Hitit Arkeolojisi

20. yüzyılın başlarında, Alman arkeologlar ile Osman Hamdi Bey arasındaki ilişkilerde gergin bir dönem yaşanmaktaydı. Bunun en önemli sebeplerinden biri Hicaz demiryolunun inşaatı sırasında, günümüzde Ürdün topraklarında yer alan ve Erken İslamiyet Dönemine tarihlenen Mşatta Av Sarayı’na ait cephenin, dönemin hükümdarı Sultan II. Abdülhamid’in onayıyla sökülerek Berlin’e taşınmış olmasıydı. Osman Hamdi Bey ise yürürlükte olan Âsar-ı Âtika Nizamnâmesi uyarınca söz konusu eserin Almanya’ya götürülemeyeceği görüşündeydi.

Üzerinde Hitit kral sarayının bulunduğu Büyükkale.

Hattuša Araştırmaları Tarihi

 1834’te Boğazköy’ü ziyaret eden ilk Avrupalı seyyah, Fransız Charles Texier tarafından 1839 yılında yayınlanan harabelerin tasnifi büyük yankı uyandırdı. Kimse böylesine büyük bir kentin neden Anadolu’nun ortasındaki bu denli çorak bir bölgede kurulmuş olduğuna anlam veremiyordu. O dönemin anlayışına göre, gelişkin bir kültür ancak Mısır ya da Mezopotamya’nın bereketli nehir boylarında oluşabilirdi. Dolayısıyla önce Boğazköy’deki kalıntıların MÖ 5. yüzyılda yaşamış tarihçi Herodotos’un bahsettiği Pteria kentine ait olduğu düşünüldü. Bir diğer alternatif olarak Roma Döneminde Galatia bölgesinin merkezi olduğu bilinen Tavium önerilmişti. Ancak 1906 yılında, Theodor Makridi ve Hugo Winckler tarafından gerçekleştirilen kazılarda ortaya çıkan bulgular sayesinde söz konusu kalıntıların Hitit İmparatorluğu’nun başkenti Hattuša’ya ait olduğu anlaşıldı. O güne kadar bilinmeyen, yeni bir kültürün keşfi bilim dünyasında sansasyonel bir etki yaratmış; 1915 yılında Çek dilbilimci Friedrich Hrozný tarafından Hititlerin Hint-Avrupa kökenli olduğunun tespit edilmesi ise, bu ilgiyi daha da artırmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yabancı bilimsel kuruluşlar, gerçekleştirdikleri araştırmaların yanı sıra çoğu zaman bağlı oldukları devletin ekonomik ve politik çıkarlarını gözetmeye hizmet ediyordu. Bu nedenle, kapsamlı bir Alman dış politikasının hayata geçtiği 1880’lere kadar Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yürütülen Alman bilimsel projeleri de son derece azdır. Charles Texier’in ilk raporunun ardından Boğazköy, Anadolu’yu ziyaret eden bilim insanları ve gezginlerin uğrak noktalarından biri haline gelmiştir. Kentte yürütülen çalışmalar arasında 1855 yılında Andreas D. Mordtmann ve Heinrich Barth tarafından Yazılıkaya’da gerçekleştirilen ilk sondajlardan bahsetmek gerekir. 1861’de Georges Perrot, Boğazköy ve Yazılıkaya’yı ziyaret etmiş, daha sonraki yıllarda kentin ilk fotoğraflarını yayınlamıştır. Carl Humann, 1882 yılında kentte gerçekleştirdiği çalışmalar sırasında yeni bir planı hazırlamakla kalmamış, aynı zamanda Yazılıkaya’daki kaya kabartmalarının da alçı kopyalarını çıkartmıştır. Bu alçı kopyalar günümüzde halen Berlin’deki Önasya Kültürleri Müzesinde sergilenmektedir.

