“Avrupa'nın İlk Yüksek Kültürü" : AKHA !

EMEĞİN SÖMÜRÜSÜ -2

Homeros’un İlias Destanı’nda Troia Savaşı’nı çıkarmayı göze alabilecek denli güçlü ve özgüvenli bir halk olarak tarih yazan ve Kale’ye silah gücüyle değil, Odysseus’un “aklıyla” girebilen Akha Hellenleri gördük ki bu “aklı” kültür ve sanat bağlamında da zahmete katlanmadan “Minoslaşmada” kullanmış; Girit halkının emeği üzerinden çağdaş Avrupa’da “ilk yüksek kültür” olabilme “mucizesini” gösterebilmişlerdir.

Mykenia, Aslanlı Kapı.

1999 yılında Avrupa Konseyi adına düzenlenen ve dört Avrupa başkentini dolaşan”Odysseus Zamanı Tunççağ Avrupası’nda Tanrılar ve Kahramanlar” konulu sergiye ilişkin kataloğun beş imzalı “Giriş” bölümünde “Myken saray kültürü Avrupa Kıtası’nın ilk yüksek kültürü” olarak onurlandırılırken; önceki yazıda belgeleriyle ortaya koymaya çalıştığım gibi, “Myken saray kültürünün” varlığını borçlu olduğu bir Girit’in unutulmuşluğu ibret vericidir. Minos uygarlığını Orta Tunç Çağı Mısır’ının, Mezopotamya ve Anadolu’sunun üst düzey kültürleriyle yarışır parlaklıkta emekle yaratan ve de Myken’i yaratan bir ada toprağının “Avrupa Kıtası” üzerindeki konumudur “unutulmuş!” olan. Bu -hiç olmayacak- “unutma” hali belli ki Giritli “Hellen soylu olmadığı” içindir ki, bu hal insan adına “hümanist Hellen dostlarını” çok düşündürmelidir.

Uygarlığın “ilkleri” belli ki yalnızca Hellen soyundan halklara vergidir! Nasıl mı? Ve yine karşılaştırmalı arkeolojinin bilimsel izinde, bu kez de mimariye dair yönüyle görmeye çalışalım:

Homeros’un İlias Destanı’nda Troia Savaşı’nı çıkarmayı göze alabilecek denli güçlü ve özgüvenli bir halk olarak tarih yazan ve Kale’ye silah gücüyle değil, Odysseus’un “aklıyla” girebilen Akha Hellenleri gördük ki bu “aklı” kültür ve sanat bağlamında da zahmete katlanmadan “Minoslaşmada” kullanmış; Girit halkının emeği üzerinden çağdaş Avrupa’da “ilk yüksek kültür” olabilme “mucizesini” gösterebilmişlerdir. Çünkü uygarlık tarihi gerçekte; sömürgeleştirilen bir “köle halkın” yaratıcı aklıyla ve emeğiyle şekillenmiş kültür ve sanata sahiplenerek kendini yücelten bir başka “efendi”ye tanıklık etmemiştir.

Bir Amerika ve Avustralya ya da Güney Afrika, sömürgeci “efendileriyle” Avrupalılaşmıştır; sömürgeciler o yabancı topraklarda kök salan “yüksek Avrupa kültürüne” yerli yaratılarıyla beslenerek erişmemişlerdir. Yerli kültürler ilkeldir çünkü. Bunu sömürge halkın emeğiyle başarabilen tek “yüksek kültür” Akha Hellenleri olmuştur, belli ki kendi “Hellas” kültürü ilkeldir de ondan olmuştur. Mirasına konduğu Girit Deniz İmparatorluğu ile zamanın en büyük güçlerinden biri olmuş, o halde bile kendi özgün kültür ve sanatının yaratıcısı olamamıştır. Bu “başkalarının sırtından yücelişin” benzersiz resmini geçen yazımda “en hakiki mürşitin” yönlendirdiği yoldan sapmadan, karşılaştırmalı arkeolojinin bilimselliği tartışılmayan izinde ve görsellerin tanıklığında çizmeye çalışmıştım.

Benzer içeriğin ilk ve farklı şekliyle ve dipnotlarıyla “Uygarlık Anadolu’dan Doğdu” kitabının genişletilmiş yeni baskısındaki “Mimaride Hitit-Akha İlişkileri” başlıklı makalesinde de okunacağı bugünkü yazıya yine; önceki bölümden tanıdığımız Minos/Myken uygarlıkları uzmanı ve “Kreta, Thera und das Mykenische Hellas” başyapıtının yazarı ünlü Yunan arkeolog Sp. Marinatos’un bir saptamasıyla başlayayım: “Myken sanatı, çok büyük oranda Minos sanatı olarak tanımlansa da, mimaride kendi özgün yapı tasarımlarının üzerine temellenir. Bu saptama Girit’le ilişkiler açısından doğrudur ve bu bağlamda beklenendir de; çünkü her iki halk siyasada farklıdır ve bunun yerleşim biçimine yansıması da farklı olmuştur. Giritli barışçıdır, düzlüğe yerleşir ve bir surla korunma gereği duymaz (Res. 1a); yerleşim de odaktan dışa doğru genişler (Res. 2a). Buna karşın Akhalar savaşçıdır, bir tepe üzerine yerleşir ve yerleşimi ayrıca bir surla koruma altına alır (Res. 1b); bu nedenle de dışa açılamaz, yüksekteki megarona odaklanır, içine kapanır (Res. 2b). Sonuçta Akhalar, yaşayış biçimlerine uygun, savunma ağırlıklı bir yerleşimi ya kendileri tasarlayacaklardı, Marinatos’un savladığı gibi, ya da gereksindiklerini kendileri gibi savaşçı bir başka güçlü halkın savunma döşemlerinde arayacaklardı; bunda da zahmete katlanmayacaklardı.

Niyetin nereye doğru olduğunda iz, MÖ 1300-1250 arası zamanın Akha Millavanda’sında sürülür. Milet’te, Hitit Büyük Kralı II. Murşili’nin 14. yüzyıl sonlarında Arzava’yı kendine bağımlı dört vasal krallığa bölen başarılı seferiyle eş bir zamandan kalma yangın katmanı, Akhalar için yaşamsal önemdeki bu liman kentini güçlü bir surla koruma altına alma gereği duyulduğunu gösterir (Res. 3b). Surun Hitit etkili olduğunda kuşku duyulmaz (Res. 3a). Sur önünde kazılan konutların bir geçenekle tamamlanarak “koridorlu Akha evi” tanımında ise kuşkum vardır. Koridorun, labirent biçimli konut tasarımının doğal gereği bir Girit yaratması olarak (Res. 2a) o etkide Akhalara taşındığı gerçeği bir yana; koridorla tamlaması zor gözüken bu Akha evlerinin benzerlerini Eski Hitit Dönemi Anadolu’suna özgü eklentili evlerle bulduğu da yadsınamaz (Res. 3c).

Anadolu gibi Hellen’e yabancı bir toprakta o kültüre damgasını vuran Hitit’in etkisi doğaldır da; kendine anayurt olan Hellas toprağındaki surlarda aynı “yabancı” ile kurulan ilişkiler düşündürür. Çünkü Marinatos, Gla’daki Akha surunun düzenli aralıklarla yinelenen girinti ve çıkıntılı yapısında Anadolu etkisi ararken; kale, F. Matz’ın gözüyle bir “küçültülmüş Hattuşa resmi çizecek” boyutta Hitit’tir. Matz, “Kreta und Frühes Griechenland” yapıtında, surlardaki “radiyal duvar geçitlerini de Anadolu etkisine” bağlar ve “Tiryns Kalesi’nin saldırılara karşı dış ve iç surlar arasındaki karmaşık geçitlerle güvenceye alınmasının (Res. 4c. 10b) eski bir uygulamasını Troia VI Kalesi’nde” bulur; aslında ilk yalın haliyle Troia II’de de vardır (4a. 10a). Yine de bu etki Troia’dan çok, Hattuşa üzerinden olmalıdır, çünkü kralın oturduğu içkale konumundaki Büyükkale’de de (Res. 4b), tıpkı Tiryns’teki gibi, ardı ardına gelen kapı-avlu kademelendirmesiyle koruma sağlanması esastır: Akha Kalesi’nde ana giriş kapısı önündeki avlu dışında, ara kapılarla girilen üç avlu daha vardır ve bir dördüncüsü saray avlusuna açılır. Hattuşa’da da anakapı ardından ara kapılarla aşağı avluya ve orta avluya geçilir; üst avlu saray avlusudur.

Geç Tunç Çağı Ege’sinin iki yakasındaki bu iki güçlü kalesinde, Hattuşa ve Tiryns’te birliktelik bir başka özgün döşemin, ilkinde poternenin (Res. 5a) ve diğerinde kazamatın (Res. 5b), biçim ve yapı tekniğinde de gözlemlenmiştir. Adları gibi işlevleri farklı olsa da ve bu farklılık biçimlerine yansısa da, Anadolu yaratısının Hellas’a etkisi arkeolojinin hep gündeminde olmuştur. Döşemin Akha bey kalesinde, tabandan üste doğru piramit biçiminde daralarak yükselen poternelerin aksine, taş örgünün tabanda yaklaşık insan boyunda dik olarak yükselmesinde okunan biçim farkı belli ki dışa açılan mazgallardan ok atmak için olması gerekendir; çünkü Hititler bununla esasta sur dışına zahmetsizce çıkmayı amaçlamışlardır.

Bir Hattuşa poternesi girişiyle, benzer amaçlı bir Tiryns Batı Kapısı (Res. 5c) arasında ilk bakışta göze çarpan biçimsel aynılık, kazamatlarda gözlemlenen farkın işlevsellikten kaynaklandığını doğrular. Batı Kapısı bağlamındaki bu etkiyi, mimaride Hitit-Akha ilişkilerini ayrıntıların açmazında yadsıma çabasında olan “Hellen merkezci” bir M. Küpper bile görmezlikten gelemez. “Batı Kapı’da olan Hitit etkisi” az uzağındaki benzer kazamatlarda niye “kuşkuya” dönüşür “Mykenische Architektur” kitabında, nedeni bellidir.

Akhaların bindirme taşları üstte bir kilit taşına bağlayarak sivri “tonoz” yapmayı Hititler’den öğrendikleri gerçeği ve bu tekniğin kale savunması için yaşamsal önemi, Mykenai’da yeraltı su kaynağına inen basamaklı tünellerde de okunur (Res. 6b); çünkü aynı yapı tekniğinin aynı işlevdeki Hattuşa örneği Aşağı Kent’te Büyük Tapınak yanındaki Kaynak Tapınağı’ndadır (Res. 6a). Bu tekniğe dair Hitit yaratıcılığının tanığı, kilit taşının; Hattuşa’daki Oda 1 ve Oda 2 tavanında bir iç bükey oyguya dönüşmesidir (Res. 6c); dünya sanat tarihinde gerçek tonoza atılan ilk adımdır bu. Duvarında imparatorluğun son krallarından II. Şuppiluliuma’nın tanrı-kral olarak betimlendiği dinsel amaçlı bu özgün yapıda gerçekleşen mimari devrimi ilk P. Neve görmüştür. Emeğine sevdalı bu “Hattuşalı”nın, “Hititlerin MÖ 13. yüzyılda gerçek tonoz yapma bilgisine sahip oldukları” savını da Küpper, “yerel yapı geleneğini gösteren güçlü bir belirti” olarak yorumlar; yine de, deyişiyle çelişkiye düşer, “fazla” inandırıcı bulmaz.  

Tam kabul görmese de, Hitit-Akha ilişkisi Hattuşa Aslanlı Kapı (Res. 7a) ile Mykenai Aslanlı Kapı (Res. 7b) arasında da olmalıdır. Hem kente giriş olarak işlevsel ve konumsal anlamda, hem Hitit yapıtı tamamlandığında biçimsel anlamda ve hem de kent koruyucu olarak düşünsel anlamda vardır bu ilişki. Çünkü aslanların tırmandığı sütun, E. Simon’un da gördüğü gibi, ahşap vasfıyla Ana Tanrıça “Hera’nın” kendisidir. Doğrudur, çünkü Aslantaş Kaya Tapınak mezarı alnacında aynı konumda ve bu kez -aşağı inmiş yan dallarıyla ölümü simgeleyen- destekte soyutuyla algılanan Phrygialının (Res. 7c); MÖ 2. binyıl ortalarından bir Knossos mührü üzerinde somutuyla betimlenen ise Giritlinin Ana Tanrıçası’dır (Res. 8a). Aslantaş’taki soyut Kybele resmi ne ise, Erken Demir Çağı’nın aynı kültür toprağında tapınaklaşan Aslankaya mihrabında somutuyla betimlenen de o’dur (Res. 8b). Gelenek, Böotia/Theben’den bir MÖ Erken 7. yüzyıl kabartmalı çömleği üzerindeki aynı resimle ve “Hera” olarak Hellas’a taşınır (Res. 8c).

Hititler’de de aslan, Hattuşa Yazılıkaya’sı ana resminde üzerinde durduğu tanrıçayı Hepat; ya da New York altın yontucuğunda üzerinde taht kurduğu tanrıçayı Arinnalı Güneş Tanrıçası olarak tanımlar; her durumda Anadolu Ana Tanrıçası’nı tanımlar. Çünkü Çatalhöyük’ten bu yana hep böyle olmuş, aynı kadim düşünce Roma Çağı içlerine dek hiç değişmemiştir. Yine de Hellas’a etkinin, dinsel içeriğiyle ve onun resme yansıyış şekliyle Girit üzerinden olma olasılığı güçlüdür (Res. 8a. 7a); çünkü ağaç kültü bir Tunç Çağı Anadolu geleneği olarak Ada’da yaygındır ve kabarma resim bütünüyle bir Girit ustasının elinden çıkmadır. Bu durumda Mykenaı’da Anadolulu olan, kent kapısı olması ve resmin kent koruyucu vasfıdır. Mykenai Kapısı’nda iki büyük uygarlığa özgü sanat tarzının, “resmiyle Girit ve mimarisiyle Hitit” etkilerinin, bir arada harmanlanmış olduğu F. Matz gibi bir tanınmış bilginin de görüşüdür.

Ve mimaride Hitit-Akha ilişkileri, yukarıda karşılaştırmalı arkeolojiyle saptananların bir yazılı belgesi niteliğinde, eskil kaynakların da gündeminde olmuştur. “Tiryns Kalesi’ni Lykialı kykloplar inşa etmiştir” kaydını düşer Strabon (VIII 6, 11), Pausanias (II 25, 8) ve Bakchylides (X 77-81). Orada yapı ustası yerine geçen “kykloplar” deyimi, surları “devasa taşlardan yapanlar” anlamınadır ki, Lykia’nın Patara’sında bir Arkaik sur kalıntısı buna tanıklık eder (Res. 9c). Çünkü özgün yapısıyla bir Ksanthos’ta Klasik Çağ’a gelenek sürmesi ancak bir kadim yerel gelenekte bulabilir açıklamasını; Geç Tunç Çağı’nın “Lykialı kykloplarında” bulur. Tiryns’le çağdaş tanıtını ise MÖ 2. binyılın Hitit yerleşimleri verir. Tiryns Kalesi duvarı (Res. 9b) Hattuşa suru (Res. 9a) ile karşılaştırıldığında, “Lykia”dan kastın, onunla kültür birliği içerisindeki “Hitit” de olabileceği gerçeğini gözler önüne serer. Bu nedenle benzerlik salt genelde sınırlı kalmaz; iri blok aralarının ufak taşlarla dolduruluşunda da vardır. (Res. 4a. b). ”Kyklop” tanımının ve bu özgün tarzda Ege’nin her iki yakasında çağdaş iki büyük uygarlığın surlarında ortak oluşun tanıtı, Hattuşa ve Mykenai aslanlı kapılarını sınırlayan duvarlardadır (Res. 7a. b). M. Küpper’in görmek istediği farklılıklar; örneğin Tiryns’e özgü sandığı “boşlukları küçük taşlarla doldurma” yöntemi de, “yalancı dikdörtgen blokların kullanımı” da Hititler’de sanki “hiç bilinmiyor” değildir. İşin aslını görmek için Res. 5, 6, 7 ve 11’deki örnekleri karşılaştırmak yetecektir.

Lukka/Lykia toprağını Hitit zamanında konut yapamayacak ilkellikte kültürsüz ve bir başsız “çoban” yurdu olarak gördüğü içindir ki F. Kolb’ün ısrarla karşı çıktığı, “Lykialı kyklopların” Geç Tunç Çağı’nda “Tiryns Kalesi’ne yapı ustaları olarak girdikleri” olgusu, olasıdır ki tek surla kuşatılan Mykenai Kalesi’nin aksine (Res. 2b. 14b) Tiryns’teki içkale-dışkale uygulamasında da bulur kanıtını (Res. 10b); Troia’dan bu yana Anadolu’da, bu bağlamda Lykia’da da, yaygın bir savunma sistemidir bu (Res. 10a). Sonuçta, Anadolu yapı biçimlerinin yaygınlaşarak başka Akha kalelerinde mimariye somutuyla yansıması beklenir. Mykenai suru bu nedenle özde farklı değildir ve yukarda değinilen Gla Kalesi bu nedenle bir “küçük Hattuşa”dır . Ya da -Aslanlı Kapı’ya (Res. 7b) küçük boyutta öykünen- bir Mykenai Kuzey Kapısı’nın (Res. 11b) tek iri blok söve ve hatıllarla biçimlenişinde eşcesine benzerini Hattuşa Yer Kapı girişinde (Res. 11a) bulması da “ilişkisiz” olamaz, başka bir kültürle bağlantılı gösterilemez, kendi yaratılarıdır da denemez.

Akha bey kaleleri mimarisinde Hitit etkisinin gücü megaronlarla perçinlenir. Akha beylerinin anayurtlarındaki saraylarından bilinen tipte bir “Myken Megaronu”, St. Alexiou’nun yazdıklarına göre, Knossos’ta yoktur; kalıntılarına Girit genelinde yalnızca Hagia Triada ve Tylissos’ta rastlanmıştır. Bu önemlidir, çünkü belli ki Akha ve Girit megaronları kolaylıkla ayırt edilebilecek farklılıklar içermektedir ve bununla Akhaların bu bildik yapı tipini Girit’ten almadıkları kanıtlanmış olur. Alışkanlıkla “Hellen Tapınağı” olarak tanımlanan Demir Çağı Ege tapınaklarının çekirdeğini oluşturduğu için de (Res. 12c) Hellas’ta ilk nasıl ortaya çıkmıştır; “atomu parçalamaktan zor” olsa da, önyargılı olanları düşündürmek için bilmek şarttır:

Eskil Ege’deki bu en etkin yapı tipinin Hellas’a Anadolu etkisiyle girdiği St. Lloyd’un da görüşüdür. Akha bey kalelerindeki yeri odaktadır (Res. 2b. 10b), hem erkekler evi olarak siyasal ve hem de tapınak olarak dinsel anlamdaki işleviyle de “baş oda” ayrıcalığında çok özeldir. Örneğin bir Mykenai (Res. 2b) bir Pylos (Res. 12b) ya da Tiryns (Res. 13c) megaronunun Troia öncülleri (Res. 12a), salt dikdörtgen biçimiyle, ortasında ocağı ve önde derin sundurmasıyla değil, avlusuyla da vardır (Res. 4a. c; 10a. b; 12a. b). Korfmann kazılarıyla Troia III’ün en eski yerleşim katmanında günyüzüne çıkan “Megaron 1”deki sunak tanıklığında, bunların da kökende tapınak işlevinde oldukları bilinmiştir. Lloyd, Akhalarla bağlantıyı Kanişte’ki MÖ 3. binyıl sonlarının ocaklı Hatti Megaronu (Res. 13a) üzerinden kurmaya çalışır; ancak onunla Geç Tunç Çağı Akha megaronları arasında 500 yılı aşan bir boşlukta bağ kopar; etki, inandırıcılığını yitirir.

Lykia 3, 1996/97 süreli dergisinde yayınlanan “Kaniş/Neşa Tanrıevleri ve Hitit Tapınaklarının Kökeni” makalesinde de belgelemeye çalıştığım gibi; aranan aracılar, kanımca, Hitit tapınaklarının çekirdeğini oluşturan kült odalarıdır (Res. 13b). ”Bin tanrılı halk” tanımının gereği olarak başkent Hattuşa’da sayısı otuzu geçen tapınaklarda kutsal odanın; önündeki hilammar/sundurma ile birlikte “megaron benzeri” bir biçim oluşturduğunu “Architektur Kleinasiens” kitabında R. Naumann da görmüş; ancak kutsal odaya girişin sundurma üzerinden doğrudan değil, soldaki yan odalardan bir dirsek yaparak dolaylı yoldan geçilebildiği gerekçesiyle “megaron” tanımlamasında kuşkuya düşmüştür. Kült odasına girişin Yazılıkaya örnekliğinde, tıpkı megaronlar gibi, önodadan olabileceği önerim; az zaman sonra kazıyla açığa çıkarılan Sarisa Tapınağı ile de belgelenmiştir.

Bir Hattuşa VII Tapınağı (Res. 13b), Tiryns Bey Sarayı Megaronu (Res. 13c) ile yanyana getirildiklerinde, bu yapı tipinin Hitit üzerinden Hellas’a taşınma savının dayanaksız olmadığı hemen görülecektir: Megaron’un üç mekanlı tasarı, yalnızca yanlarda başka mekanlarla çevrelenmesi, kült odasının ortasında bir ocağın bulunması, geniş bir avluya açılan sundurmanın önde iki destekle taşınması ve avluda revakların oluşu Hitit ve Akha megaronlarında ortaktır. Yukarda gördük ki Akha ocaklı megaronlarının (Res. 2b. 12b. 13c), erken Troia ya da Kaniş ocaklı megaronlarında (Res. 12a. 13a) olduğu gibi, tapınak işlevleri de vardır ve bu olgu, Hellas’takilerle çağdaş zamanın Hitit kült odalarıyla ortaklığı perçinler. Ayrıca Naumann’ın. “saray ve tapınakların biçimde de ortak olabilecekleri” yönündeki saptamasına da değinilmiş olsun.

Ege’nin Doğu’sundan Batı’sına taşınan mimari biçimlerin bu yoğunluktaki gücünden artık belli ki Anadolu’nun Akha Hellenleri’ne etkisi “akropol”lerin Hellas’ta ortaya çıkışında da aranmalıdır. Geç Tunç Çağı’nın dünya devletleri gücüne yaraşır görkemdeki iki kalenin, Mykenai Kalesi ile Hattuşa Büyükkale’nin, yüksek tepeler üzerinde benzer konumu (Res. 14a. b) ortadayken, Akha akropollerini, P. Demargne’nin savladığı gibi, Thessalia’nın Geç Neolitik “Sesklo ve Dimini akropolleri” örnekliğinde, kendi Hellas “geleneğine” bağlamak zordur.

Bu kez mimariye dair Hitit-Akha ilişkileri konusunda belgelerle ortaya koymaya çalıştığım bilimsel sonuçlarla gelinen nokta, geçen “Emeğin Sömürüsü -1” yazısında Girit-Akha ilişkileri bağlamında varılanla aynıdır. Akha Hellenleri kültür ve sanatı kendi emeğinden değil, çağdaşı komşu halkların yaratılarından kök süren bir sömürünün ürünüdür. Girit’te bulamadıklarını Hititler’den almaları başkaca yorumlanamaz. Bu durumda Pausanias’ı “Mısır piramitleri kadar etkileyen”, aslında “Tiryns Kalesi” olamaz; kendisinin de kayıt düştüğü gibi (II 25, 8), onu inşa eden “Lykialı kykloplar” tarzında iş işleyenlerin kendi yurtlarında yarattıkları, gücüyle ve görkemiyle ürküten bir “Hattuşa Kalesi” olabilir örneğin (Res. 15a-c).

Asıl üzen, çağdaş Batı’nın emeğin sömürüsüne -sessizlikten de öte- pirim vermesidir: Avrupa Konseyi adına 1999’da düzenlenen ve dört Avrupa başkentinde sergilenen karma yapıtlar kataloğunun beş imzalı “Giriş” bölümünde “Myken saray kültürü Avrupa Kıtası’nın ilk yüksek kültürüdür” denirken; o “yüksek kültürün” gerçek sahibi Girit’in Avrupa topraklarındaki konumu nasıl unutulur; bu üzer. Unutkanlık (!) belli ki Girit halkı “Hellen soylu olmadığı” içindir; insan adına “hümanist Hellen dostlarını” çok düşündürmelidir.

Kimdir Geç Tunç Çağı’nın Myken’ini de besleyen o bitek Minos kültür ve sanatının Girit’teki yaratıcıları? Bu da gelecek yazının konusu olsun 

EN ÇOK OKUNANLAR

Tarlada Yürüyüş Yapan Kadın 2150 Gümüş Sikke Buldu

Prag'ın güneydoğusundaki Kutnohorsk kentinde tarlada yürüyüş yapan bir kadın, çiftçilik faaliyetleri sırasında yüzeye çıkan birkaç gümüş sikkeye rastladı. Çek Cumhuriyeti'nde şimdiye kadar bulunan en büyük erken ortaçağ sikke istifini açığa çıkardığının farkında değildi.

SON İÇERİKLER