Palmira – Antik Dünyanın İncisi

“Palmira kentinin güzelliği, toprağının zenginliği, suyunun lezzeti ve bolluğuyla ünlü bir kenttir. Toprakları dört bir taraftan kumla çevrilidir ve böylece dünyanın geri kalan kısmından doğa tarafından ayrılır.

 

IŞİD saldırılarından sonra Palmira’nın yıkıntılarının durumu

Palmira, Şam’ın yaklaşık 200 kilometre kuzeydoğusunda, Emesa’nın (günümüzde Humus) yaklaşık 150 kilometre doğusunda, Resafa’nın yaklaşık 125 kilometre güneybatısında, Dura Europos’un yaklaşık 230 kilometre batısında yer alır. Her ne kadar günümüzde geçmişe oranla ulaşım çok daha rahat görünse de aslında bugün dahi Palmira’ya gitmek başlı başına bir tecrübe gerektirir. Bir zamanlar Suriye çöllerinde hüküm süren şehir, kraliçe Zenobia’nın (Zennube) MS 272 yılındaki yenilgisinden sonra yavaşça önemini yitiriyordu. Sonunda, şehir, kayalık bir boşluğun ortasında küçük bir köye döndü. Bu son yerleşme anıtsal duvarları ve sütun sıralarının gölgesinde, antik duvarların verdiği güven ve huzurla, Bel Tapınağı’nda kurulmuştu. Antik yapılar geçmişe tanıklık ettiler ve sadece çöl boyunca uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra muhteşem bir manzarayla ödüllendirilen gezginler tarafından takdir edildiler.

Yaşlı Plinius, vahanın konumunu ve coğrafi koşullarını kısaca şöyle anlatır: “Palmira kentinin güzelliği, toprağının zenginliği, suyunun lezzeti ve bolluğuyla ünlü bir kenttir. Toprakları dört bir taraftan kumla çevrilidir ve böylece dünyanın geri kalan kısmından doğa tarafından ayrılır. İki büyük imparatorluk, Roma ve Part arasına konumlansa da, hâlâ bağımsızlığını korumaktadır; bu ikisinin arasındaki kırılmalar ilk anda tehdit etse de asla her iki tarafın da ilgisini çekmede başarısızlık yaşamaz. Şehir, genelde Dicle’deki Seleukoslar olarak bilinen Partların Seleukos’undan 542 kilometre uzaklıkta yer alır, mesafe Suriye kıyısının en yakın yerinden 326 kilometre ve Şam’dan 43 kilometre daha azdır.”

Bugün bu çöl kasabası, Yunan ve Romalılar resmi olarak gelmeden önce bilinen Sami ismini taşımaktadır: Tadmor. Ancak “Palmira” ismi oldukça iyi bilinir ve sıkça kullanılır. Yerleşme Suriye çöllerinin ortasında konumlanmıştır ve Plinius’un kenti çevreleyen kumu anlatımı biraz şairane olsa da, gerçekten de gözün alabildiğine bir sahra uzanır.

Ağustos sonunda kentin güneyinde gerçekleşen patlamanın ardından Palmira’daki hava herkesi şaşkına çevirmişti. Solgun bir duman ve toz sütunu, Suriye’nin vahasının en önemli anıtlarından birinin durduğu tepenin üzerinde yükselmişti. Palmira’nın en eski ve en anıtsal yapısı, övünç kaynağı ve kıymetlilerinden bir olan Bel Tapınağı enkaza dönmüştü. Antik yapı hemen bu vahşete yenik düşmek istemedi. Son iki bin yıldır orada duran antik yapıyı yok etmek için iki patlama gerekti. Dindar softalar tarafından amaçsızca yok edildi. Çok uzun zaman önce değil, yirminci yüzyılın başına kadar antik yapı Müslümanlar için bir camii olarak hizmet verdi. Deli liderlerinin emirlerine uyan ve yanlış İslami yorumlarla köreltilen IŞİD’in barbarları, uygar dünyayı incilerinden birinden mahrum bıraktı.

