“Batı Uygarlığı Bir Hellen Mucizesidir” Dogmasını Sorgularken

İLK “BİZ”DEN BAŞLAMALI

“Yurt içindeki kazılar ve ortaya çıkarılan eserler bütün ilim dünyasına kültürel vazifesini ifaya başlamıştır. Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir mahiyet alır”.

Ve Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin görkemli alnacında “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” yazacaktı.

Ve kendi özümüzü sorgulamaya bu Ata öğüdüyle başlamalı. Belli ki Eski Anadolu tarihini yazanların, bir müstesna tarihi yapanlara sadık kalmadığının farkındaydı ki Ulu Önder, Türk Tarih Kurumu’nu yaşama geçirecek; bununla, bilimsel araştırma yöntemlerini öğrensinler ve “tarihi yapanlara sadık” bir Anadolu tarihi yazsınlar diye -1930’lu yılların zor ekonomik koşullarına karşın- yurtdışına yolladığı gençler için bilimsel alt yapıyı hazırlayacaktı. Koyduğu hedefi somutuyla göstermek için de Türk Tarih Kurumu’nun hemen yanı başına, bilimde de “tam bağımsızlık” meşalesini geleceğe taşıyacak bir eğitim ocağının temellerini atacaktı ve Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin görkemli alnacında “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” yazacaktı.

Hedefe ulaşma yolunda, “bir kıvılcım gibi” gönderdiği genç yol arkadaşlarının “bir alev olarak geri döneceklerine” güveni tamdı çünkü. Eskiçağ bilimlerinde de “tam bağımsızlık” O’nun “karakteriydi” ki hedeflediği çağdaşlığa tez zamanda varabilmenin, Batı’yla yarışabilmenin “kendin” olmaktan öte başkaca bir yolu yoktu. “Hangi istiklâl vardı ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilmişti? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemişti. Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupalının emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak yönünde beliren birtakım zihniyetler”, tüm mazlum halklara örnek olarak kazanılan bir bağımsızlık savaşında emperyalist güçlere yeniden ve de beteriyle teslimiyet anlamınaydı. Çok çalışmak, sorunlara düşünerek, sorgulayarak ve tartışarak çözüm aramak, her işe “ben yapabilirim” inancıyla sarılmak, “özgüvenli” olabilmekti mesele.

İlk gidenler “bir alev olarak” geri dönmüşlerdi gerçekten; ancak kurdukları kürsülerde “Avrupa’dan alınan dersleri” sorgulamayı öğretmemiş, Onun beklediği kararlılıkta “tam bağımsız” olamamışlardı. Ektiğinin ürününü görmeden göçtü aramızdan. O zamansız ayrılığın bir nesil sonrasında, 1961’in çağdaş yasal uygulamaları çerçevesinde aynı madde ile yurtdışına gönderilen biz “ikinci dalga” gençler de, üzülerek söylemeliyim ki, Batılı okulların birer sadık “misyonerleri” olarak döndük ülkeye. Çünkü buradaki lisans eğitiminde, Batılı profesörler elinde yetişmiş hocalarımızdan aldığımız “Avrupa’dan dersleri”, bu kez asıl kaynağında pekiştirerek dönmüştük.

Dönüşüm, ülkenin üçüncü Arkeoloji bölümünün kurucusu olarak Erzurum’a oldu. Doğu hizmetine Tomris Bakır’la birlikte başlamış; sonraları Güven Bakır, Abdullah Yaylalı, Hayat Erkanal, Erol Atalay ve Altan Çilingiroğlu ile güçlü bir ekip oluşturmuştuk 1970’li yılların Atatürk Üniversitesi’nde. Batı tarzı Klasik Arkeoloji eğitiminin tartışılması bile usa gelmeyen, İonlara “Doğu Yunan” diyen gelenekçi uygulayıcıları arasında ben de olmuştum. Farklı olamazdım, çünkü Ekrem Akurgal ve Nikolaus Himmelmann gibi Alman Okulu’ndan iki çok güçlü ismin tezgahında yetişmiştim. Bu okulun, çağdaş arkeolojinin kurucusu olarak bütün dünyayı peşinden sürüklediği, 200 yıl boyu hiç değişmeyen “Atina merkezci” temel felsefine karşı gelmek, bir tür “sapkın” düşünceler içinde olabilmek kimsenin haddine değildi; yalnızca “Doğu Hellenciler” ile ortak bir saf tutulabilirdi ki -doktorasının başlığında “Doğu İon” yazan- ben de bu dogmatik düşünce örgüsünün içindeydim.