Carl Humann, 1882 yılında kentte yeni çalışmalar yapmış, kentin yeni bir planını hazırlamış ve aynı zamanda Yazılıkaya’daki kaya kabartmalarının da alçı kopyalarını çıkartmıştır. Bu alçı kopyalar günümüzde halen Berlin’deki Önasya Kültürleri Müzesinde sergilenmektedir.

Yepyeni bir kültürün yansıması olan bu kabartmalar, o dönem itibarıyla oldukça iyi bilinen Klasik Yunan ve Roma sanatından farklı üslup ve ikonografik özellikleriyle, bilimsel araştırmaların önünü açmıştır. Bu farkındalıkla birlikte, kalıntıların araştırılması 1880’li yıllarda gerçekleşen iki ayrı olayla ivme kazanmıştır.

Öncelikle İngiliz tarihçi Archibald H. Sayce, daha önce Boğazköy (Nişantepe) ve Yazılıkaya’da belgelenmiş olan yazıtlarla 1870’li yıllarda, günümüz Suriye sınırları içerisinde kalan Hama’da ortaya çıkan yazıtlarda kullanılmış olan işaretler arasında benzerlikler tespit etmiştir. Bugün Hiyeroglif Luwicesi olarak adlandırılan bu yazıtların dili, o dönemde henüz deşifre edilmemiş olmakla birlikte Sayce’ın bu tespiti, söz konusu işaretlerin ne denli geniş bir coğrafyada kullanıldığının saptanması bakımından önemlidir. Aynı işaretler, 19. yüzyıl boyunca Türkiye’nin orta ve batı bölgelerindeki kaya kabartmalarında da tespit edilmiştir. Suriye’de bulunmuş olan yazıtlar ışığında Sayce, bu kültürü Mısır kaynaklarında Kheta, Eski Ahit’te ise Hittim olarak anılan ve o dönemde merkezlerinin Suriye’de olduğu tahmin edilen “Hitit” kültürü olarak tanımlamıştır. Bu düşüncelerden hareketle Sayce, söz konusu kültürün Suriye’den Batı Anadolu’ya uzanan geniş bir alanda etkili olduğunu ileri sürmüş ve hipotezini ispatlamak amacıyla 1882’den itibaren Boğazköy dâhil olmak üzere Orta Anadolu’yu araştırmak istemişse de bunun için gerekli finansal kaynağı bulamamıştır.

Aynı dönemde Orta Mısır’daki Tel el-Amarna’da, Mısır firavunu Akhenaton’a (IV. Amenofis, MÖ 1350 sonrası) ait olan ve o dönemde Önasya’nın lingua franca´sı yani diplomatik yazışma dili olarak kabul edilen Akkadca dilinde kaleme alınmış uluslararası yazışmalar ortaya çıkmıştır. Sorunsuz bir şekilde okunabilen ve anlaşılabilen bu diplomatik metinler sayesinde Akdeniz’in kuzeyinde, Mısır’ın daha önce bilinmeyen bir rakibi olduğu anlaşılmıştır. Aynı yazışmalar arasında “Arzawa Tabletleri” olarak adlandırılan ve o dönemde henüz bilinmeyen bir dilde yazılmış iki metin de ele geçmiştir. Daha sonra bu okunamayan iki metnin Hititçe olduğu anlaşılmıştır.

Boğazköy’de, gerek 1893 ve 1894 yıllarında Ernest Chantre tarafından Aşağı Kent’teki Büyük Tapınak yakınlarında ve Büyükkale’de gerçekleştirilen sondajlarda, gerekse çeşitli gezginlerin ziyaretleri sırasında “Arzawa Tabletleri”ne benzer çiviyazılı tabletler bulunmuştur. Archibald Sayce tarafından ileri sürülen Anadolu merkezli bir imparatorluk varsayımının önem kazanmasını sağlayan bu buluntular, Boğazköy’deki kalıntıların önemi ve özellikle de Klasik Yunan ve Roma kentlerinden çok daha erkene ait olduğu konusundaki son şüpheleri de ortadan kaldırmıştır.