Ağustos sonunda kentin güneyinde gerçekleşen patlamanın ardından Palmira’daki hava herkesi şaşkına çevirmişti. Solgun bir duman ve toz sütunu, Suriye’nin vahasının en önemli anıtlarından birinin durduğu tepenin üzerinde yükselmişti. Palmira’nın en eski ve en anıtsal yapısı, övünç kaynağı ve kıymetlilerinden bir olan Bel Tapınağı enkaza dönmüştü

Bel Tapınağı’na ek olarak başka önemli anıtlar da yok edildi: Baalşamin Tapınağı, Zafer Takı ve kentin batısındaki Mezarlar Vadisi’nde bulunan bazı kule mezarlar. Güneydoğu Nekropolü’ndeki yeraltı mezarları da tahrip edildi. Yerel müzede sergilenen dünyanın en büyük Palmira koleksiyonu, yetkililer tarafından kısmen kurtarıldı, fakat büyük heykellerin tamamı parçalandı. Bu heykeller arasında Allat Tapınağı’nda Polonyalı heyet tarafından bulunan Athena/Allat heykeli de vardı. Aynı zamanda yine aynı heyet tarafından bulunan Palmira Müzesi’nin sembolü, Allat’ın Aslanı da yok edildi. Ancak en kötüsü insanların başına gelendi. Palmira’da çalışmış herkes için Palmira Müzesi’nin önceki müdürü ve en iyi Suriyeli arkeologlardan biri olan Halid Esad’ın ölümü tam bir şok etkisi yarattı. Bu aydın insan, sevgili şehrinden kaçmak ve kenti barbar haydutların eline bırakmak istemedi. Hazineyi saklamak ve yabancılarla işbirliği yapmakla suçlandı. Teröristler Halid Esad’ın başını kesti ve onu Palmira’nın ana yoluna astı. Kendisi gerçek anlamda Palmira’nın son muhafızıydı.

Kaybın gerçek resminin oluşturulması, uzmanlar Palmira’ya ancak yakın zamanda ulaşabildiği için hala devam etmektedir. Rejim birlikleri Palmira’yı teröristlerin elinden aldı, fakat savaş devam ediyor. Bu durumda iyimserliği korumak oldukça zor.

Palmira’yı bu kadar özel yapan, birçok maceraperestin, araştırmacının ve sonunda turistlerin ilgisini çeken nedir? Uygar dünyanın sınırındaki bu küçük vaha nasıl oldu da yöneticilerinin batı dünyasının iki süper gücü, Roma ve Pers arasında kendi politik oyunlarını oynayabildiği ve bir noktada ikisini de tehdit edebilen, gelişen bir şehir oldu?

Palmira’nın tarihöncesi çok iyi bilinmemektedir. En eski insan faaliyetleri, büyük olasılıkla 1960’lı yıllara kadar yerel nüfusun temel su kaynağı olan Efka nehri etrafında gerçekleşti. Bu bölgenin yüzeyine dağılan çok sayıda çakmaktaşı, vahanın Neolitik Dönemde yerleşildiğini, en azından kullanıldığını kanıtlamaktadır. Ancak ilk yerleşme, büyük olasılıkla, şu an Bel Tapınağı’nın bulunduğu tepede konumlanmıştı. Burada, derin test açmalarında Erken Tunç Dönemi seramik parçaları bulundu. Vahanın ismi Tadmor’a ilk defa Anadolu’da, Ankara yakınlarında bulunan bir çivi yazısı tablette rastlanmıştı. MÖ 19. yüzyılda Puzur-İştar, aynı zamanda “Tadmorlu” olarak da anılırdı, olasılıkla bakırla bağlantılı bazı ticari alışverişlerde tanık rolü oynamıştır. Tadmor adı daha sonra Mali’nin ünlü arşivinde (MÖ 18. yüzyıl) ve Assur kralı I. Tiglat-Pileser’in (MÖ 1115-1077) yıllıklarında da geçmektedir. Hellenistik Palmira da oldukça bulanık, ancak burada varlıklı bir yerleşmenin olduğunu biliyoruz. Bu yerleşmenin bir kısmı kentin güneyinde Prof. Schmidt-Colinet tarafından kazılmıştı, ancak savaş bu değerli arkeolojik araştırmanın kesilmesine de neden oldu. Tadmor, Seleukos nüfus alanı içerisindeydi. MÖ 217 yılında gerçekleşen Rafya Savaşı’nda deve savaşçılarının Seleukos kralının yanında savaştığını biliyoruz. Bu savaşçılar adını sadece Palmira’dan bildiğimiz Zabdibel tarafından kumanda ediliyordu.