Bana göre de; Batı Anadolu’nun bitek toprakları, MÖ 11. yüzyılda başlayan Ege Göçleri ile, “en soylu İon” olan Atinalıların önderliğinde Hellenler tarafından savaşla ele geçirilmiş; İonia’da üretilen her şey, Batı Uygarlığının köklendiği kültür, sanat ve düşünceye dair her yaratı, geldikleri Akha yurdundan buraya taşınarak gelenek sürmüştü ki bu nedenle adı “Doğu Yunan” olmuştu. Bu durumda, Orta Anadolu’da Phryg Uygarlığı ile Anadolu Akdeniz’i ve Ege’sinde yerleşik Luvi kökenli kadim Anadolu halkları ve de Marmara ve Karadeniz’deki Milet kuruluşu 80 kadar yerleşim de “Hellen” olacaktı. Çünkü Hititlerin yıkılması ardından o kültür toprağında yaşanan “400 yıl süreli Karanlık Devir”, Anadolu halklarının geçmişiyle bağını bütünüyle koparmış; boşluk, deniz ticaretiyle her yerde olan Hellenlerle doldurulmuştu.

Prehistorya ve Önasya arkeolojisinde uzman iki yol arkadaşımın Batı’ya gidişleri ardından, Doğu Anadolu için önemsediğim görevlerini 1979-1990 arası zamanda üstlenmek durumunda kaldım. Bir klasik arkeolog olarak temelde yabancısı olduğum konuları öğretmek için, Ege Göçleri öncesi üç çağın Anadolu’sunu, Hellas’ını ve Girit’ini öğrendim; Göç sonrasının Yeni Hitit, Urartu ve Phryg uygarlıklarının, Hellas’ta Dor Hellenleri’nin odaktaki İonia ile olan ilişkilerini sorguladım ve birbirleriyle bağlantılı iki derse, Eski Anadolu Uygarlıkları ve Ege Uygarlığının Doğuşu derslerine hazırlık süresince Neolitik, Kalkolitik ve Tunç Çağ kültür katmanlarında, özellikle Troia, Hatti ve Hitit yaratılarında, Erken Demir Çağı İonia’sına sürgün süren sağlam kökleri gördüğümde; toplam 10 yıl gibi uzun bir zamanda aldığım Klasik Arkeoloji eğitimden kaynaklanan “Hellen merkezci” görüşlerimin bilimsel gerçeklerle örtüşmediğini fark ettim. Fark ettiklerim, 200 yıllık tabuyu yıkabilecek, bir dogmayı sorgulayacak boyutta bilimseldi; “ne derler acaba”yı düşündürmeyecek güçte sağlam, susulamayacak denli önemliydi.

Çünkü araştırmalarımla, sözde geçmişi gelecekten koparan “Karanlık Devir” aydınlanmış, Hitit kültür ve sanatının salt Yeni Hititlerle gelenek sürmediği anlaşılmıştı. Her şeyini Anadolu’ya borçlu olan ve bir yerli Anadolu-İonia’sını besleyen güçlü bir Phryg çıkmıştı ortaya. Erken Demir Çağ Anadolu kültür tarihi, Neolitik ve Kalkolitik birikimlerden harmanlanan Tunç Çağı Anadolu’sunun kesintisiz devamı olarak, sonuçta bir yaratısı olarak şekillenmeye başlamıştı. 200 yılın tartışılmayan “Doğu Hellen’i”, sanatıyla, kültürüyle, tanrılar ve düşünce dünyasıyla bir Anadolu İonia’sına nasıl dönüşmüş; bu güçlü kökten bir Batı Uygarlığı nasıl doğmuştu ve Miletos’ta nasıl bir Klasik Devrim’le taçlanmıştı; bunlar bilinmişti. Bir de “tarih” sandığımızın, göçlerden 700 yıl sonra yazılan propaganda maksatlı “Atina mitosları” olduğu bilinmişti.  