Yazılıkaya´da 1960´lı yıllarda fotogrametri çalışmaları.

Bilimsel öneminin bu derece bariz olmasına rağmen Boğazköy için kazı izni alınması, özellikle de Alman tarafından kaynaklanan finansman sorunları dolayısıyla mümkün olmadı. O dönemde, Mısır ve Mezopotamya’daki arkeolojik kazılar, özel şahısların sponsorluğu dışında çoğunlukla Avrupa’daki büyük müzeler tarafından destekleniyor ve bunun karşılığında müzeler, sergilerine eklemek amacıyla ziyaretçilerin ilgisini çekecek nitelikte eserler talep ediyordu. Boğazköy’de bulunan kil tabletler ve Yazılıkaya’daki kabartmalar her ne kadar bu bölgede yapılacak bir kazıda önemli bilimsel buluntular elde edileceğini göstermiş olsa da, söz konusu müzeler kazı çalışmaları için gerekli maddi desteği sağlama konusunda çekimser kaldı.

Diğer taraftan, 1884 yılında Osman Hamdi Bey tarafından yeniden düzenlenen üçüncü Âsar-ı Âtika Nizamnamesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçekleştirilecek kazılarda elde edilecek buluntuların yurtdışına çıkarılmasının kesin olarak engellenmesi ve dolayısıyla artık arkeolojik kazıların, müzelere eser temin etme özelliklerini kaybetmeleri de bu kararda etkili oldu. Sonuç olarak Yakındoğu’daki Alman arkeolojik araştırmaları Zincirli, Babil ve Assur’da devam ederken Boğazköy bir süre daha geri planda kaldı.

1901 yılında Kimyager Waldemar Belck Boğazköy’de kazı izni almak için girişimlerde bulundu. Daha önce Kafkasya’da kazı çalışmaları yürütmüş olan Belck, ardından 1898-1899 yıllarında Karl-Friedrich Lehmann-Haupt ile birlikte günümüzde Kuzey Irak, İran’ın kuzeybatısı ve Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunu kapsayan bölgede bir keşif gezisi gerçekleştirdi. Bu sırada Van Gölü’nde bir saldırıya uğraması Berlin ile Bâb-ı Âli arasındaki diplomatik ilişkilerin gerilmesine yol açmıştı. Ancak Waldemar Belck’in kazı izni alamamasında Alman makamlarının da önemli payı vardı. Bir yandan Waldemar Belck tarafından Boğazköy kazılarını desteklemek amacıyla kurulmuş olan Alman Anadolu Araştırmaları Cemiyeti’nin, 1898 yılında kurulan ve çalışmalarını Kaiser II. Wilhelm’in himayesinde sürdüren Alman Şarkiyat Cemiyeti’nin amaç ve ilgi alanları ile ters düşeceği düşünülüyor; diğer yandan Belck’in aksi ve zor kişiliği ve yukarıda bahsi edilen keşif gezisi sırasında yaşanan siyasi sorunlar dolayısıyla, Osmanlılar ile Almanlar arasında stratejik açıdan önem taşıyan ve o dönemde iyi gitmekte olan siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerin, bu araştırmacının öngörülmesi güç mizacına bırakılarak riske atılması istenmiyordu.

20. yüzyılın başlarında, Alman arkeologlar ile Osman Hamdi Bey arasındaki ilişkilerde gergin bir dönem yaşanmaktaydı. Bunun en önemli sebeplerinden biri Hicaz demiryolunun inşaatı sırasında, günümüzde Ürdün topraklarında yer alan ve Erken İslamiyet Dönemine tarihlenen Mşatta Av Sarayı’na ait cephenin, dönemin hükümdarı Sultan II. Abdülhamid’in onayıyla sökülerek Berlin’e taşınmış olmasıydı. Osman Hamdi Bey ise yürürlükte olan Âsar-ı Âtika Nizamnâmesi uyarınca söz konusu eserin Almanya’ya götürülemeyeceği görüşündeydi. Bunun yanı sıra iki ülke arasındaki siyasi ilişkilerde de genel anlamda olumsuz bir hava hâkimdi ki, bu elverişsiz ortamın Alman arkeolojisine olan yansımaları günümüzde Irak sınırları içerisinde yer alan Assur’daki kazı çalışmalarının bir süre duraklamasına da neden olmuştu.