Kentin Hellenistik Dönemde nasıl göründüğü hakkında bir tür resim sunan yegâne metin, Mark Anthony’nin süvarilerinin Tadmor’a düzenledikleri akının hikâyesidir. Kent sakinleri tüm eşyalarını toplayıp Fırat’ın ötesine kaçmışlardır. Eğer hikâye doğruysa, o dönem şehir oldukça mütevazı olmalıdır. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde önemsiz bir yerleşmeydi. Fırat boyunca giden ana ticaret rotasından bir hayli uzaktaydı. Daha kısa olmasına rağmen, hiçbir tüccar mallarını riske atıp tehlikeli çöl yolunu seçmezdi. Palmira’nın konumu kentin laneti gibiydi, oysaki konumu kent için altın madeni oldu. Bir noktada Tadmor sakinleri, tüccarları vahadan geçmeye çekmenin tek yolunun güvenli geçiş sağlamak olduğunu fark ettiler. Böylece haydutlara karşı kendi çöl savaşçı birlikleri tarafından korunan kervanlar kurdular. Çok geçmeden kendileri ticaret yapmaya başladılar. O zaman onlar için yeni, geniş bir pazar açıldı. Suriye’nin MÖ 64 yılında Pompei tarafından ilhakı kenti yeni bir konuma getirdi. Vaha ile Romalı Suriye’nin kalanı arasındaki alan artık Roma ordusunun kontrolü altındaydı. Bu nedenle Palmiralılar şehir ile Fırat arasındaki çöl yolunu güvene almak zorundaydı. Palmira’ya ve sonrasında Suriye kıyılarına giden çölün içinden giden yol, hiçbir zaman ana ticaret rotası olmadı. Ancak tüm Palmiralı tüccar boyları oldukça belirli bir işte uzmanlaşmıştı. Tüccarlar genellikle ipek, baharat ve mücevher gibi lüks malların ticaretini yapıyordu. Bu ürünler fazla ağır olmayan, deve üzerinde taşıması oldukça kolay ve Roma pazarında azami kazanç sağlayacak ürünlerdi. Palmira, zenginliğin suya değil, daha çok çöl boyunca kervan trafiğinin güvenliğini sağlamak için kabileler arasında barış ve düzeni sağlama yetisine dayalı olduğu oldukça özel bir ticaret kenti haline geldi.

Zengin tüccarların yanı sıra kervanların komutanları da Palmira toplumunun elitleriydi. Bu genel anlamda ticaretin asalet sağlamadığı antik dünyada oldukça karakteristik bir özellikti. Palmira’da iş adamları isimleri çoğunlukla bir taşta abideleştirilen asillerdi. Palmira’nın ana caddesi olan Büyük Sütunlu Cadde’nin yanı sıra ana pazar alanı, Agora zengin kentlilerin heykelleriyle doluydu. Palmira’nın Roma kenti olarak konumu yanı sıra iş hacmi, hem tüccarlar ve askerler için hem de rahipler için kazançlıydı. Çok geçmeden o kadar zengin oldular ki, ana tanrıları Bel için yeni, anıtsal bir ev sipariş ettiler.    

Palmira yaklaşık üç yüz yıl boyunca gelişti. Ancak MS 3. yüzyılın ortasında durum değişti. Romalılar ve Sasani Persleri arasındaki savaşlar ülkeyi harap etti ve ticareti oldukça riskli ve neredeyse imkânsız hale getirdi. 252 yılında Pers akıncıları, Antakya’yı ele geçirip yıkmış, Suriye’nin geniş bir kısmını yağmalamıştı. Uzun bir kuşatmadan sonra 256 yılında bir sınır kalesi, Dura Europos düzenli Sasani ordusu tarafından ele geçirilmişti. 259 yılında kral Şapur Roma lejyonlarını Edessa yakınlarında bir savaşta yenilgiye uğratmış ve İmparator Valerianus’u tutsak almıştı. Nihai felaketi kimse durduramaz gibi görünüyordu. Bir adam hariç. Palmira’nın başı ve Roma konsülü Udaynath (Odenaethus) Pers ordusunu yendi ve “Tüm Doğu’nun Koruyucusu” unvanını aldı. Ancak Palmira’nın en ünlü yöneticisi Udaynath değildi. Udaynath’ın ölümünden sonra karısı Zenobia gücü eline aldı. Kısa zamanda tüm Mısır ve Anadolu’nun büyük kısmını ile tüm doğuyu hükmü altına almıştı. Zenobia’nın gerçek niyeti hala net değildir. Sadece oğlu Vabalathus için doğuda gücü güvenceye mi alıyordu? İlk başta durum buydu, fakat sonra İmparator Aurelian, Zenobia’nın haksız hâkimiyetine son vermeye karar verince, oyunun iç yüzü belli oldu – Roma İmparatorluğu’nun sadece bir hâkimi olabilirdi. Sonunda Zenobia Aurelian tarafından yenik düşürülüp Roma’ya götürüldü. Peki ya Palmira? Arkeoloji, Aurelian’ın kenti bağışladığını tasdikler. Yine de, kentin altın çağı sona ermişti. Kent Roma lejyonları için bir garnizon haline gelmiş ve yavaşça unutuldu.