Belli ki sorun esasta yine Ata öğüdünü tutmayışta, “fikri hür” bir nesil yetiştirme, öğrenciye sorgulamayı, anlatılandan farklı da düşünülebileceğini öğretme yerine, onu belletene bağımlı kılan “ezberci” eğitim sistemindeydi. Öğretim sistemindeydi de sorun: Anadolu uygarlıklarını bir bütün halinde öğrenmeden, kültürler arası ilişkiler ağını “karşılaştırmalı arkeoloji” yöntemiyle tam örmeden ve bağlar kurmadan, aynı toprakta mayalanan kültürlerin kimliğini doğrusuyla okuyabilmek mümkün değildi çünkü. Sonuçta düşünerek ve sorgulayarak Ege Göçleri sonrası Anadolu Ege’sinde Batı uygarlığını biçimlendiren düşüncede ve onun şekle dönüşmüş hali olan sanatsal yaratılarda Anadolu’nun kendisini bulunca, tartışılsın diye bilimin gereğini yaptım ve yanlıştan döndüm.

İzlenen bilimsel yolun doğruluğunu, yani Erken Anadolu kültür tarihi içindeki süreklilikte Erken Demir Çağı’nın ayrı tutulamayacağını, üç uzman görüşüyle belgelemek isterim: “Uygarlığın ilk basamağı olan Paleolitik Dönemden itibaren Anadolu’da, çeşitli yerel faktörlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkan ve varlıklarını MÖ 2. binyıl sonuna kadar kesintisiz sürdüren yerel kültürler söz konusudur. Özellikle yerel etnik gruplara ait kültürlerin kaynaşması Anadolu’ya, Anadolu Uygarlığı tanımına uygun, kendine özgü bir kimlik kazandırmıştır” der Bahadır Alkım hocamız.

Mehmet Özdoğan’ın saptamasıyla da eğer: “tahılların tarıma alınması, hayvanların evcilleştirilmesi, köy yaşantısı ve sınıfların oluşması; günümüz uygarlığının temel taşları Anadolu ve Yakın Doğu’da başladı ve tüm dünyaya yayıldı” ise “Devrimlerin Atası” olarak tanımlanan Neolitik Çağda…“Uygarlık tarihinin en büyük devrimini Neolitik Çağda gerçekleştiren Anadolu insanı, devletin köklendiği Kalkolitik Çağda da kentten devlete ve imparatorluklara kadar uzanan bir yolda, ikinci büyük devrimin yolunu açtı” ise…

Ve de “Neolitik Çağdan itibaren aynı yaşam alanlarını kullanan insan toplulukları, Tunç Çağında toplumsal ve teknolojik bir sıçrama gerçekleştirdi ve Batı Anadolu’nun verimli topraklarında daha sonra Avrupa’ya yayılacak kültürler yeşerdi” ise, bu kez Turan Efe’nin deyişiyle…

Yalnızca bu çağları izleyen Erken Demir Çağında mı yön değiştirecek etki? Anadolu ilk kez çağdaş Batı’nın gözbebeği “Yunan” söz konusu olduğunda mı her şeyini dışa borçlu olacak ve tarih boyu hep “veren” bir kadim kültür toprağı, ilk kez “alan” tarafa mı yer değiştirecek? Hem de MÖ 1200 dolaylarında acımasız Dor akınlarıyla gelen korkunç bir yıkımın ardından ata yurdunu terk ederek yeni bir yaşam umuduyla Batı Anadolu’ya sığınan bir tükenmiş halk olacak bu “verenler”? Günümüz Suriye’sinden gelen komşularımızla aynı haldeki bir halk! Ayrıca en belirleyici soru, “madem Hellenler yaratacaktı Batı Uygarlığını; niye kendi anayurt toprağında yapmadı?” sorusu, hiç sorulmayacak!

Salt benim değil, isteyen herkesin katılımıyla belirlenebilecek olan özel konuların içeriğinde bu dergide ayda iki kez biz soracağız bunu ve “dünyanın en pahalı mirası”na sahiplikten kaynaklanan tarihsel sorumluluğumuzu sorunlara eleştirel bir gözle yaklaşarak, bilimsel çerçevede tartışarak yerine getireceğiz.

Merhaba!

EN ÇOK OKUNANLAR

Tarlada Yürüyüş Yapan Kadın 2150 Gümüş Sikke Buldu

Prag'ın güneydoğusundaki Kutnohorsk kentinde tarlada yürüyüş yapan bir kadın, çiftçilik faaliyetleri sırasında yüzeye çıkan birkaç gümüş sikkeye rastladı. Çek Cumhuriyeti'nde şimdiye kadar bulunan en büyük erken ortaçağ sikke istifini açığa çıkardığının farkında değildi.

SON İÇERİKLER