Sonunda, Eski Doğu dilleri uzmanı Hugo Winckler, alternatif bir yol izleyerek 1906 yılında Boğazköy’de bir kazı gerçekleştirmeyi başardı. Amarna Tabletleri üzerine çalışması ve Archibald Sayce’in düşüncelerinden haberdar olması dolayısıyla Boğazköy’e ilgi duyan Winckler, o dönemde Müze-i Hümayûn’da (günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzeleri) görev yapan ve daha önce, günümüzde Lübnan topraklarında bulunan Sidon’da birlikte çalıştığı Rum kökenli Osmanlı Arkeolog Theodor Makridi Bey ile olan dostluğu sayesinde, kazı çalışmalarının Müze-i Hümayûn’un bir projesi olarak gerçekleşmesini sağladı. Buna göre kazı başkanlığı müze adına Makridi Bey tarafından yürütülecek, Winckler ise çiviyazısı uzmanı olarak projede yer alacaktı. Kazı çalışmalarının masrafları, Alman Önasya Cemiyeti ve Eski Şark Cemiyeti’nin maddi destekleriyle karşılandı. 1908 ve 1911 yıllarında Boğazköy’de kazı yürütmek için izin almaya çalışan Archibald Sayce ve John Garstang’ın ise daha önce, 1906 yılında da benzer bir girişimde bulunup bulunmadıkları mevcut kaynaklar ışığında bilinememektedir.

1906 yılı Temmuz ayında kentte sistematik kazı çalışmalarına başlandı. İlk kazmanın vurulmasından sadece birkaç hafta sonra Hugo Winkler, daha sonra Yamaç Evi olarak adlandırılacak olan yapı kompleksinde ve Büyükkale’deki sarayda tespit edilen magazinlerde ortaya çıkan kil tablet parçalarından kentin Hitit başkenti Hattuša olduğunu ispatlamıştır. Bununla birlikte Hitit krallarının Mısır firavunları ile yapılmış olan yazışmaların bazı kısımlarını da ortaya çıkarmıştır. Bu ilk dönemde Winkler sadece Akkadca yazılmış olan çiviyazılı metinleri okuyabiliyorken, Çek dilbilimci Bedrich Hrozný, 1915 yılında Hitit çiviyazısını çözecek ve bu sayede halen bilinen en eski Hint-Avrupa dilini tespit etmiş olacaktı.

Buluntuların tarihsel önemi, 1906 yılının sonbaharında Berlin’in akademik camiasında bomba etkisi yarattı. Ancak Winkler ve Makridi Bey’in kazı çalışmaları, bilimsel açıdan arkeolojinin o dönem itibarıyla ulaştığı seviyede olmadığından deneyimli arkeologların projeye davet edilmesine karar verildi ve 1907 yılında Alman Arkeoloji Enstitüsü adına Otto Puchstein ve ekibi Boğazköy’deki çalışmalara katıldı. O yılda gerçekleştirilen kazılar ve hassas topoğrafik ölçümler kentin daha iyi anlaşılması bakımından günümüzde hâlâ önem taşır. Daha sonra 1911-1912’de Hugo Winkler ve Theodor Makridi Bey Boğazköy’de yeniden çalışmış ancak Hugo Winkler’in hastalığı ve erken ölümü sebebiyle bu çalışmalara dair herhangi bir yayın yapılamamıştır.

Tüm teknik yetersizliklere rağmen I. Dünya Savaşı öncesinde Boğazköy kazı projesinin işleyişi, organizasyon açısından diğer kazılardan çok daha farklı idi. Çalışmalar artık herhangi bir müzeye sergi malzemesi temin etmek için değil, bilimsel soruların açığa kavuşturulması amacıyla gerçekleştiriliyordu. Bu durum müzelerle olan ilişkilerin soğumasına ve maddi kaynakların kaybına yol açtı. Diğer taraftan Boğazköy’de Hugo Winkler ile Theodor Makridi Bey tarafından temsil edilen Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Müze-i Hümayûn’un ortak çalışması, Alman ve Türk bilim insanları arasındaki bilimsel işbirliğinin ilk örneğini oluşturmuş ve 1907 yılında kentteki araştırmalara katılan Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından da desteklenmiştir. Bilimsel sorunların açıklanmasını amaçlayan uluslararası ve disiplinlerarası bu proje, döneminin tek örneği olması bakımından yol gösterici nitelikteydi.

Büyükkale’de 1950’li yıllarda yürütülen çalışmalar.

1913–1931 yılları arasında kesintiye uğrayan çalışmalar, 1931’de Alman Arkeoloji Enstitüsü ve Alman Şarkiyat Cemiyeti adına Kurt Bittel başkanlığında yeniden başlamıştır. II. Dünya Savaşı sırasında çalışmalara tekrar ara verildiyse de, 1952’den bu yana Boğazköy’deki kazılar kesintisiz olarak her yaz sürdürülmektedir. Prehistorya uzmanı olan Kurt Bittel’in kazı başkanlığı döneminde kral sarayının yer aldığı Büyükkale’nin yanı sıra, Aşağı Şehir ve Büyük Tapınak’ta çalışılmış, Yazılıkaya detaylı bir şekilde incelenmiş, ayrıca Hitit kentinin yakın çevresi araştırma kapsamına dâhil edilmiştir. Yazılıkaya’nın kuzeyinde yer alan Yarıkkaya’da gerçekleştirilen kazılar, bölgenin Kalkolitik Dönemine (MÖ 6. – 4. binyıllar arası) kadar uzanan iskân tarihinin aydınlatılması bakımından büyük önem taşır. Diğer taraftan Roma Dönemine ait bir yol boyunca gerçekleştirilen incelemeler; Roma ve Bizans dönemi yazıtlarının belgelenmesi ile bölgenin Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeki tarihinin kapsamlı bir şekilde araştırılması sayesinde Boğazköy ve yakın çevresinin Hitit öncesi ve sonrası dönemlerine dair bilgiler oldukça artmıştır. Kent içerisinde ise Hitit dönemine ait anıtsal yapıların yanı sıra Erken Tunç ve Demir çağları da araştırılmış, böylece kentin iskân tarihi ilk kez tüm evreleri içine alacak şekilde incelenmiş ve kapsamlı olarak ortaya konabilmiştir. Bu bağlamda özellikle Rudolf Naumann, Hitit mimarisinin yorumlanması bakımından özel bir yere sahiptir.

Boğazköy’de ortaya çıkan zengin yazılı buluntuların yayınlanması ve bu veriler ışığında özellikle Hans Gustav Güterbock ve uzun yıllar kazı filoloğu olarak çalışmış olan Heinrich Otten tarafından gerçekleştirilen kültür tarihi araştırmaları, Hitit dilbilimini 1920’li yıllardan itibaren Eski Yakındoğu Dilleri arasında başlı başına bir bilim dalı haline getirmiştir. Kurt Bittel döneminde, fen ve doğa bilimleri uzmanı birçok araştırmacının kazı ekibine katılmasıyla, günümüzde arkeolojinin standart metotları haline gelmiş olan birçok yeni yöntem, daha 1950’li ve 1960’lı yıllarda Boğazköy’de uygulanabilmiştir. Bunun yanı sıra Boğazköy’deki kazı çalışmaları 1950’lerden bu yana gerek Almanya gerekse Türkiye’den özellikle Prehistorya ve Önasya Arkeolojisi ve Hititoloji’de uzmanlaşan arkeologlara sağlam temellere dayanan bir arazi tecrübesi kazandırmıştır. Bu işbirliği, her iki ülkede de arkeoloji biliminin gelişmesine önemli katkı sağlamıştır.

Mimar Peter Neve, 1954-1977 yılları arasında önce öğrenci, 1963’ten itibaren ise alan sorumlusu olarak çalıştığı Boğazköy’de, 1978-1993 yılları arasında kazı başkanlığı görevini yürütmüştür. Büyükkale’deki kazıların tamamlanması, Büyük Tapınak’ın yapısal özelliklerinin incelenmesi, Aşağı Şehir’deki konut alanları, Güney Kale ve Nişantaşı’nın araştırılmasının yanı sıra Yukarı Kent’in merkezi bölümündeki tapınak mahallesinin ortaya çıkarılması Neve’nin en önemli çalışmaları arasında yer alır. Kazı faaliyetlerine ek olarak Peter Neve’nin Boğazköy’deki en kalıcı hizmeti ise benzer onarım çalışmalarının henüz neredeyse başka hiçbir yerde gerçekleştirilmediği bir dönemde, yerel koşullara en uygun yöntemlerle restorasyon ve rekonstrüksiyon uygulamaları gerçekleştirerek kenti ziyaretçi için daha iyi anlaşılabilir hale getirmiş olmasıdır. Bu çabalar 1986 yılında Boğazköy/Hattuša’nın UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmasıyla ödüllendirilmiştir. Ayrıca bilinen en eski Hint-Avrupa dilinin belgesi olan ve benzersiz bir bütünlük içeren Hattuša çiviyazılı tabletler arşivi 2001 yılında UNESCO Dünya Belleği Listesi’ne dâhil edilmiştir.

Boğazköy’deki çalışmalar 1994-2005 arasında Prehistorya uzmanı Jürgen Seeher tarafından yürütülmüştür. Seeher, öncelikle Büyükkaya üzerine yoğunlaşmış ve buradaki yeraltı tahıl silolarını açığa çıkarmıştır. Yine bu dönemde uygulanan son derece titiz ve stratigrafiye dayalı kazı yöntemi sayesinde Hitit yerleşmesinin sona ermesinin hemen ardından, kentin, Erken Demir Çağında da iskân edildiği ve dolayısıyla Boğazköy’deki yerleşimin MÖ 6. yüzyıla kadar kesintisiz olarak devam ettiği kanıtlanmıştır. Bu saptamalar, o döneme kadar kabul edilen ve Boğazköy dâhil Orta Anadolu’nun yaklaşık 400 yıl boyunca yerleşim görmediği yönündeki görüşü de geçersiz hale getirmiştir. Seeher, Büyükkale’nin aşağısında, ‘Kuzeybatı Yamaç’ olarak adlandırılan alanda MÖ 16. yüzyıla ait bir diğer tahıl silosu, Yukarı Kent’in güneybatı bölümünde ise MÖ 16. ve 15. yüzyıllara tarihlenen birden çok yapay su havuzu ortaya çıkarmıştır. Bu buluntular, kentin kamu tedarik sistemleri ve ekonomik dağıtım mekanizmaları hakkında fikir sağlamaları bakımından son derece önemlidir. 2002 yılından beri Sarıkale Vadisi’nde gerçekleştirilen kazılar sayesinde Yukarı Şehir’in batısında yer alan ve o zamana kadar varlığı bilinmeyen bir mahallenin araştırılmasına başlanmış; bu yeni araştırma alanı, kentin gelişimi hakkında daha doğru tespitlere varılabilmesini sağlamıştır. Stratigrafik buluntuların, fen ve doğa bilimlerine dayalı tarihlendirme imkânı sağlayan analiz sonuçlarıyla eşleştirilmesi, metodolojik açıdan döneminin tek örneği olması dolayısıyla yol gösterici nitelikteydi ve bu sayede kent gelişiminin tarihlenmesi konusunda önemli ilerlemeler elde edildi.

Kurt Bittel ve Celal Bayar, 1952.

Jürgen Seeher, kazı çalışmalarına ek olarak deneysel arkeoloji alanındaki çalışmalarıyla Hitit yapı tekniğine dair sorularla da ilgilenmiştir. Bu kapsamda Seeher’in en büyük projesi Aşağı Şehir’i çevreleyen Hitit Dönemi surunun 68 metre uzunluğundaki bir bölümünün rekonstrüksiyonu olmuş; bu proje Hattuša’ya yeni bir sembol kazandırmanın yanı sıra, bu tür bir yapının inşası ve bakımı için gerekli işgücü ve masrafı hakkında da gerçeğe yakın bir fikir elde edilmesini sağlamıştır.

Hitit başkentinde, bugün itibarıyla 100 yılı aşkın süredir devam etmekte olan ve şu an Andreas Schachner tarafından güdülen araştırmalar, sosyal bilimler ile fen ve doğa bilimlerinin kesişme noktasında, arkeolojinin, modern ve disiplinlerarası bir bilim olarak gelişmesinin bir yansıması niteliğindedir. Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün himayesi sayesinde, örnek nitelikte bir sürekliliğe sahip olan bu çalışmalarda son derece büyük bir bilgi birikimi oluşmuştur. Üstelik bu birikim, en son araştırma hedefleri ve her yaz gerçekleştirilmekte olan kazı çalışmalarında elde edilen sonuçlar ışığında sürekli yeniden değerlendirilmekte ve kısmen güncellenerek geliştirilmektedir. Aynı zamanda kazı ve restorasyon çalışmalarının bölgenin sosyal yaşantısına büyük katkılar sağladığını unutmamak gerekir.

Bogazköy´de 1950 ya da 1960´lı yıllarda maaşların dağıtılması.

Alacahöyük ve Maşathöyük’teki kazılar dışında, Hattuša’daki araştırmalar 1990’lı yıllara kadar Hitit kültür tarihi hakkındaki en önemli bilgi kaynağını oluşturmaktaydı. Bu tarihten itibaren, Alacahöyük, Ortaköy/Šapinuwa, Kayalıpınar/Šamuha, Oymaağaç/Nerik ve özellikle de Kuşaklı/Šarissa’da başlayan yeni projeler, daha önceleri sadece başkent odaklı ve dolayısıyla tek yönlü gelişmiş olan bakış açısının hem tamamlanmasını hem de eksik ve yanlışlarının büyük ölçüde düzeltilebilmesini sağladı. Buna karşın, Boğazköy’deki araştırmaların uzun geçmişi dolayısıyla burada biriken son derece kapsamlı ve tarihsel derinliğe sahip malzeme, modern kültür bilimlerinin karmaşık sorunsallarının kapsamlı bir şekilde ele alınmasını mümkün kılmaktadır.

 

EN ÇOK OKUNANLAR

Köpeğini Gezdiren Çocuk Roma Dönemine Ait Altın Bilezik Buldu

11 yaşındaki bir çocuk, İngiltere'nin Batı Sussex bölgesindeki Pagham yakınlarındaki bir tarlada nadir bulunan altın bir Roma bileziği keşfetti. Romalı askerlere kahramanlıklarından dolayı verilen armilla tipi süslü bir bilezik olan ve MS.1. yüzyıla tarihlenen bilezik, 300 yıldan daha eski bir altın obje olarak, bir adli tıp soruşturmasında resmi olarak hazine ilan edildi.

SON İÇERİKLER