Udaynath ve Zenobia zamanında Palmira görkeminin doruk noktasındaydı. O dönemde Perslere karşı büyük zaferlerinin anısına bir Zafer Takı dikilmişti. Ancak öncesinde çok sayıda muhteşem anıt yapılmıştı. Nabu Tapınağı Palmira’daki en eskilerdendir. Yapı, MÖ 1. yüzyılda hatta belki daha önce inşa edilmişti. Tapınak Babil’in bilgi ve yazı tanrısına adanmıştı ve Palmira’nın ana tapınağı Bel Tapınağı’ndan yaklaşık 300 metre batıdaydı. Nabu Tapınağı’nın hemen batısında kentin agorası yer alır. Asil vatandaşlar fiiliyatlarını öven heykelleri buraya yerleştirmiştir. Agoranın önünde Kubur Vadisi’nin yatağında gümrük tarifesi duruyordu. Bu üzerinde gümrük kararnamesinin yazılı olduğu büyük bir taş paneldi. Yakın zamana kadar tarifenin tam olarak nerede durduğu kesin değildi. Tarife 2010 yılında Prof. Michal Gawlikowski önderliğindeki Polonya heyeti tarafından belirlenmiştir. Büyük Sütunlu Cadde’de batıya gittikçe tetrapylon (dört kapı) görülür. Bu büyük anıt caddenin oryantasyonundaki ufak değişimi gizler. Caddenin kuzey tarafında Polonyalı arkeologların kazdığı dört kilisenin kalıntılarının bulunduğu Hıristiyan Bölgesi denebilecek alan yer alır. Büyük Sütunlu Cadde Emeviler tarafından tipik oryantal bir pazara dönüştürüldü. Bu cadde olasılıkla MÖ 1. yüzyılda yapılmıştır. Hemen arkasında Diocletianus Kampı yer alır. Buraya Diocletianus Kampı denmesinin sebebi kampın bu imparatorun saltanatı sırasında inşa edilmiş olmasıdır. Büyük olasılıkla kamp İmparator Aurelian tarafından MÖ 273 yılında bırakılan lejyon tarafından inşa edilmiştir. Büyük Sütunlu Cadde’nin en sonunda sonraki ordu kampı içerisinde başka ilginç bir kalıntı daha yer alır – Allat Tapınağı. Allat’ın mermer heykeli Prof. Gawlikowski tarafından bulunmuş ve yakın zamana kadar Palmira Müzesi’nde sergilenmekteydi.

Palmira’nın en önemli kutsal alanı Bel Tapınağı’dır. Antik dünyanın hiçbir yerinde böylesine özgün mimari çözümler uygulanmamıştır. Bu özgünlük Palmira’nın Batı ve Doğu’nun kesiştiği oldukça özel konumu ve özgün inanç sisteminden kaynaklanmaktadır. Tapınak günümüze kadar neredeyse hiç bozulmadan gelmişti.

Bel Tapınağı’nın mimarisinin zenginliğini tam anlamıyla anlamak için Palmira inancına bakmak ve inancın niteliklerini, sanat ve mimariye olan etkisini öğrenmeye çalışmak gerekir.

Suriye’de antik dönemde dinin karmaşıklığı ve çeşitliliği, anlaşılmasını zorlaştırıyor. En karakteristik özelliği, ancak elbette tek olmayan, şehirlere üçlü tanrılar hâkimdi. Büyük İskender döneminden beri Levant ve Doğu’nun Yunan kültürü ve dininin etkisi alanında olduğu yaygın şekilde varsayılır. Fakat Helenleşme sadece yüzeyde gerçekleşmiş, eski tarz törenler yeni giysilerle örtülmüştür. Yerli doğu kültlerin oldukça güçlü olduğu ispatlanmış ve bu kültler yerel mabetleri Yunan tarzında şekillendirmek için bilinçli olarak yeni gelenlerin mimari başarılarını uyarlamıştı. Suriye kültünde sadece tapınağın kendisi değil, aynı zamanda çevresindeki alan – temenos – da önemliydi. Bu alanda sıradan insanların davet edildiği ayinler ve törensel ziyafetler yapılırdı. Tapınak ise sadece rahipler için erişilebilirdi.

Antik Levant ve Suriye bölgesi hem politik hem de dini açıdan homojen değildi. Kıyı kentlerde veya iç bölgelerde yer alan merkezlerde nispeten farklı kültler ve Palmira gibi Roma İmparatorluğu’nun sınırlarında kalan coğrafi olarak izole köylerde tamamen farklı kültler gelişti. Çölün ortasında bir vaha olarak kent dünyadan koparılmış gibi görünmektedir. Varlığının ilk günlerinde kesinlikle dünyadan koparılmıştı. Ancak ticaretin gelişmesiyle durum değişti. Tüccarlar dünyadan yeni fikirler ve haberler getirdi ve Arap kavimleri yerel tanrılar için küçük mabetler kurdular. Kent Roma İmparatorluğu eksenine girdiğinde, süslemelerde yeni, tipik batılı dini motifler açığa çıktı.

Palmira tanrılarının soyları oldukça farklı. Panteonun baş tanrısı Bel Mezopotamya kökenlidir. Büyük olasılıkla antik dönemde adı aslında Bol idi. Babil kültürü ve lehçesinin etkisinden dolayı Bel haline geldi. Babiller, mitolojilerinde ana tanrı olan Babil tanrısı Marduk’un tecessümlerinden birini bu şekilde adlandırdılar. Aynı zamanda Mezopotamya’dan tanrılar, Nabu ve Adad, Palmira’ya geldi. Bunların yanında daha az öneme sahip tanrılar da geldi. Çöllerden göçebelerle birlikte Allat ve Azizu gibi tanrıları da geldi. Palmira’ya en son gelen tanrı olasılıkla doğa ve gök tanrısı Baalşamin [Cennetin Efendisi].

Bel kesinlikle Palmira’nın baş tanrısıydı. Bu açıkça tapınağının boyutlarıyla ortaya konuyor. Ancak elimizde kültün gücünü gösteren başka bilgilerde var. Suriye geleneğine göre Bel tek başına hüküm sürmedi. Ona, Jarhibol ve Aglibol eşlik ediyordu. Kentin ana üçlüsü, Palmira panteonunun özgünlüğüne başka bir örnektir. Klasik(!) üçlü, örneğin kıyı kentlerindekiler, belli bir düzene göre kurulmuştur: gök tanrı, tanrıça, gençlik tanrısı. Ancak burada genellikle zırhlı üç erkek resmedilir. İsimleri Bel’in Bol olarak anıldığı geçmişi aksettirir. Bu iki tanrı arasından daha önemli olanı Jarhibol’du.

Jarhibol, Aglibol ve Malakbel, vahadaki yerleşmenin başlangıcından beri tapılan yerel tanrılardı. Sonuncusu içlerinde en genç olanıdır. Bu dışında haklarında pek fazla bir şey bilmiyoruz. Jarhibol büyük olasılıkla Bel tarafından tahtından indirilmeden önce ana tanrıydı. Verilen adakların miktarına bakılınca, Efka su kaynağının tanrısıydı. Mısır için Nil Nehri neydiyse Palmira için de Efka oydu - varlığın anlamı. Bu nedenle Jarhibol’un rolü çok önemliydi. Kaynağın koruyucusu olarak Jarhibol vahanın refahının teminatçısıydı. Bir noktada Jarhibol kültü, Bel rahipleri tarafından kontrol edilmeye başlandı.  

Bel rahipleri birliği büyüyen bir örgüttü ve mal varlıkları oldukça fazla olmalıydı. Büyük ihtimalle, Palmira’nın bütün inanç sistemini kontrol ediyorlardı. Sadece varlıklı ailelerin üyeleri bu örgüte dâhil olabilirdi, çünkü sadece zenginler bunu karşılayabilirdi.

O zaman nasıl bu kadar güçlü bir örgütün ana binası böyle gözükebilirdi? Kutsal alan kentin doğu kenarına, eski yerleşimi kaplayan tepeye konumlanmıştı. Bu kutsal alan Orta Doğu peyzajının tipik bir ögesi olan bir höyükten başka bir şey değildir. Diğer bir değişle bu insan yerleşiminin birbirini takip eden tabakalarının yüzyıllar içerisinde yükselmesiyle oluşan suni bir tepedir. Tapınağın ne miktarda antik kalıntı sakladığı bilinmiyor, çünkü birkaç test açması dışında tepe hiç arkeolojik açıdan incelenmedi.

Bel Tapınağı höyüğü antik şehrin kent planına yön veren ana caddenin bir ucuydu. İlk olarak Kubur Vadisi’nden geçen geçit töreni yolu olasılıkla Mezarlar Vadisi’nin sonunda bir yerde yer alan bir barajla taşmalara karşı korunuyordu. Daha sonra, Büyük Sütunlu Cadde yapıldığında ana cadde kuzeye kaydı ve bu cadde kentin ana caddesi oldu. Cadde öyle tasarlanmıştı ki, doğu ucu Bel’in kutsal bölgesinin anıtsal girişine ulaşıyordu. Kentin bu belirli kısmı hala arkeologları beklemektedir. Şu anda alan günümüz karayolunca kesilmektedir ve otobüsler tahsis edilen için park alanın altında kalmaktadır.  

Bel kompleksinin kutsal alanı büyük bir temenos ve temenosun merkezinde dikilen tapınaktan oluşmaktadır. Hâlihazırda biliyoruz ki, Orta Doğu kültlerinde ayinlerin çoğu açık havada yapılmaktadır. Dolayısıyla avluların önemi de bilinmektedir. Bu durum Palmira’da da farklı değildi. Bel Tapınağı’nın temenosu törensel buluşmalara hizmet verdi. Bunlar büyük olasılıkla yemek dağıtımıyla bağlantılı şölen ayinleriydi. Herkesin bu tür ayinlere katılamadığını biliyoruz. Davet edilen insanlara tesserae – bilet görevi gören küçük kil parçalar – dağıtılırdı. Kesinlikle törensel yıkanma, sunak üzerinde kurban kesme, olasılıkla tapınak çevresinde geçit törenleri büyük öneme sahipti.  

Avlu, ana caddeye göre şekillendirilmiştir. Kuzeyden güneye 205 metre ve doğudan batıya 210 metredir. Avluyu çevreleyen sütunlar bir portiko oluşturur. Kuzey, güney ve doğu portiko çift sıra iken, batı tek sıra, fakat daha yüksekti. Batı tarafında üç kapısı bulunan propylaea inşa edilmişti. Anıtsal girişe yönlendiren basamaklar tepede sekiz sütunlu portikoyla biter. Bezemeli sütun başları dışında portikolar, çatının üzerinde mazgal dişleriyle süslenirdi. Temenosun sütun sırası, kuzey taraftan başlanıp adım adım yapılmıştı. Bunu sütunların üzerindeki yazıtların büyük harflerinin tarz ve süslemelerindeki değişimleri gözlemlememiz sonucu biliyoruz. Anıtsal girişin yer aldığı tapınağın batı tarafı bitirilmemişti. Burada korunmuş MS 175 yılına tarihlenen yazıt kutsal alana açılan üç geçidi kapatan üç bronz kapıyı yaptıranlardan bahsetmektedir.

Şimdi sadece (IŞİD’in barbarlığı sayesinde) resimlerinden bildiğimiz tapınak kurulmadan önce daha eski bir yapı aynı yerde duruyordu. Olasılıkla Bel’in daha önceki kutsal alanının olan bu Helenistik mimari hiç bilinmemektedir. Bu yapıya ait sadece küçük heykel ve süsleme parçaları bulundu. Bunlar arasında Palmira’nın MÖ 44 tarihli en eski yazıtı da yer alır. Bu yazıt Bel’in rahipleri tarafından yaptırılan heykelin üzerindeki ithaf yazıtıdır.

Klasik Bel Tapınağı tek bir seferde kurulmamıştı. Temelleri dönemin en başında atılmıştı. Tapınağın kutsandığı kesin tarihi biliyoruz, MÖ 32. Ancak bu, yaygın olarak kabul edilenin aksine yapım tarihi değildir. Bazı mimari özelliklere bakılınca inşaat işleri devam etmiş, ancak kutsal alan rahipler tarafından kullanılmıştı. Tapınak bitirildiği halde temenos hiç bir zaman bitirilmemişti. Dolayısıyla inşa süreci ne basitti ve de bir ahenk içerisindeydi. 30’lu yıllarda yürütülen Fransız araştırması ve daha sonra Polonyalı arkeolog Piotr Pietrzykowski tarafından yapılan ilaveler, anıtın rekonstrüksiyonunun yapılmasını ve doğru yorumlanmasını sağlayan verileri sunar.

Bel Tapınağı, Suriye’nin büyük kentlerinden birinden, olasılıkla eyaletin başkenti Antakya’dan, getirilen bir mimar tarafından tasarlanmıştı. Mimarın ismi bizim için hala bir sır, fakat mimarın Magnesia ad Maeandrum’da yer alan Artemis Tapınağı’nın tasarımından esinlendiği bilinmektedir. Artemis Tapınağı mimari üzerine kitabıyla ünlü, mimar Hermogenes tarafından yapılmıştır. Kitabı günümüze kadar ulaşmadı, ancak Hermogenes’un işine büyük saygısı olan başka bir mimar, Vitruvius, tarafından kullanıldı. Günümüzde Palmira’daki tapınağıyla benzerlik gösteren sadece bir antik tapınak vardır: Ankara’da yer alan İmparator Augustus kültüne ithaf edilen tapınak.

Bel Tapınağı, pseudodipteros (yalancı dipteros) planda tasarlanmıştı. Yapının dört tarafı, cella duvarlarından çift boşluklu uzaklığa yerleştirilen tekli sütun sırasıyla çevrelenmiş. Bu aralık içteki sütun sırası için yer bırakıyordu, ancak bu sıra eksiktir. Klasik tasarımda cellaya giriş kısa tarafta, aditon veya iç oda da diğer kısa tarafta olmalıdır. Fakat bu tasarım Palmira’da ibadetin ihtiyaçlarını karşılayamadı. Bel rahipleri değişiklik talep ettiler. Tapınak tasarımını cellanın iki kısa tarafında yer alan iki aditona yer açmak için uyarlamaya karar verdiler. Orta Doğu’nun başka bir yerinde böyle bir uygulama görülmemiştir ve Greko-Romen dünyasında karşılığı yoktur. Bu ayarlamanın daha önce burada duran olasılıkla daha mütevazı olan önceki kutsal alanın orijinal planını yansıttığına inanılmaktadır. Mimar görevini Palmira’daki Bel Tapınağı’na antik dünyada eşsiz bir konum verecek şekilde tamamladı. İon düzenindeki yarım sütunları duvar süslemesi olarak bırakarak iki kısa tarafı kapattı. Giriş asimetrik olarak kuzey duvarına yerleştirilmişti ve tapınağın güney kısmına daha yakındı. Bu tarz bir düzenleme, ikisi arasından daha önemli olan kuzey aditonun önünde fazla alan sağladı.

Tapınak ilk safhasında bir Yunan tipi krepidoma üzerinde duruyordu. Ancak bir süre sonra krepidomanın basamakları kapatılmış ve bir podyuma dönüştürülmüş. Yeniden inşa süreci yaklaşık bir metre alçaltılan tüm avlunun yeniden düzenlenmesi ve genişletilmesiyle ilgiliydi. Tapınağın temeli ve krepidomanın basamakları açığa çıkarılmıştı. Bel’in rahipleri tapınağa daha çok Roma karakteri veren bir podyum yaptırmaya karar verdi. Tapınağın bu yeniden düzenlemesi büyük ihtimalle MÖ yaklaşık 80 yılında gerçekleşti. Kireçtaşı döşemeyle yapılmış geniş rampa, kutsal alanın anıtsal girişine yönlendiriyordu. Rampayı peristilin sütunları arasına yerleştirilen bir geçit takip ediyordu. Buranın Bel Tapınağı’nın ayakta kalan tek yer olması şaşırtıcı.

Peristilin gölgesinde yürüyen rahipler çatıyı destekleyen taş kirişlerin üzerindeki geometric ve bitki süslemelerini izleyebiliyorlardı. Bu kirişlerin bir ucu sütunlara, diğer ucu cellanın duvarlarına ulaşıyordu. Taş döşemelerin üzerinde, çatı yapısının dışında, Bel ve yardımcılarının yanı sıra başka tanrı ve tanrıçalarla ilişkili çeşitli dini sahneler betimlenmişti. Bu düşen ve yıkıntılar arsında bulunan rölyeflerin parçaları son zamana kadar tapınağın girişinde sergileniyordu. Vahanın inanç sistemini veya efsanevi hikâyeler anlatan herhangi bir yazı günümüze ulaşmadı. Bu nedenle taşların üzerine işlenmiş bu sahneler bizim için büyük önem arz etmektedir, çünkü bu rölyefler Palmira mitolojisinin bilinen tek sunumudur.  

Cellaya girdikten sonra rahibin gözleri ilk olarak kuzey iç odaya yönelir. Burası tapınağın en önemli noktasıdır, “Kutsalların Kutsalı”. Aditon duvardaki anıtsal süslü niş formunu aldı. Aslında niş önündeki basamaklar sayesinde ulaşılabilirdi. Aditonun ön duvarı tapınağın duvarları arasına eklenmiş, fakat yapısal olarak bu duvarlarla ilişkilendirilmemişti. Kuzey aditon Palmira’nın ana tanrısı Bel’in tasvirinin olduğu yerdi. Bu tasvirin ne formda olduğu bilinmiyor. 30’lu yıllarda çalışma yapan Fransız araştırmacılara göre bu bir heykeldi. Ancak Polonyalı arkeolog Peter Pietrzykowski’nin yaptığı çalışma başka bir ihtimali göstermektedir. Nişin arka duvarında işlevi açıklanmamış metal askı izleri görünür. Pietrzykowski’ye göre bu askı, tüm boyutta bir heykel yerine Bel’in tasvir edildiği anıtsal rölyefin asılması için kullanılmış olabilirdi. Bel’in aditonunun süslemesi oldukça zengindi. Nişin lentosunun altı kanatları açılmış kartal tasviri ile süslenmiştir. Nişin tavanının tamamı ortasında küçük bir kubbe şeklinde girinti olan büyük bir taş bloktan yapılmıştı. Kubbe yedi tanrı büstü ve Zodyak işaretleriyle süslenmişti. Yedi tasvir, yedi tanrısal vücuttur. Ortada en önemlisi Jüpiter vardır. Heykeltıraş çevresine Güneş’i, Ay’ı, Venüs’ü, Mars’ı, Merkür’ü ve Satürn’ü yerleştirir. Greko-Romen tarzına rağmen, yerel tanrı Bel’i Cennet’in ve Yeryüzü’nün hâkimi Jüpiter olarak simgeler.

Öyle görünüyor ki, güney aditon kuzeydekinden nispeten daha sonra yapılmış. Bu, başka şeylerin de yanından, farklı mimari süsleme türüyle ispatlanır. Bu iç odanın işlevi hâlâ gizlidir, ancak buranın festivaller sırasında tapınağın dışında kullanılan kült objelerin korunduğu yer olabileceğinden şüphelenilmektedir. Güney iç odaya çıkan bir çeşit rampa oluşturan geniş ve alçak basamaklar vardır. Güney aditonun kutsal objelerin konduğu yer olduğu yorumuna dayanarak, rampayı kullanarak objeleri taşımanın rahipler için daha kolay olduğu düşünülmektedir. Sonrasında, en azından 13. yüzyılda, tapınak camii olarak kullanıldı ve aditon mihraba ev sahipliği yaptı. Mekke’nin yönünü gösteren taş niş günümüzde Şam’daki Ulusal Müzede sergilenmektedir. Tapınak, camiye dönüştürülmeden önce 4. ve olasılıkla 8. yüzyıllar arasında kilise olarak hizmet verdi. Aditonun süslemeleri herhangi bir insan veya hayvan formunda olmadığı için ne Hıristiyanların ne de Müslümanların dini duygularını rahatsız etmedi. Ne yazık ki, son zamana kadar…

Her iki aditonun da ziyaretçinin gözünden saklanan merdivenler vardı. Kuzey aditonun bir, güneyin iki tane vardı. Bu mimari elementler 30’lu yıllarda tapınağı çizen ve restore eden Fransız araştırmacıları, merdivenin bazı özel törenlerin yapıldığı çatıya çıktığına inanmaya sevk etti.

Avlu, festivaller ve bir ihtimal başka etkinlikler sırasında kullanılan yapılarla doludur. Cellanın önünde genellikle ziyafet salonu olarak yorumlanan bir yapının kalıntıları vardır. Yakınında ise anıtsal sunak yer alır. Avlunun kuzeybatı köşesinde temenosun dışından gelen bir rampa vardır. Büyük olasılıkla bu rampa tapınak hizmetkârlarının Bel’in şanına kesilecek hayvanları getirdikleri yoldu.

Tapınak hakkında bilinmeyen, kilise ve sonrasında camii olarak hizmet vermesi dışında Hıristiyanlık ve İslami dönemlerdeki hikâyesidir. Şüphesiz on ikinci yüzyılda tüm bölge surla çevrili bir kasabaya dönüşmüştü. Temenosun duvarları burçlar ve kulelerle kuvvetlendirilen savunma duvarları olmuştu ve anıtsal giriş üzerinde tipik Ortaçağ tepe mazgalı olan dar bir kapıya dönüştürülmüştü.

Bel Tapınağı’nın cellası günümüzde tamamen yok edildi. Delilik ve barbarlıktan dolayı varlığı sonlandı. Ancak çevresinde araştırılacak pek çok şey var. Avludaki gizemli yapılar, portikolar, Ortaçağ savunma kapısına dönüştürülen anıtsal propylaea… Bunların hepsi geçmişten miras aldığımız gibi kaldı. Bu kutsal tepenin tarihi halen tam olarak anlaşılmadı. Savaş çılgınlığı bittiğinde arkeologların Palmira’ya döneceğini ummaktan başka yapacak bir şey yok.

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER