovalanırdı. Davul, Anadolu bozkırlarının biricik hâkimi ve yabancı gezgin ve müzik araştırmacılarının alay konusuydu.

Eski Anadolu’da müzik eğlence, matem, düğün, tören, ziyafet, bayram ve ölümle iç içedir. Geç Hitit Karatepe kabartmalarında müzisyenler bir arada görülmektedir. Karatepe-Osmaniye, Güney Kapısı,MÖ 700-500, Karatepe Açık Hava Müzesi-Osmaniye

Müzik Ruh Sağlığında ve Psikolojik Terapide Bile Kullanılıyordu!

Elimizde, Selçuklulardan yüzyıllarca önce, müziğin psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanıldığına dair sağlam bilgiler vardır. Bir Hitit ayininde hastaya, her biri zafer ve başarıyla biten ve kahramanlarını yılan, arı ve kartalın oluşturduğu müzikli bir öykü anlatılmakta ve böylece kendine güven duyması, sakinleşmesi ve çekmekte olduğu psikolojik sıkıntıdan kurtulması sağlanmaktadır. Odysseus destanındaki Sirenlerin cazibesini ve Orpheus’un hayvanları dahi büyleyen müziğini anımsatmak yeterlidir.

Herkes Dans Edebilir, Ama Meslekten Dansözler Kadar Estetik, Doğal ve Becerikli Değil!

Herkes müzik yapamaz, ama dans bireysellikten çok kolektif bir eğlence çeşididir ve temelde herkes dans edebilir veya en azından ona ayak uydurabilir. Ama metinlerde bu işi profesyonel yapan çok sayıda insanın olduğu anlaşılmaktadır ve bunlar arasında HUB.BÍ, tarwali-, tarwešgala- en başta gelir. Bunun dışında şakşakçı, matrak, soytarı, mimikçi, aktör olarak çevirdiğimiz ALAN.ZÚ vardır. Ayrıca meslekten dansöz kadınlar da vardır ve bunlara zintuhi- kadınları denir. Ayinlerde görevli kimseler de danslara sıkça katılırlar. Bunlar arasında hapi- adamları, fahişeler (SAL.KAR.KID), başfahişe, tanrı kadınları (SALDINGIRLIM), kurt ve ayı maskeli adamlar, zintuhi- kadınları, belirli kentlerden gelip törenlere katılan delegeler vardır ve kraliçe bile dans eder. Bunları saki, aşçı, taraššiya- denen müzisyenler, okçular (meneya-), doktorlar, beyler (ENMEŠ) ve parmaklarını şıkırdatan tarpaškana- kadınları izler. Genelde dansözler arasında kadınların ağırlıkta olduğu gözlenir ki bu da tıpkı müzikte olduğu gibi kadın ses ve bedenindeki kendine has estetiğin ve erotizmin eskiler tarafından da yeğlendiğinin kanıtıdır.

Göz Kamaştıran Folkloristik Kıyafetler

Bayram merasimleri sırasında belli başlı kent merkezlerinden gelen kişilerin giysileri rengârenkti. Kilišra ve Tiššaruliya kentlerinden getirilen kadınlar dışında tüm katılanlar istisnasız erkekti. Tabii ki elleri boş gelmiyorlardı ve hediye olarak sundukları nesneler arasında çoğu folkloristik kırmızı gömlekler, kırmızı kemerler, gümüş kemerler, kıymetli taşlar, altın, gümüş purunga- süslemeleri, gümüşten arslan başlı çiviler, išteha- süsleri, bakırdan šarupi- süsleri, keten kuşaklar, altın çiviler, altından çubuklar, demirden ocak, iššanapi- süsleri bulunuyordu. Kırmızı renkli gömlekler ve kuşaklar ile madenden kemerler giymiş ve takmış olmaları göz kamaştırıyordu.

Erciyes Dağı’na Avlanmaya Giden Kuššara Kralı Anitta Hayvanat Bahçesini, Resmî Geçitler İçin mi, Yoksa Gladyatörler İçin mi Açmıştı?

Kuššara kralı Anitta, metninde, birşeyler adadığını ve ava gittiğini ve bu bereketli avdan canlı olarak yakaladım dediği çok sayıda yaban hayvanını Kültepe/Kaneš ile eşitlenen Neša kentine getirdiğini yazar. Hayvanlar mutlaka o sıralarda ekolojik yapısı bozulmamış Erciyes Dağı’ndaki muhteşem ormanlarda ve henüz tam takır kurutulmamış engin Sultansazlığı bataklıklarında o zamanın şartlarında Afrika safarilerini aratmayan bir gözüpeklik ve beceriyle yakalanmış, Kültepe’ye (Neša) taşınmış ve bir çitin içine yerleştirilmişti. Aralarında yetmiş domuz, dokuz sazlık domuzu, leopar, arslan, dağ koyunu, yaban koyunu ve ayıların yer aldığı yüz yirmi hayvan vardı. Neredeyse dünyanın ilk hayvanat bahçesine benzeyen bu hayvanlarla ne yapıldığı bilinmiyor. Tahminime göre hayvanlar geçidi sahnesinin en eski avcılık ayinlerinin kalıntısı idi. Eski devirlerde resmî geçitlerde hayvan maskesi veya postları değil, hayvanların bizzat canlıları kullanılıyordu ve sonraki dönemlerdeki kuşçulara (IGI.MUŠEN) benzeyen avcılar bu tehlikeli ve maceralı işi yapıyorlardı. Tarihî dönemlerde sadece canlı kuş yakalayanlar kalmış ve hattâ Hitit Kanunları’nda onlara ödenecek yirmi beş şekel gibi fahiş bir para miktarı bile belirtilmiştir. Canlı hayvan yakalayanların nesli artık bittiğinden, kanunlara girememişlerdir. Kendisi de bir Hattili olan ve Hatti dinine iyice inanan Anitta, bu hayvanları bayramlar sırasında yapılan geçit törenlerinde kulanmak üzere yakalatıp getirtmişti. Ne zaman ki bu ayinler Hititlerin eline geçti, pratik zekâlarıyla tanınan bu insanlar meşakkatli ve tehlikeli hayvan yakalama maceralarını bir tarafa bırakarak replikalarını kullanmaya başladılar.

Hüseyindede vazosu. El ele halay çeken, oynayan ve zil/ çalpara çalan kadın figürler. Hüseyindede Tepesi, Çorum, MÖ yaklaşık 1650, Çorum Arkeoloji Müzesi

Ve Dansa Devam

Bugün olduğu gibi birbirlerinin elini tutup halka oluşturmak, grup dansı yapmak eskiden de pek yaygındı. Yalnız, halka halinde dans eden kadınlar ekibi kralın önüne yaklaşınca ayıp olmasın diye krala karşı arkalarını dönmüş olmamak için, halkayı veya yelpazeyi hemen açarlar ve bir sağa, bir de sola dönerler ve yüzlerini hemen krala çevirirlerdi. Bunun dışında bir metinde icraat sırasında gürültü yapmamaları gerektiği bilhassa belirtilmiştir!

Kıyasıya Coşan İzleyiciler “wariyati hapanuša! Haydi Kıvır!” Diye Bağırıyorlar

Başka bir yerde gene dansların en güzelini sunan Lallupiyalıların Mevlevî semaları gibi sürekli kendi etrafında dönülerek yapılan “Aşçıbaşı Dansı”yla karşılaşıyoruz:

“Lallupiyalıların başkanı sakiye ‘wariyati hapanuša!’ diye bağırır. Bunun üzerine saki dans etmeye koyulur; aşcıbaşı usulü dans eder, yani hep kendi etrafında döner durur”. Buradaki coşkulu duruma bakarak Luvice wariyati hapanuša nidası “Haydi dön!, Haydi kıvır!” gibi bir anlam taşımış olmalıdır.

Bu sırada başka bir Lallupiyalı onun peşinden gelir ve yakasından tutar, anlaşılan evirir çevirir ve her ikisi de birlikte dönmeye başlarlar. Saki bir dümbelek (huhupal) tutmaktadır; ama onu çalmaz. Saki daha sonra aynı dümbelekten içki içecektir; dansözlerin söyledikleri Luvice nakaratı, seyirciler de büyük bir coşkuyla tekrar ederler.

Çıplaklık ve Soytarılıklar!

“Kral çadırdan çıkar ve ocağın hemen yanı başında duran marnuwan- (boş) birası fıçısının yanına gelir. Çıplak iki hokkabaz (boş bira) fıçısının içinde çömelmektedirler. Titiutti tanrısının rahipleri (ve) fahişelerin lideri marnuwan- birası fıçısı etrafında üç defa dönerler”.

Metin bu eğlenceli sahneyi anlatmayı sürdürerek fahişelerin liderinin elinde ağaçtan bir hançer, rahibin elinde ise bir asa (değnek) tuttuklarını yazar. Öyle anlaşılıyor ki, fahişeler ve rahip hançer ve gereçlerle fıçının içinde sıkışıp kalmış çıplak hokkabazları dürtüklemekte ve zaten perişan haldeki zavallıların çıkardıkları acı çığlıklara herkes mazoşistçe gülmektedir.

Bu yetmiyormuş gibi arkasından, onların sırtına üç kez marnuwan- birası dökerler; bu içkinin   kokusu hakkında bilgimiz yok, ama bol köpüklü, koyu maltlı olması bile yeterlidir ve etkisi herhalde onu içerek kafayı bulmaktan daha eğlendiriciydi. Bunun üzerine çıplaklar ne yapabilirlerdi ki! Çareyi hemen ayağa kalkarak fıçıdan çıkmakta kaçmakta bulurlardı; bu sırada sanki sürü avı başlıyormuş gibi arkalarından borazanlar öttürür ve gözden kaybolmalarını beklerlerdi. Tüm bu soytarılıkların Hattuša’da yapıldığı farzedilirse, borazanların kayalıklarda yaptığı yankının mistik havası daha iyi anlaşılır!

Çıplaklık, insan sırtına soğuk bira dökülmesi ve tüm bunların kadınlar huzurunda yapılması, insanları ve tanrıları güldürdüğüne inanılan eğlencenin bel kemiğini oluşturur. Greklerde Olimpik oyunların ve çıplak atletleri izlemenin kadınlara yasak olduğu düşünüldüğünde, gerileme veya ilerlemenin boyutları daha iyi anlaşılır. Bu gösterinin bir bereket ayini olduğu ve ağaçtan hançerin erkeklik uzvunu temsil ettiği ileri sürülmüşse de, tıpkı “Tanrı Anası”nın burada tanrıçanın rolünü oynamakta olduğu tezi gibi bu yorum biraz hayal ürünü sayılmalıdır. Tıpkı rahibeler gibi “Tanrı Anası”nın da çoğu kez Hatti kökenli ayinlerde karşımıza çıkması, kadın hakları ve anaerkillikte Hattilerin hâkim rolünü bir kez daha gözler önüne serer.

Zavallı Körler Bile Maskara Ediliyor ve Eğlence Aracı Oluyorlar

Körlere yaptırılan çıplak gösteriler ise eziyet boyutuna ulaşır ve insanı üzer. Prensin erginleşmesini konu alan bir merasim sırasında prensi neşelendirmek ve cinsel duygularını körüklemek için olmadık soytarılıklar yapılır. Kesilen bir keçi yenir, bir kör çırılçıplak soyundurulur, sürekli kırbaçlanarak hešta- evinin içine kadar kovalanır. Tekrar yenilip içildikten sonra, anlaşılan iyice eğlenen prens hazretleri dışarı çıkar ve tanrıça Katahha’nın tapınağına geçer.

Spor, Akrobasi, Olimpik Oyunlar ve Nefes Kesen Sirk Gösterileri

Çok uzun süren tarihler boyunca Anadolu insanları; teknoloji, tarım, hayvancılık, gıda maddeleri, sanat, mimarlık, spor, sosyal ve tabiat bilimleriyle düşünsel alanlarda çok sayıda buluş ve yenilikler yaratmışlar, bunlardan pek çoğunu Akdeniz ve Ege üzerinden antik Yunanistan’a vererek günümüze ulaşmasını sağlamış ve böylece Anadolu bozkırlarında unutulup gitmesini önlemişlerdir. Bu özgün keşiflerin neler olduğunu görmek için illâ da aşırı “Anadolucu” olmaya gerek yoktur. İlk kentler, tarım, at dâhil birçok hayvanın evcilleştirilmesi, gıda maddesi ve ilâç olarak bitkilerin keşfi, iki tekerlekli hafif ispitli savaş arabası, madencilik, su değirmeni, birçok tıbbî tedavi yöntemleri ve şifalı otlar, öncül feminist hareketler, şarap ve bira hepten Anadolu’nun batı dünyasına verdiği şeylerden sadece bazılarıdır. Ionia doğa düşünürlerinin de bizden olduğunu düşünür ve işin içine astronomi, felsefe, matematik, geometri, fizik gibi doğa ve edebiyat bilimlerini de sokarsak, o zaman “Ey Anadolu! Sen olmasan insanlığın hali nice olurdu!” demekten kendimizi alamayız ve bir de “Acaba biz bu değerleri niçin unuttuk veya unutturulduk, gafil avlandık?” diye hayıflanırız. Ama ne kadar acıklıdır ki yüzyıllar sonra bunlardan pek çoğu yüksek para karşılığı geri alınacaktır. Neyle mi? Diğerleri arasında sirkler aracılığıyla...

Anadolu’da Doğup Gelişmiş Sirk Yüzyıllar Sonra Büyük Paralar Karşılığı Vatanına Dönüyor!

Ya sirk oyunlarının da Anadolu’da türediği, din törenleri, folkloristik şenlikler ve eğlenceler vasıtasıyla Roma’nın meşhur circus maximus’u kadar anıtsal olmasa da, Eski Anadolu kent, sokak, meydan, çayırlar ve tapınaklarında gösteriye sunulduğu kimin aklına gelirdi? Evet, bu, tarafımdan Pan-Anatolistler olarak nitelendirilen ve yerilen aşırı Anadoluculuğun yarattığı bir fantezi veya safsata değildir, Eski Anadolu kökenli görsel sanat ürünleri ve yazılı kaynaklar bize bunun doğruluğunu açıkça gösterir. Anadolu’da doğmuş, gelişmiş, nefes kesen sirk gösterilerinden bazılarını fahiş giriş ücretleri ödeyerek Rus, Çin, İtalyan, İspanyol veya İsviçre sirklerinde seyretmekse bir o kadar ızdırap vericidir.

Sirk oyunlarına en güzel örneği, ilk kez tarafımdan işlenen ve bilim dünyasına sunulan, bir Hitit yapı ayininde iple tavana tırmanan işini bilir bir mimar verir. Metin, şimdiye dek benzerlerine hiç rastlamadığımız bir yapı ritüelidir ve gerek dili ve gerekse yazı özellikleri açısından MÖ 13. yüzyıla tarihlenir. “Yaptığın bina sonsuza kadar kalsın!” ilkesinden hareket eden ve beceri, ustalık ve meslek etiklerinden zerre kadar kuşku duymadığımız Hitit yapı ustaları ve mimarlar, bu metinde bu kez ilk defa atik hareketlerle iple tavana tırmanıp orada bir takım işleri bitirdikten sonra gene aynı atletik çeviklikle yere sarkıp inen korkusuz sirk cambazları olarak karşımıza çıkar. Noksan olan tek şey çadırlardır. Boğazköy’ün sarp ve kayalık doğal yapısı karşısında zaten onlardan başka türlüsü de beklenemezdi.

Boğa Dansı: Girit mi, Doğu Akdeniz mi, Yoksa Anadolu Kökenli mi?

Avcılıkta bolluk ve bereketi simgeleyen ve güç, yağmur ve bereket sembolü boğa üzerinde yapılan dans ve akrobatik gösterilerle ilgili olarak son yıllarda yeni arkeolojik malzemeler bulundu. Boğa sırtında atlama, zıplama, Anadolu’ya özgü bir akrobasi veya dans değildir. Burada Anadolu, Doğu Akdeniz ve Ege dünyalarının birbiriyle yarıştığını görürüz. Ne var ki Anadolu kökenine puan kazandırmak açısından en eski örnek olarak MÖ yaklaşık 6000’lere tarihlenen Çatalhöyük duvar resimlerindeki boğa dansını bu açıdan değerlendirebiliriz. Burada av ve bereket ayini sırasında elleri mızraklı insanlar, dev bir boğanın etrafında gizemli bir takım ayinler, av gösterileri veya “boğa dansı” yapmaktadırlar. Bunları seyreden insanın onlara “torero” diyesi geliyor! Boğayı yakalayıp evcilleştirmek mi, öldürmek mi, yoksa sonraki Hitit Dönemine ait örneklerin gösterdiği gibi üzerinde zıplayıp bir “sirk” gösterisi mi yapmaktı istenen, bilemiyoruz. Hititler Döneminde bu geleneğin devam etmesi, bu eski kültün eskiliğini ve kökeninin Anadolu olduğunu göstermesi bakımından çok ilginçtir.

Tarihî dönemlerde öncelik hakkının Doğu Akdeniz’e kayması açısından Ürdün’de bulunan mühürler üzerinde de boğa ve geyik sırtında atlayan erkekler ve çocuklar önemlidir. Anadolu’ya tekrar puan kazandıran örnek ise Çorum yakınlarındaki Yörüklü/Hüseyindede’de bulunan ve bir parçası da Ankara’daki bir koleksiyoncudan temin edilerek bazı kısımları restore edilen kabartmalı ve boyalı, eski bir Hitit vazosudur. Vazonun üzerinde boğa sırtında yapılan saltolar betimlenmiştir. Akrobatın boğanın sırtında yaptığı sıçrama, iki adet kinomatik resim karesiyle verilmiştir. Birinci sahnede akrobatı, sırtı aşağı gelecek şekilde el ve ayakları boğanın sırtında dururken, ikinci saltoda boğanın kıç tarafından yere düşerken görüyoruz. İnandık vazosu üzerinde iki akrobat var. Birisi elleri ve ayakları üzerinde ve sırtı aşağıda düşmüşken, diğeri hemen onun peşinden atlamaya hazırlanıyor. Benzeri boğa dansları ve gösterileri, Girit’teki Knossos Sarayı duvar resimlerinden de bilinir. Son yıllarda boğa atlama ile ilgili sahneler, Alalah kazılarında da ele geçmiştir; burada tasvirler seramik üzerine boyanmıştır ve her nasılsa “Hitit” Dönemine tarihlendiği belirtilir.

Boğa sırtında gerçekleştirilen akrobatik dansla ilgili olarak işin daha da ilginç olan yanı, maalesef oldukça kırık olmasına rağmen Luvi menşeli bir metinde kesinlikle bu ihtişamlı ve tehlikeli gösteriden bahsediliyor olmasıdır. İlgili metin Hüseyindede vazosunun açıklanması açısından ilk kez tarafımdan ele alınmış, ancak vazoyu yayınlayan Türk meslektaşlarım tarafından görmemezlikten gelinmiş, benim yerime sanki bunu ilk kez Güterbock yapmış gibi davranılmıştır.

Metinde Luvi kökenli ve Güney Anadolu’da aranması gereken, müzik ve danslarıyla bizi zaten büyüleyen Lallupiya halkı söz konusudur. Burada sunulan müzik ve akrobasi gösterileri ve ayinler, kral, kraliçe ve prensleri takdis etmek, onların etkinlik, sağlık ve geleceklerini korumak için yapılmaktadır. Sunulan gösterilerin bir başka amacının, bayram metinlerinde sık sık karşılaştığımız tanrıların eğlendirilmesi olduğu da kesindir. “Atlamak, sıçramak” (watku-) fiili ile “boğanın üzerine/üzerinde” ibarelerinin geçmesi, eğlence ve dansı pek seven ve bunları Hattuša’da bir topluluğun huzurunda (humanza, pankuš) büyük bir beceriyle yapmasını bilen Lallupiyalıların burada Hatti ve Hititlerdekine tıpa tıp benzeyen bir de boğa akrobasisi yaptıklarına kuşku bırakmamaktadır.

Her Yerde Müzik ve Eğlence Vardı, Ama Herşey Resme Aksettirilmemişti!

Fotoğraf makinasız Eski Hitit Çağı yıllarında (MÖ 17-16. yüzyıllar) seramik ustaları nefes kesen gösteri sahnelerinden bazılarını yarı kinomatik yöntemlerle, kabartma ve boyama yöntemleriyle ebedîleştirmek istediler ve bunu büyük bir ustalıkla başardılar, çünkü yetenekli, hevesli ve sürrealisttiler. En güzel örnekleri Ankara, Çankırı, Kastamonu, Amasya, Çorum, Kayseri ve Hatay’da ele geçen kabartmalı vazolar üzerinde işlenen gösteri sahnelerini izlerken, sanki o şenlik törenlerine katılıyormuşuz gibi oluruz. İnandık vazosunda kadın erkek müzisyenler arasında salto yapan göstericinin de çok alkış topladığından emin olabilirsiniz. Evet, Hititler tüm soğukkanlılıklarına rağmen heyecanlarını dile getirmek ve yatıştırmak için “şakşak” yapmasını yaygınca biliyorlardı ve buna “palwai” diyorlardı; sırf merasimlerde görev yapan meslekten “şakşakçı”lar (palwatalla) bile vardı! Aşırı coşunca ise aha “aha!”, zinir zinir “müzik, müzik!”, miša “al!”, zinuriya zinuriya, ari “yol!”, wariyati hapanuša! “haydi kıvır!”, wai “vay vay!” gibi Luvice ve Hattice nidalar Anadolu’nun o zamanlar tozsuz kirsiz, linyit ve mazot dumanı kokmayan berrak göklerine yükseliyordu.

Yetmiş Dokuz Santim Uzunluğundaki Kılıç Nasıl Yutulur?

Yüzyıllar sonra Anadolu folkloründe çok daha yaygınlaşan bu gösteriler, bu kez taş kabartmalar üzerine işlendi ve Alaca Höyük kent kapısını sağlı sollu süsleyen dev bloklarda en özgün görsel ifadesini buldu. Cüce yapılı bedenleri ve Samurayları anımsatan püsküllü, kuyruklu saç tıraşlarıyla yabancı kökenli oldukları daha ilk bakışta anlaşılan iki akrobat boşlukta duran bir merdivene tırmanırken, bir üçüncü cambaz yüzünü asıl sahnede oturması gereken krala dönmüş küçük sayılamayacak bir hançer yutmaktadır. Adamlar modern sirklerde sıkça görmeye alıştığımız cücelerdendir (Liliputaner). Onların ayrı bir etnik kökenden geldikleri, boylarının cüce olmasından, saç tıraşlarından, “patlıcan burun”lu olmalarından, giysilerinden ve en önemlisi fizikî tiplerinden anlaşılır. Bunlar yerli Anadolulu, Hattililerden başkası değildir.

Kılıç ya da hançer yutan adam iddia edildiği gibi ne borazan çalmakta, ne de dişleriyle hançeri fırlatmaktadır, aksine tüm modern sirklerde kılıç yutma numaralarının en eski örneğini vermektedir!

Hançer yutma ve diğer akrobatik sahnelerin Alaca Höyük dışında, özellikle Boğazköy’de işlenmemiş olması ve metinlerin böyle sahneleri hep Hattilerle, bilhassa o neşeli tanrıça Tetešhapi’yle ilgili olarak vermesi, bizi şu önemli sonuca götürür: Son zamanlarda Arinna olarak oldubittilere getirilen Alaca Höyük, Eski Tunç Çağı mezarlarından beri bildiğimiz o eski Hatti geleneklerini Hitit İmparatorluk Devrinde de devam ettirmiştir. Burası Hitit siyasi hâkimiyetine rağmen hâlâ bir Hatti kenti kalmakta direnmiş köklü bir merkezdir. Orthostatlarda tasvir edilen sahneler de Hitit dinini değil, Hatti dinini, örf ve adetlerini, efsanelerini yansıtmaktadır. Burası aynı zamanda Hatti tanrısı Tetešhapi’nin kült merkezidir. Buna benzer sahnelerin başkent Hattuša’da neden işlenmemiş olduğu sorusu bile konuya açıklık getirmek için yeterlidir! Eğer Tetešhapi’nin kült merkezinin Hititlerdeki adını bilebilseydik, burası Alaca Höyük’ün antik adından başkası olamazdı. İnsan tasvirleri ve av sahnelerinde gördüğümüz canlılığı ise, yerli Hattili yontu ustalarının becerilerine borçluyuz.

Başkaca Olimpik Oyunlar ve Sirk Gösterileri

En başta Olimpik oyunları anımsatan folkloristik gösteriler, dansçı ve sporculara has özel folkloristik kıyafetler, formalar, spor yarışları, savaş gösterileri, uzun veya kısa mesafeli koşu, taş kaldırma, taş fırlatma, güreş, boks, ok atma yarışı, at koşusu, maden dövme ve işleme yarışı metinlerde ayrıntıları verilmemiş branşlar arasındadır. Hitit metinlerinde tüm gösterilerin bayram merasimleri sırasında yapıldığını ve insanı sanki özel hayatlarında hiç eğlenmezlermiş yanılgısına düşürdüğünü belirtelim, ama hemen arkasından tanrılara sunulan eğlence yöntemlerinin insan kaynaklı olduğunu, Hititlerin kendi yiyip içtikleri şeyleri, kılık kıyafet dâhil tüm eğlence yöntemlerini de insanın şekil (antropomorf), huy, ruh hali ve zevkleriyle kendi benzeri olarak kabul ettikleri tanrılara sunduklarını da bir kez daha vurgulayalım.

Koşu

Koşu, ilkbaharda kutlanan ve genellikle “Çiğdem Bayramı” (AN.TAH.SUM) olarak algılanan ve tam 38 gün süren ve çok çeşitli folkloristik gelenek ve tabakalardan oluşan merasim sırasında karşımıza çıkar. Törenler Hatti, yani tamamen yerli Anadolu kökenlidir. Gösteri, metnin korunmuş olan yerinde iki ayrı şekilde anlatılır. Eski Hititçe nüshada şampiyon olan kişiye daha yüksek miktarda ödül verildiği dikkati çeker. Bu spor basittir, ama çok prestijlidir. Ödül çok sadedir, yani wagada- ekmeği ve yarım kilo (bir mine) gümüşten ibarettir, ama manevî değeri yüksektir, çünkü başarılı koşucu ödülünü merasimi bizzat izleyen kral hazretlerinin elinden alır. Geç Hititçe nüshada iki yarışçı şampiyon olurlar ve ödül olarak sadece “asker giysisi, üniforma” (TÚG ERÍNMEŠ) verilir. Ödüldeki düşüş bir tarafa, burada ayrıca bu spor dalının Hititlerin sonradan ekledikleri militarist yapısı da belirginlik kazanır.

Kara Güreş ve Boks Maçları

Bir metin grubunda güreş, boks, taş fırlatma ve ağırlık (taş) kaldırma gösterisi anlatılır. Metin kral IV. Tuthaliya devrine ait kült eşyalarının envanterinin yapıldığı bir belgedir ve ilkbahar ve sonbahar bayramlarında kullanılacak malzemelerden söz eder.

Spor gösterilerinin başlaması için gök gürlemesi gibi bir doğa olayının ortaya çıkması beklenir. Kutlanan tanrının heykeli kutsal taşa (huwaši-) taşınır ve kendisine kurbanlar sunulur. Yemek yenir ve asıl gösteriler bundan sonra başlar. Akşam olunca tanrı heykeli tapınağına geri alınır.

Savaş Oyunları (Agoni)

Hititler gibi militarist bir kavimden bekleneceği üzere en meşhur spor gösterilerinden biri savaş oyunudur ve gene bir kült envanteri metninde yer alır. Bir grup delikanlıyı iki takıma ayırırlar ve bir tarafa “Hititler”, diğer tarafa da “Mašalı adamlar” derler. Savaşı kimin kazanacağı önceden bellidir. Hititlerin eline tunçtan silâhlar verilirken, Mašalılara kamıştan kargılar tutuşturulur ve göstermelik savaşı elbette Hititler kazanır. Düşman taraftan bir tutsak alırlar ve onu tanrıya kurban ederler. Yani burada kökenleri eskilere giden ve yavaş yavaş yok olmaya yüz tutan insan kurbanı söz konusudur.

Koç ve Boğa Dövüşü

Güreşten hemen sonra metinlerde ve betimlemelerde çok nadir karşılaştığımız bir eğlence türü sunulur; iki çift koç ve boğanın dövüştürüldüğü bib eğlence... Dövüştürülen hayvanların da takımlara ayrıldığı görülür. Oyunları sadece kral ve askerler seyrederler ve kendi taraftarları, hayvanları iyi spor sergilediklerinden dolayı coşkuyla alkışlarlar. Boğa güreşi hakkında Karatepe Geç Hitit kabartmalarından birindeki av sahnesi sağlam fikir verebilir. Burada antiteik pozisyonda birbiriyle vuruşan iki boğadan birinin sırtında omuzunda yayıyla avcı, öbürünün sırtındaysa ensesinde saplanmış bir ok olduğu halde “ceylan gözleri”yle yalvarırcasına avcıya bakan bir geyik dikilmektedir.

Ve Sonuç

Sonsuz bir zaman diliminden ve çok çeşitli etnik geleneklerin birikiminden kaynaklanan Eski Anadolu folklorü tabulara asla boyun eğmiyor, çıplak insan bedeninin estetiğini Yunanlardan yüzyıllarca önce sergiliyordu. Eskilerde müzik tıpkı ekmek ve su gibi bireysel ve toplumsal arzudan, gereksinmeden, içten, biyolojik ve en önemlisi ruhtan kaynaklanıyordu. Tepeden inmiyor, alttan, tabandan geliyordu.

Evet, antik Yunan öncesi Anadolu kentleri günümüz Türk kentlerinde olduğu gibi eğlence, spor ve sanata dönük tiyatro, sirk, hipodrum, gymnasium, colosseum, forum, hamam, yüzme havuzu, meydan, yeşil alanlara benzeyen her türlü kuruluştan mahrumdu, ama mekânlar değil, sunulan eğlencelerin kalite ve sanatsal yönü önemliydi. Sesler doğaldı, gırtlaktan veya enstrümanlardan çıktığı gibiydi. Her türlü uygarlık ve teknolojik hizmetlerden yoksun, onun yarattığı stresi tanımayan eski Anadolulular daha o çağlarda günlük yaşam savaşının yeknesaklığını hissetmişler, insanca beceri ve yapılarıyla gerekli önlemleri almışlar ve insan ruhunu dinlendiren, yaratıcılığa iten ve çok geniş bir etnik yelpazeden oluşan insan grupları arasında amfiktiyonik birlik sağlamak amacıyla böylesi sanatsal yöntemlere başvurmuşlardı. Eğlenceler ve gösteriler sadece tapınak veya saray içi gibi halka kapalı yerlerde değil, herkese açık çok güzel ortamlarda da sergileniyordu ve insan, doğa ve tanrılarla iç içeydi. Birçokları bugün hâlâ Anadolu’da kesinlikle yaşamaktadır; bu benzerliklerin nerelerde saklı olduğu, ancak arkeolojik ve filolojik malzemenin dikkatle karşılaştırılması, sıradan benzerliklerin gerçek kökenlerine inmeksizin göbekten atılma hükümlerle mekanik tepki göstermeden ve götürü sonuçlar çıkarmadan önce Anadolu folklorundaki verilerin ilişki ve kökenlerinin sabır ve dikkatle belirlenmesinden sonra ortaya konabilir.

Kendilerini aşırıya kaçmadan ve samimice Anadolu sirk ve spor geleneklerini yeniden canlandırmaya canla başla adamış, ama ne devletten, ne de halktan gerekli desteği görememiş Safari Sirk Yöneticileri Şaban Taşçı ve İsmail Beylerle kısa süren dostluğumuza ve tatlı sohbetlerimize ithaf ederim        

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER