-
67. Sayı - AVCI TOPLAYICI: EN UZUN YOLCULUK
Zorlu bir yılı geride bıraktık. Yaşasın 2019 demek içinse henüz çok erken. Önümüzde mücadele ile geçecek koca bir yıl var. Her yıl olduğu gibi bu yıl da Türkiye’nin arkeoloji dergisi olarak dolu dolu içerikler hazırlamaya devam edeceğiz. Bu yıl için oldukça özel sayılar planladık. Yalnızca arkeoloji meraklılarına değil, arkeolojinin geçmişin pasif bir yansıması olmadığını, aksine aktif olarak geleceğin inşası için bugünün toplumuna yön verebilecek bir bilim olduğunu görmek isteyen herkese ulaşmayı hedefledik. İnsanlığın ortak sorunu iklim gibi konuları ele alacağımız yeni sayılar ile topluma arkeolojinin sorumluluğunun bilinenden çok daha büyük olduğunu göstermeyi amaç edindik.
Uzun süredir üzerinde çalıştığımız ancak kısmen bir noktaya kadar taşıdığımız elinizdeki bu sayı, uygarlık tarihinin en önemli kırılma noktalarından biri olan Neolitik Devrim’i hazırlayan yaklaşık 2 milyon yıllık süreci, insanlığın en uzun yolculuğunun hikayesini yani avcı-toplayıcıları anlatıyor.
Bu sayıya başlarken kendi kendimize şunu soruyorduk: Günümüzden 12 bin yıl önce iki nehrin etrafında uygarlığı kurmaya başlayan, Göbekli Tepe’yi inşa eden bu insanlar kimdi? Nereden gelmişlerdi? Geriye dönüp, günümüzden 40-20 bin yıl öncesine baksak, bu insanların izlerini bulabilir miydik? 12 bin yıl önceden geriye doğru gidersek bu yapıları inşa edenlerin, ilk köyleri kuranların, ilk tarımı başlatanların izlerine rastlayabilir miydik? Bu süreci aşama aşama görebilir miydik? Kimdi bu avcı-toplayıcılar? Nerede, nasıl yaşıyorlardı? Göbekli Tepe’den yaklaşık 60 bin yıl öncesinde, Afrika’da bir mağarada (Blombos) ilk kez sembolik kazıma işaretler bırakan insanlığın sembolik dünyası nasıl bir gelişim süreci geçirdi? İlk sembolik işaretlerden gelişmiş bir sembolik dünyaya geçişteki zaman zarfında Anadolu’da neler yaşandı?
Elimizde yeterli arkeolojik kanıt bulunmadığından bu soruların bir kısmına cevap bulmak henüz hâlâ zor olsa da bu sayıda yer alan birbirinden değerli bilim insanları, insanlığın en uzun yolculuğu olarak nitelendirebileceğimiz bu süreci, avcı-toplayıcının 2 milyon yıllık biyolojik ve kültürel evrimi ile Anadolu’da insanlığın bu büyük sıçramaya adım adım nasıl ilerlediğini anlatıyor. Anadolu’nun farklı noktalarında süren mağara kazıları ve Paleolitik Çağa ait taş endüstrisine ait kalıntılar bize bir yol haritası sunacak mı bunu zaman gösterecek ancak hazırladığımız bu sayı gelecek için bir yol gösterici olacaktır düşüncesindeyiz.
2019 yılında birçok önemli proje gerçekleştirmeyi planlıyoruz. Geçtiğimiz yıllarda I. ve II.’sini gerçekleştirdiğimiz Ulusal Fotoğraf Yarışmasının III.’sünü “Arkeoloji ve Emek” başlığı ile başlatacağız. Devamında ise, arkeoloji temalı belgesel çalışmaları ve yeterli desteği bulabilirsek kamuoyu ile paylaşmak istediğimiz arkeoloji temalı bir kısa film yarışması ile gelecek için önemli bir arşiv oluşturmayı hedefliyoruz. Çünkü biliyoruz ki Anadolu’nun dört bir yanında arkeolojik kalıntılar üzerinde insandan ve doğadan kaynaklı büyük bir tahribat var ve birçok arkeolojik alan gelecekte büyük oranda yok olma ile karşı karşıya kalacak. Özellikle “imar affı” ile başlayan ve henüz sonuçlarını tahmin edemediğimiz bir yok edilişin başlangıcındayız. Bu nedenle arkeolojik alanlar ne kadar çok kayıt altına alınabilirse gelecek için o kadar değerli olacaktır düşüncesindeyiz.
Türkiye’de bir arkeoloji dergisinin yayınlanmasına destek veren KOÇ AİLESİ’ne, KOÇ GRUBU’na ve TÜPRAŞ’a Aktüel Arkeoloji Dergisi ailesi olarak sonsuz teşekkür ederiz.
İyi okumalar ve iyi yıllar…
-
66. Sayı - ANTİK ÇAĞDA EKONOMİ
Arkeolojiyi nasıl bir gelecek bekliyor?
İçinde bulunduğumuz yeni dönemde Türkiye’deki birçok kurum bir değişim ve dönüşüm içerisinde. Yeni dönemin ilk Kültür ve Turizm Bakanı’nın arkeolojiye ilgisi önemli olsa da Bakanlığın ağırlığı turizme verdiği açık ara görülebilmekte. Bu, elbette, ülkenin ekonomik beklentisi ile de örtüşüyor. “Arkeoloji bu yeni sistem içinde kendini nasıl konumlandırmalı ve kendine nasıl yeni bir gelecek kurmalıdır?” düşüncesini ise pek dillendiren yok.
Ülkede hala at başı önde olan bir definecilik hakim ki defineciler dernek kurarak eğitim bile verebiliyorlar. Bu tür oluşumları engellemek yerine bunların önünü açan düzenlemeler ve göz yummalar ile bu sorun gittikçe büyüyor. Yakın zamanda yakalanması ile gündem olan binlerce eser ile olayın sadece polisiye yönünü alkışladığımız bir gerçek. Bir yandan UNESCO listeleri içinde yarışmak, bir yandan nitelikli turist getirmek arasında bocalarken, dünyanın en önemli arkeoloji coğrafyasının göz göre göre hoyratça yok edilmesine üzülmek kimin sorunu olmalı? “Namuslular namusssuzlar kadar cesur olmadıkça...” sözü belki arkeoloji dünyası içinde geçerli olmalı. Arkeologlar defineciler kadar cesur olmadıkça bu sorun kısa vadede çözüme ulaşmayacak gibi görünüyor.
Yeni dönem ile birlikte Kültür ve Turizm Bakanlığı, yeni bir anlayış ile Türkiye’nin turizm hedefi çıtasını belirledi ve oldukça yukarı çekti. Bu hedef için kısa zamanda oldukça önemli görüşmeler ve ilkeler belirlendi, turizm sektörünün neredeyse tüm önemli aktörleri ile görüşüldü ve fikir alışverişi yapıldı. Bu süre zarfında dönüp baktığımızda arkeoloji ile ilgili hiçbir kurum, bilim insanı, üniversite ya da arkeoloji dünyasının aktörlerinden fikir alınmadı. “Siz ne düşünüyorsunuz, arkeolojinin çıtasını nasıl yükseltelim, nasıl daha fazla ödenek ve destek sağlayalım, kazıları ve restorasyonları genişletip, yeni müzeler, sergiler, konferanslar düzenleyelim, laboratuvarlar açalım, dışarıya bağımlılığımızı azaltalım?” diye konuşulmadı. Konuşulan tek konu, “Kazıların bütçesi geçen yıl biraz fazla olmuş, bu yıl biraz kısalım” gibi göründü. Zaten arkeologlar “Biz kendi yağımızda kavruluyoruz, daha fazla zorlamaya gerek yok” diye kendi aralarında çoktan konuşmuştu bile… Gerçekten kazı yapmak yetiyor mu arkeoloji dünyasına?
Arkeoloji salt bir bütünden oluşmuyor, bu nedenle arkeolojinin tanımını 21. yüzyılda yeniden yapmanın da önemli olduğunun altını çizmek gerekiyor. Arkeoloji artık eski arkeoloji değil. Dünya değişiyor ve bilim sürekli ilerliyor. Arkeolojiyi sadece toprağı kazmak olarak görmek artık bir yüzyıl öncesinin düşüncesi. Arkeoloji ile bilimi ne kadar iç içe koymalıyız? Bilimin kazı yapmaktan daha önemli hale gelmesi için kaç enstitü kuruldu? Kaç uluslararası projeye ortak olundu? Hala fotoğrafı bir bilim olarak görmeyen ve elinde arşivi olmayan onlarca kazı var. Dijital çağa geçememiş, fotoğraf arşivi olmayan müzeler, hiçbir ARGE’si, laboratuvarı olmayan kazılar ve üniversiteler olması hiç canınızı sıkmıyor mu? Türkiye’den ERC desteğini alan projeyi yürüten ekip, her yıl Avrupa’da bine yakın projeye ERC desteği verildiğini, Türkiye’den ise, son 5 yılda 20’den az projenin bu desteği alabildiğini söylüyor. Yani sorun bilimin üretiminde... “Ne üretiyoruz? Nasıl bilim yapıyoruz?” diye kendi kendimize sormamız gerekmez mi? Bu çıtayı yükseltmek için bakanlığın destek olması ya da Bakanlığı zorlayacak bir arkeoloji dünyası gerekmez mi? İğneyi kime çuvaldızı kime batırmalıyız? Arkeoloji dünyasında radikal dönüşümler yaşanmadığı sürece ve binlerce mezun yetenekli arkeolog, arkeoloji dünyasına kazandırılmadıkça bu sürecin değişebileceği pek muhtemel görünmüyor.
Arkeolojinin sesini yükseltelim ve arkeolojinin bu coğrafyanın kaderi değil değeri olduğunu gösterelim…
-
65. Sayı - OYUN VE OYUNCAK
GÖBEKLİ TEPE’NİN GELECEĞİ
Bahreyn’de düzenlenen UNESCO’nun 42. toplantısı ile bir dünya mirası olarak uluslararası arenada da kabul gören Göbekli Tepe, bugün dünyanın en ilgi çeken arkeolojik alanlarından biri. Göbekli Tepe, 1960’lı yıllardan itibaren dünya arkeoloji literatüründe yer alan Çatalhöyük’ten sonra Türkiye’nin dünya çapında tanınan en önemli arkeoloji markalarından biri haline gelmiş görünüyor. Türkiye için büyük bir şans olduğunun altını da özellikle çizmek gerekir. Çünkü özellikle Batı dünyası, Troya gibi önemli bir arkeolojik yerleşimin Türkiye’de değil de Yunanistan’da olduğunu düşünüyor. Bu elbette, hem Türkiye hem de Batı dünyası için bir ayıp. Öte yandan, bu yıl Troya için başlatılan çalışmalar bu algının kırılması için oldukça önemli.
Peki bundan sonra ne olacak? Bir dünya markası ile nasıl başa çıkılacak? Göbekli Tepe sadece arkeolojik anlamda değil, turizm potansiyeli ile de benzersiz bir cazibeye sahip. Bugün baktığımızda, herkes Göbekli Tepe ismini kullanarak bir şeyler yapmak istiyor. Bu, belki kısa vadede turizmcilerin ve ismini Göbekli Tepe ile yan yana getirmek isteyenlerin işine yarasa da, uzun vadede Göbekli Tepe için zarar verici olabilir.
Göbekli Tepe’nin muhteşem görsel ve zihinsel sunumu tüm dünyanın ilgisini buraya çekiyor. Şanlıurfa’nın ise bu talebe hazır olduğunu söylemek oldukça zor. Bu hazırsızlık sadece otel ya da hizmet sektörünün yeterli alt yapıya sahip olması anlamına gelmiyor, kaldı ki henüz olgunlaşmış böyle bir altyapı da yok. Burada asıl önemli olan, kendimizi geliştirmemiz, değiştirmemiz, hazırlamamız ve neye sahip olduğumuzun bilincine varmamız. Yerel hizmet sektöründe yer alan her bir bireyden topluma, kamudan özel sektöre kadar geniş bir yelpazede yer alan her kesimin fikren buna hazır olması gerekiyor. Bu süreci idare etmek zor olsa da uzun vadeli bir turizm kültürünün yeşermesi ve ortak bir turizm anlayışının gelişmesi kente büyük fayda sağlayacaktır. İlerleyen yıllarda milyonlarca insanın Göbekli Tepe’yi ziyaret edeceğini öngörmek zor değil. Dikkat edilmesi gereken ise, bu ziyaretçilerin alana ve kente tekrar tekrar gelmelerini sağlamak. Kendi kendini tüketen bir kente değil, kültürel anlamda zenginleşecek bir kente dönüşümü sağlamak gerekiyor. Günü kurtarma çabası ve fırsat yakalama gayreti ile yapılacak girişimler kısa vadede kazanç sağlasa bile, uzun vadede hem kente hem de Türkiye’ye büyük zararlar verecektir. Kentin bu süreçte sağlıklı, donanımlı ve bilinçli adımlar atması ve uzun süreli planlamalar yapması elbette önemli olacaktır.
...
Kalbimiz Hasankeyf ’te. Parça parça sökülen her bir yapı içimizi acıtıyor.
...
Kazı sezonunun sonuna geldik, Türkiye’nin dört bir yanında sürdürülen arkeolojik kazılardan haberler gelmeye başladı. Yeni gelişmeleri paylaşmak için sabırsızlanıyoruz.
...
Bu sayıyı dünyanın tüm çocuklarına armağan ediyoruz. Çocuk olmak hayal etmektir, yaşamı gerçekliğin ötesinde yeniden inşa etmektir. İyi okumalar.
-
64. Sayı - ANADOLU´NUN ERKEN HALKLARI
Rahata ermemiş geçmiş
Arkeoloji tüm sosyal bilimler içinde belki de en fazla tahribata uğramış bilim dalıdır. Çünkü geçmiş gelecek için pasiftir ve geleceğin nesnesine dönüşmüştür. Gelecek kendi kurgusu için arkeolojik katmanlar arasında rahatlıkla geçiş yapabilir.
Arkeoloji, 18.-19. yüzyıllarda henüz sistematik hale gelmemiş geçmiş algısının bir anda ortasına düştüğünde, binlerce yıldır toprağın altında bekleyen kalıntılar, büyük bir aymazlık ile tüm sahip olduğu bilgiden koparılarak sadece bir “sanat” objesine dönüştürülerek yağmalandı. Uygarlık tarihini anlamak yolunda belki de hiçbir zaman onarılamayacak yaralar açıldı. Bu tahrip sadece kalıntılardan ibaret değildi. En büyük tahribat geçmişin yaşanmışlıklar ile değil, beklentiler üzerinden kurgulanması ile oluştu. Çünkü Batı kendi geçmişini anlamaya ve kurgulamaya çalışırken, arkeoloji bir araç olarak kullanıldı. Bugün ise arkeoloji eskisine oranla çok daha cesur ve heyecanlı. Son 250 yıldır Batı’da, masa başında kurulan tüm o geçmiş kurgusu yavaş yavaş yıkılmaya başlıyor. Bilgi değişse de algı hemen değişmiyor.
Elinizdeki bu sayı; kurmaca geçmiş algısının yerine bilimsel ve gerçekçi, kanıtlara dayanan bir geçmişi anlatıyor. Hint Avrupalıların göç ile Anadolu’ya gelmediğini, aslında Anadolu’da filizlenen dilin batıya yayıldığını arkeolojik kanıtları ile gösteriyor. Geçmiş ile ilgili bildiklerimiz resmin yalnızca küçük bir kısmını oluşturuyor. Henüz bilmediğimiz çok fazla katman var. Hititler gerçekte kim? Hattiler kim? Göç ile gelenler kimler? 2. binyılda ne oldu? Assurlar Anadolu’yu nasıl değiştirdi? Kavimler göçü gerçekten oldu mu? Troya nasıl yıkıldı? Ahhiyawa neresi? Ve en önemlisi Luviler! Kim bu Luviler ve neden her yerde karşımıza çıkmalarına rağmen ortada yoklar? 600 yıl boyunca Anadolu’ya hükmetmiş Hitit İmparatorluğu’nun izleri nerede? Nasıl yıkıldı bu koca imparatorluk?
İşin bir de diğer boyutu var. Tüm antik filozof, edebiyatçı, tarihçiler Anadolu coğrafyasında doğmalarına ve yaşamalarına rağmen neden buralı sayılmaz da Batı medeniyetinin temellerini atmak için karşı kıyıda gösterilir? Homeros’u Karabel’den, Zeus’u Fırtına Tanrısı’ndan nasıl uzak tutarız? İsimler değişse de mitosların özü değişmez, bizi hep aslına götürür. Efes/Apasa, Milet/Millawanda değil midir? Fırat ile Dicle ne ise Gediz Nehri ile Menderes Nehri, Yeşilırmak ile Kızılırmak da o değil midir? Fırat ile Dicle Neolitiği, Yeşilırmak ile Kızılırmak Tunç Çağını, Gediz ile Menderes Demir Çağını filizlendirmemişler midir? Anadolu’da nehirler uygarlığın yaratıcıları değil midir?
Bugün arkeoloji eskisi gibi değil. Daha sert, daha keskin. Masa başlarında inşa edilen geçmiş, her an yeni bir keşif ile yıkılmaya hazır. Tıpkı İstanbul’un ilk tarihini kolonizasyon ile kurmaya çalışanlara inat balçığın içinden Yenikapı’nın çıkıp gelmesi gibi. Bir anda değişir geçmiş. Sırtında tohumu ile ayak izlerini geride bırakmış Neolitik Çağ İstanbulluların kalıntıları, tüm o kurmaca hikayeleri bir kenara iter. Tarihin aldatıcı anlayışı her gün yeni bir keşif ile yıkılmaya hazırdır. Mellaart’ın Çatalhöyük ile yıktığı Neolitik sınır, Klaus’un efsanevi keşfi ile sınırsız bırakmıştır geçmişi. Artık geçmişin bir sınırı yoktur. Göbeklitepe yeni bir manifesto olarak düşmüştür insanlığın önüne. Ufkumuz ile beraber gözümüz de açılmış, ilk kez geçmişi kendimize bu kadar yakın hissedebilmişizdir.
-
63. Sayı - ÖLÜM VE ÖTESİ
Ölüm tek başına bir olgu değil; din, statü, cinsiyet, göç, şiddet, savaş ve onlarca başka olgu ile iç içe geçen, oldukça karmaşık bir durum. Her canlı ölür. Yaklaşık 2 milyon yıllık süreçte insan elbette bunu hem kendisini hem de doğadaki diğer canlıları gözlemleyerek algılamış olmalı. Avcı-toplayıcılara ilişkin elimizde çok mezar örneği olmasa da, Şanidar Mağarası gibi özel gömüler bize insanın ölüm ile çok erken bir tarihte baş etmeye başladığını gösteriyor. Ölüm sadece fiziksel bir yok oluş değil, içinde yaşadığınız toplum ile kurulan bağlar, geliştirilen ilişkiler ve yaşanmış hatıraları da kapsayan bir olgu. Ölüme sahip çıkmak, bir başka deyişle ölümün getirdiği yok oluşu kavramak; birey ve toplumların ölümle baş etme süreçlerine zamanla kurgusal bir boyut kazandırıyor. Ölünün etrafında duygu, hatıra ve sevgi ile sarmalanmış inanç ve ritüeller gelişiyor, özellikle Erken Neolitikte gördüğümüz ev içi gömüler, ölünün kafatası ve bedeni ile yeniden yaratılan biçimsellikler sonraki çağların da yolunu belirliyor. Ölüm sonsuz bir deneymiş gibi toplumdan topluma, kültürden kültüre sürekli değişiyor. Ölüler bazen parçalara ayrılıyor, bazen gömülürken yanına olası öteki dünya için eşyalar konuluyor, bazen yakılıyor, bazen ise anıtsal görkemli mezarlar ile sonsuzluğa uğurlanmaya çalışılıyor. Ve elbette statü ölümün daha da zenginleşmesi ve ebedileşmesine yol açıyor. İnsanın bir nebze de olsa yaşamı ile yüzleşmesini sağlamayı hedeflediğimiz bu sayı ile sizlere eşsiz Anadolu coğrafyasının ve sakinlerinin ölüm ile başa çıkma hikayesini anlatıyoruz.
Yaşamak ve yaşamın güzelliğini anlamak için...
İyi okumalar.
Murat Nağış
-
62. Sayı - ÇAĞLAR BOYU DEĞİŞMEYEN İNANÇ VE RİTÜELLERKültür ve Turizm Bakanı Sayın Numan Kurtulmuş, özel sektörün arkeolojik alanlarda kazı yapabilmesi için bir düzenleme yaptıklarını, bu düzenleme ile özel sektörün arkeolojik alanlarda önce kazı yapacağı, sonrasında ise arkeolojik alanı bir “işletme” olarak çalıştırabilecekleri bir “kaz-işlet” modelinin hazırlandığını ifade etti. Yapılması planlanan bu düzenlemenin, insanlığın ortak mirası olan Anadolu’nun arkeolojik ve kültür değerlerinin bilimsel ve kavramsal olarak anlaşılması için pozitif bir katkı sağlayamayacağını, aksine bu düzenleme ile hem arkeolojik bilginin yok olacağını hem de arkeolojik alanlarda geri dönülemez, onarılamaz tahribatlara yol açacağını belirtmek gerekir. Arzumuz bu tür düzenlemelerden bir an önce vazgeçilmesi ve arkeolojinin daha öncelikli sorunları, talepleri ve amaçları için destek sağlayan, katkı yapan ve önünü açan bir anlayıştan yana olunmasıdır.
İNANÇLAR VE RITÜELLER
Hitit Krallığı kurulduğunda, kendisinden önce o topraklarda yaşamış olan Anadolu’nun erken halkı Hattilerin kültürü ve inancı bir anda yok olup gitmedi. Sonrasında Balkanlardan göçüp gelen Frigler Anadolu’ya yerleştiğinde ve Hitit İmparatorluğu çöktüğünde, Hitit halkının kültür ve inancı da yok olup gitmedi. Anadolu toprakları, Bizans ve Osmanlı’ya kadar hiç aralıksız yüzlerce yıl yerleşim gördü. Osmanlı İmparatorluğu kurulurken Bizans (Doğu Roma İmparatorluğu) halkı İstanbul surları içinde yer alan bir avuç insandan ibaret değildi elbette. Anadolu’da güçlü bir Hıristiyanlık inancı ve kendini Romalı olarak gören bir halk yaşıyordu. Anadolu halkı zamanla Osmanlı’nın ve Müslümanlığın bir parçası haline gelerek, binlerce yıllık birikimini bir sonraki kültürle paylaştı ve devam etti. Anadolu halkları, yeni gelen iktidar ve yönetim karşısında kendini hiç bir zaman ötekileştirmedi. Yeni halk ve yönetim ile zamanla kaynaştı ve varlığını onun içinde eriterek sürdürmeyi bildi. Bu nedenle, bugün bile nereden geldiğimizden çok, Anadolulu olmanın ve bu coğrafyanın kadim kültürleri ve tarihinin bir parçası olmanın önemli olduğunu düşünüyoruz.
İnanç ve ritüel konusunu ele aldığımız bu sayıda, Anadolu’nun binlerce yıllık inançsal zenginliğinin çağlar boyu nasıl iç içe geçtiğini, inancın ve onun eylemsellik hali olan ritüel uygulamaların toplum, yönetim ve bireyler tarafından nasıl kullanıldığını, manipüle edildiğini ve dönüşüm geçirdiğini görüyoruz. İsimler değişse de inançların içindeki özün nasıl aynı kaldığını, ritüellerin birbirini nasıl kopyaladığını ve devam ettiğini görmek hem şaşırtıcı hem de heyecan verici. Bu, aynı zamanda inanç ile kültürün birbiri ile kolay ayrıştırılamayacağını ve özellikle Anadolu’da, binlerce yıllık büyük bir zincir ile birbirine bağlı olduğunu görmemiz açısından oldukça önemli. Ve elbette, binlerce yıl boyunca kültürü, inancı, ritüelleri besleyen en önemli "özne”nin doğrudan doğanın kendisi olduğunu belirtmek gerekir. Doğa, insanın olduğu kadar kültür ve inançların da ortaya çıkmasında ve içerik bakımından zenginleşmesinde en önemli dayanak noktası. Bu öylesine güçlü bir dayanak ki bugün insanın neden doğaya karşı bu denli sert ve acımasız olduğunu anlamak oldukça zor.
İyi okumalar.
-
61. Sayı - TARİHE YÖN VEREN SAVAŞLAR
1990’lı yıllardı. Televizyon hayatımıza yerleşmiş, pembe diziler ve Amerikan dizileri bizi televizyonun karşısında iyice sabitlemişti. Derken her şeyden daha heyecanlı bir sahne yakaladık: canlı savaş haberleri... Dakikası dakikasına, saati saatine, ölüm ve yaşamın hikayesine değil, savaşta güçlü olanın anlatıldığı bir anın cazibesine kapılmıştık. Bir film sahnesi gibi anlatılan canlı savaş sahnelerinin içinde büyüdük ve buna alıştık. Savaş, tepkisiz bir gerçeklik olarak hayatımızın bir parçası oldu. Yaklaşık 30 yıl böyle geçti. Yüzlerce savaş seyrettik.
Bugün neredeyse dünyanın her yerinde irili ufaklı onlarca savaş hala sürmekte. En yakımızda olan Suriye, Irak, Azerbaycan, Ermenistan, Afganistan, Filistin, İsrail, Ürdün ve özellikle yoksul Afrika ülkelerinde bitmek bilmeyen iç savaşlar gözlerimizle beraber duygularımızı da köreltti.
Bugünün savaşlarını anlamak çok kolay olmasa da, savaşların sebebi ve sonuçlarına ilişkin tarihsel kaynaklar ve arkeolojik veriler bize çok fazla bilgi sunmakta. Homo Sapiens ile Neanderthal’ler arasındaki var olma savaşı, avcı toplayıcı toplumlar arasında kaynaklara sahip olma ile başlayan savaşlar, aslında günümüz savaşlarının sebeplerinden çok da uzak değil. Amaç hep benzer. Kaynaklara sahip olmak ve kaynakları korumak için güçlü kalmak.
En erken çağlarda yani avcı toplayıcı toplumlarda bu kaynak, en güçlü savaş aletinin yapıldığı obsidiyendi. Obsidiyene sahip olmak önemli bir güçtü ve bu uzun yıllar böyle devam etti. Sonrasında tarım toplumları ile yeni bir savaş dönemi başladı. Bu savaşlar aynı zamanda uygarlığın ilerlemesi için itici güç oldu. Yerleşimlerin etrafı surlar ile çevrilmeye başladı. Daha fazla insana, daha fazla üretime ve daha fazla güce sahip olmak karmaşık toplumların daha doğrusu yönetici sınıfların güçlenmesini sağladı. Zamanla savaş teknolojisi diğer tüm teknolojilerin de itici gücü haline geldi. Savaş kazanmak için her türlü yöntem ve teknoloji geliştirildi. Binlerce yıl boyunca birbirinin tekrarı olan sonsuz savaşlar yapıldı.
Bugün geriye dönüp baktığımızda, yapılan hiçbir savaşın kazananı olmadığını söyleyebiliriz... Çünkü ne Kserkses’i yok eden İskender ve imparatorluğu kaldı, ne tüm dünyaya egemen olan Augustus ve Roma İmparatorluğu... Toplumlar da, devletler de canlı organizma gibi doğdular, büyüdüler ve zamanı geldiğinde yok olup tarih sahnesinden silindiler. İnsanlık tarihi boyunca sürekli var olan bir toplum, bir devlet veya bir güç hiç olmadı. Güce ve kaynaklara sahip olma savaşı insanlık tarihi boyunca hiç bitmeyen bir döngü olarak devam etti. Bu nedenledir ki insanlık tarihi savaşların tarihi olarak da anılır.
Bazı savaşlar insanlık tarihinin hafızasında uzun süre yer etti. Kadeş, Troya, İssos, Maraton bunlardan yalnızca birkaçı... Bu savaşlar sonuçları bakımından insanlık tarihini de etkiledi. Özellikle Troya, Doğu ile Batı arasında psikolojik bir duvar olarak durdu. Gerçekten yaşanıp yaşanmadığı kanıtlanmaksızın Troya Savaşı, çağlar boyu kültürel çatışmanın bir simgesi olarak görüldü. Kaynaklara sahip Doğu, kaynaklara ulaşmaya çalışan Batı ve bu ikisi arasındaki hiç bitmeyen ezeli çatışma bugün bile hayatlarımızı etkilemekte. 2018’in güzelliğin, barışın, sevginin hayatımızda daha fazla yer edindiği bir yıl olması dileği ile... Mutlu Yıllar!
İyi okumalar,
-
60. Sayı - ANADOLU´DA YENİ KEŞİFLER
Amacımız sadece bir dergi yayınlamak değildi elbet. Hayallerimiz ve umutlarımız ile 10 yıl önce yola çıkmış, arkeolojiyi toplumla buluşturmayı planlamıştık. Yaptığımızı işe hiçbir zaman sadece dergi olarak bakmadık. Daha çok üzerinde yaşadığımız bu coğrafyaya karşı koklu bir saygı, tanıma, koruma ve paylaşma sorumluluğu ile bir STK gibi çalıştık. Bu coğrafya için arkeolojinin sadece arkeoloji olmadığını biliyorduk.
Arkeolojiyi evinden çıkarmak ve toplumun ortak bir paydası yapmak için var gücümüz ile ürettik. 10 yıl içinde binlerce arkeoloji haberi paylaştık. Sayısız kazı, araştırma ve onlarca konu işledik. Her bir sayı, her bir içerik, her bir başlığımız üzerinde yaşadığımız bu zengin coğrafyanın yaşanmışlıklarını ve onlardan geriye kalan kalıntılarını en doğru şekilde anlatmak, sahip çıkmak ve korumak için özenle seçildi. Hem Türkiye’den hem de dünyanın birçok ülkesinden sayısız akademisyenin çalışmalarını okuyucularımız ile buluşturduk. Tematik içerikler ile arkeolojinin sadece arkeoloji olmadığını göstermeye çalıştık.
Arkeolojiyi bir araç olarak kullanıp, geçmişi bugünün önüne sunmaya gayret ettik. Bu nedenle göç, şiddet, kadın, karmaşık toplumlar gibi çok önemli sayılara imza attık. Yaptığımız her proje, hazırladığımız her bir kapak ve attığımız her bir başlık bizi bu sorumlulukla okuyucu karşısında sınadı. Bu da bizim 10 yıldır Türkiye’nin çok okunan yayınları arasında yer edinmemizi sağladı. “Bağımsız” bir “arkeoloji” dergisi olarak 10 yıl boyunca, aralıksız, iki ayda bir yeni bir sayı yayımlamamızı sağlayan destekçilerimizin, sponsorlarımızın sevgisi ve yaptığımızı işe duydukları güven bizi her zaman daha da umutlandırdı. Sayın Ömer KOÇ Beyefendi başta olmak üzere KOÇ HOLDİNG’in, TUPRAŞ’ın sağladığı sponsorluk desteği, hiç eksiltmeden söylemek gerekir ki, derginin okuyucuya ulaşmasının ardındaki en büyük güçtür. Aktüel Arkeoloji adına, okuyucularımız ve korumaya anlatmaya çalıştığımız bu coğrafya adına kendilerine müteşekkiriz. İyi ki varsınız! TUPRAŞ’ın sponsorluğu sayesinde bir arkeoloji dergisi bu coğrafyada “bağımsız” olarak yayımlanabiliyor.
Ve elbette ilk yayımlandığımız günden bugüne her daim desteğini ve dostluğunu yanımızdan hiç eksik hissetmediğimiz Sayın İzel Levi Coşkun ve Mazars Denge’ye de sonsuz teşekkür ederiz. Bizi 10 yıldır takip eden okuyucularımıza, yazıları ile yer alan tum hocalarımıza, görselleri ile dergimizi zenginleştiren tüm fotoğrafçılara sonsuz teşekkür ederiz. Bu coğrafyada var olmaktan ve Aktüel Arkeoloji Dergisi’ni sizinle buluşturmaktan mutlu ve gururluyuz. 10 yıl önce yola çıktığımızda her birimiz pırıl pırıl gençlerdik. Her birimizin birumudu vardı. Zamanla birçoğumuz gitti, birçoğumuz geldi ama umudumuzu ve enerjimizi hiç kaybetmedik. Şimdi geriye donup baktığımızda, 10 yıl içinde bizimle yola çıkan her bir dostun, yol arkadaşlarımızın emeğinin ve heyecanının damlamadığı tek bir satırın, tek bir kapağın, tek bir içeriğin, tek bir amacın olmadığını görmek bizi mutlu ediyor. İyi ki varsınız ve iyi ki Aktüel Arkeoloji’nin parçası oldunuz. Her canlı olur ama insan yaptığı ile yaşar. Siz de, biz de Türkiye arkeolojisinin bir köşe taşı olarak dergi ile birlikte hep yaşayacağız.
Gelecek yıllar için en büyük projemiz Türkiye Arkeolojisi Vakfını kurmak olacak. Bu projeye destek vermek isteyen herkesi bekleriz.
İyi okumalar,
-
59. Sayı - ANTİK DÜNYANIN 7 HARİKASI
Lysippos’un öğrencisi Chares değil midir ustası ile birlikte bir o kıyıda bir bu kıyıda çalışan, çağın en önemli heykeltıraşlık eserlerine imza atan. Yolumuzu Akdeniz’in mavisinden ayırmadan İskenderiye limanlarına yanaşmak için fenerin izini takip ederiz. İnanılması güçtür dört katlı yaklaşık 100 metre yüksekliğindeki fenere, yüzlerce yıl denizcilerin yoldaşı olmuştur aslında ama bugün tüm kalıntıları suyun altındadır. Yıkılanlara, yok olanlara inat zamanın bile korktuğu Piramitler çıkar sıcak kumların arasında karşımıza, az değil yaklaşık 4300 yıl önce inşa edilmiştir Khufu’nun Piramidi. Giza platosu koca evrenin ortasında bir işaret nişanı gibidir. İnanılması güç ama son yolculuğu İstanbul’da biten Zeus Heykeli bizi yine hayal dünyasına çeker, çağın en büyük heykeltraşı Pheidias sadece bir heykel değil bir imajda yaratmıştı.
Gerçek ile efsane arasında iyi yolculuklar.
HERAKLES LAHDİ İÇİN CENEVRE’DEYİZ!
Cenevre’deyiz... Kültür ve Turizm Eski Bakanımız Sayın Nabi Avcı, yanındaki heyet ile birlikte kenti gezecek. Bakanın heyecanlı olduğunu çevresindekiler ile arasındaki keyifli sohbetten anlamak mümkün. Bir kültür varlığının iadesi konusunda Avrupa’da bir ilk yaşanıyor. Bakan da bunun farkında... Cenevre paranın olduğu gibi antik döneme ait eserler için de bir kaçakçılık merkezi. Yol boyunca antikacı dükkanına benzer birçok dükkan gözümüze çarpıyor. Bazıları oldukça cesur. Bakan Avcı’nın dikkatini çekiyor ve cep telefonları ile eserlerin fotoğrafları çekiliyor ve not alınıyor.
Öğleden sonra UNESCO Genel Direktörü İrina Bokova, Cenevre Üniversitesi Rektörü ve arkeoloji bölümü ve yerel yöneticilerin de katılacağı bir toplantı var. Konu UNESCO’yu da ilgilendiriyor. İrina Bokova daha önce bu tür bir toplantıya katılmış mı bilmiyoruz ama UNESCO özellikle doğu dünyasında yaşanan savaşlara ve eser kaçakçılığına ilgi çekiyor. Cenevreli yetkililer ve üniversite, Herakles Lahdini Türkiye’ye vermekten hem memnun hem üzgün. Yerel basın, halk ve yöneticiler çok heyecanlı, Herakles’in sergileneceği üniversite binasına gidiyoruz. Kalabalık salonu doldurmuş durumda. Sırası ile birçok yönetici konuşma yapıyor. İrina Bokova Suriye ve Irak’ın arkeolojik eserleri ile ilgili cesurca açıklama yapıyor. Bakan Avcı ise her zamanki gibi nazik ama açıklamaları daha sert, “Anadolu son iki yüzyıldır soyuluyor!”.
Ben etrafımda Türkiye’den arkeoloji adına birilerini arıyorum. Türkiye’de lahit uzmanı birçok bilim insanı var, arkeoloji enstitüsü var, bölgede çalışan çok önemli hocalar var ama hiç biri görünmüyor. Herakles Lahdi iade edilecek ama bilim dünyasından hiç kimse yok. Kimse ilgi mi göstermemiş, yoksa davet mi edilmemiş? Kültür ve Turizm Bakanının yanında birkaç akademisyenin olması daha güçlü bir ifade ortaya koymaz mıydı? Arkeolojiyi anlamak ve bütünsel olarak ona sahip çıkmak mı yoksa sadece bir eseri geri almak mı önemliydi?
Türkiye’ye dönüp Herakles Lahdi’nin akademi arasındaki yansımasına baktığımızda ise Bakanlığın umursamazlığının çok daha fazlasının arkeoloji camiasında yaşandığını görmemek imkansızdı. Arkeoloji camiası konu ile ilgili hiçbir açıklama, heyecan, merak ve ilgi göstermemiş, umursamamışlardı bile. Çok ilginç değil mi? Önemli bir arkeolojik eser Türkiye’den çalınıyor, İsviçre’de yakalanıyor, İsviçre bu eserin Türkiye’ye ait olup olmadığını anlamak için Belçikalı bilim insanı Marc Waelkens’tan rapor istiyor. Türkiye bu raporla eseri geri alıyor ama Türkiye’de akademi dünyası sessiz.
Hasankeyf taşındı, Hasankeyf dinamitlendi, arkeolojik alanlarda büyük bir tahribat ve definecilik var ama kimse sorumlu değil. Likya’dan yol geçecek açıklama yok, Karadeniz’de birçok tahribat var ama tepki yok. Arkeolojik alana santral yapılıyor herkes sessiz. Bu, arkeolojinin akademik sahipsizliğinden başka ne olabilir ki.
Çok geç olmadan bu coğrafyaya sahip çıkmak hepimizin olduğu kadar arkeologların da sorumluluğu ve onların güçlü sesine daha fazla ihtiyaç var.
-
58. Sayı - EŞİTSİZLİĞİN KÖKENİ
Bu kültürel sürecin sonunda, avcı toplayıcıların binlerce yıllık alışkanlıkları, davranışları, yaşam şekilleri ve üretim biçimleri büyük iklimsel değişiklikle sonlanmaya, tarıma dayalı yeni bir üretim biçimi ve kültür gelişmeye başladı. Tarımın öğrenilmesi, hayvanların evcilleştirilmesi ve insanların yerleşik hayata geçmesiyle toplum yaratıldı ve ilk mimari yapılar ortaya çıktı. İlk evlerin kurulduğu yerleşimler yani küçük nüfuslu köyler, yaşamlarını sürdürebilmek için toprağa bağımlı hale geldiler. Tarım yapmak hiç de kolay değildi. İklim değişikliğine bağlı olarak kuraklık oluşunca yeterli verim alınamıyor ve yerleşik toplum açlık ile yüzleşebiliyordu. Büyük olasılıkla ilk depolama süreci de bu zor zamanlarda, toplumun yıllık tarım ürününün bir kısmını saklaması ile başlamıştı. Ancak bu depolama sistemini kontrol etmek ve zamanı geldiği zaman dağıtmak için de bir sistem kurulmalıydı. Mühürler ve hesap taşları, çok odalı korunaklı yapılar, güç ve zenginlik göstergesi yapılar, eşyalar, takılar ve sanatsal üretimler bu gerekliliklerin sonucu ortaya çıkmıştı. Basit toplumdan daha karmaşık bir toplumsal düzene geçildiğinin de simgesiydiler.
Aynı toplum içinde eşit koşullarda yaşayan insanların birbirlerine karşı nasıl üstünlük kazanmaya başladığını ve bunun ilk yapılara, eserlere ve üretim ilişkilerine nasıl yansıdığını görmek oldukça önemli ve heyecan verici. Toplumsal karmaşıklık ve yapılanmanın yeniden şekillenmesinin sonuçlarını arkeolojik olarak tespit etmek oldukça zor. Bu nedenle arkeoloji antropoloji gibi birçok bilim dalı ile sıkı bir ortaklık ilişkisi kurmuş durumda. Ama öncesinde bir eleştiri yapmak ve 100 yıl öncesine gitmek gerekiyor.
21. yüzyılın henüz başlarında olmamıza rağmen, canlı yaşamının kökeni, evrenin sırları gibi konularda teknolojinin de yardımı ile oldukça büyük bilimsel başarılar ve sonuçlar elde edildi. Ancak insanlık tarihinin anlaşılmasında hala bazı boşluklar var. Bu boşlukların oluşmasını sağlayan ise maalesef ki 20. yüzyılın henüz başlarında yapılan kazılar. Büyük bir “açgözlülük” ile 20. yüzyılın başından itibaren Avrupa ve Amerika müzeleri tarafından yapılan höyük kazıları, insanlık tarihinin tarihsel ve kültürel kodlarının anlaşılmasına büyük bir zarar vermiş görünüyor. İran, Irak, Suriye, Filistin gibi 20. yüzyılın başlarında sahipsiz kalan bu coğrafyalarda gerçekleştirilen höyük kazıları neolitik ve öncesi ilk yerleşimleri tamamen tahrip etmiş durumda. 21. yüzyılda arkeolojinin teknoloji ve diğer bilimler ile yaptığı ortaklık ve ortaya çıkan sonuçlar, bize bu kazıların büyük bir başarısızlık olduğunu gösteriyor.
Türkiye’nin hem şansı hem de büyük bir talihsizliği olan “baraj” baskısı erken kültürlerin anlaşılmasında önemli bir ilerleme sağlamış olsa da bilginin yaygınlaşamaması, yazılamaması ve paylaşılamaması hala büyük bir boşluk olarak duruyor. Tay Projesinin yaptığı çalışmalar bu noktada oldukça önemli.
Son olarak son yıllarda oldukça saldırgan ve korkusuzca gerçekleştirilen bir talan ve definecilik dönemi yaşanıyor ve konuya Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin yanı sıra birkaç yayın dışında herhangi bir üniversitenin, bilim insanının ve kurumun bu talanı görmezden gelmesi de defineciliğin kendisi kadar endişe verici. Tarihi, kültürel talana karşı çok acil birleşilmeli, önlem alınmalı. Çok geç kalmadan arkeologları kültürel mirasımıza karşı sorumlu ve cesur olmaya davet ediyoruz.
İyi okumalar!
-
57. Sayı - BURSA
Antik çağın en ünlü coğrafyacısı Strabon, Bursa için,”Prusa, ‘Mysia Olympos’u eteklerinde kurulmuş ve iyi yönetilen bir kenttir. Frigyalılar ve Mysialılar ile sınır komşusu olan bu kent, Kroisos’a karşı savaşan Prusias tarafından kurulmuştur” der. Strabon’un Prusa’dan bahsedişinin üzerinden 2 bin yıl geçmesine rağmen kenti hala aynı isimle, “Bursa” olarak tanımlamak, kentin binlerce yıllık güçlü kimliğinin bir göstergesi değil midir?
Bursa ya da Prusa kurulmadan binlerce yıl öncesinden bugüne coğrafyanın gücünü simgeleyen Uludağ ya da antik çağdaki ismi ile Olympos, ki antik çağ için kutsal bir dağdır, çağlar boyu kültürlerin yamacında kurulmasına izin vermiştir. Neolitik Döneme kadar uzanan birçok yerleşim, bölgenin her çağda yerleşim için ne kadar uygun koşullar taşıdığını bize anlatır. Öyle ki bugünün modern Bursa’sı hala yüce dağın eteğinde geçmişi ile iç içe büyüyerek gelişir. Çağlara yayılan bu uzun süreçte yapılar yapılara devşirilmiş, kültürler kültürlere aktarılmış, toplumlar değişmiş ve sonunda insanlık tarihinin ortak evrensel değerlerini içeren bir kent oluşmuştur. UNESCO tarafından 2014 yılında “insanlığın evrensel değerlerine sahip kent” olarak kabul ettiği Bursa, Dünya Miras Listesi’ne kabul edilmiştir.
Kent bir açıkhava müzesi gibidir. Özellikle modern çağın en hızlı yok ettiği kültür tabakası olan Osmanlı mirası için yaşamsal öneme sahiptir. Günümüze kadar korunarak gelen Osmanlı köy mimarisi, mahalle dokusunu içeren tarım kültürü, Türkiye’nin en sanayileşmiş kenti içinde özel bir anlam içerir. Sanayi içerisinde yok olan kültürel doku yerine sanayinin içerisinde yükselen bir zenginlik olarak dünya ile paylaşılır. Cumalıkızık köyünün, salt mimari dokusu ile değil orada Osmanlı toplum yaşamının, gündelik yaşam biçiminin, insan kültürünün seçkin bir örneği olarak korunması, UNESCO tarafından dünya mirası kabul edilmesi açısından oldukça önemlidir.
Bursa Büyükşehir Belediyesi işbirliği ile hazırladığımız Kent ve Arkeoloji – Bursa teması ile çağlar boyu arkeolojik, kültürel ve tarihsel zenginliğini anlattığımız Bursa’nın UNESCO tarafından “Dünya Kültür Mirası” olarak kabul edilmesi, kente oldukça önemli bir ulusal ve uluslararası turizm potansiyeli sağlamış durumda. Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından gerçekleştirilen yüzlerce proje, kentin binlerce yıllık mirasının ayağa kalkmasını sağlamış durumda. Bu kadar büyük bir değeri dünya ile nasıl paylaşmalıyız ve en önemlisi bu arkeolojik ve tarihsel mirası turizmi hızlandıran bir oluşum olarak nasıl değerlendirmeliyiz? Bundan sonraki aşama özellikle Kültür ve Turizm Bakanlığı Tanıtma Genel Müdürlüğünün Bursa’yı dünyaya anlatacak projelerinin boyutu ile ortaya çıkabilir. THY gibi uluslararası firmalar aracılığı ile Bursa’nın değerlerinin dünyaya tanıtılması yaklaşık 400 milyon UNESCO gezgininin ilgisini çekebilir. Birkaç gününüzü Bursa’ya ayırın ve çağlar boyunca uygarlıkların nasıl doğa ile iç içe geçtiğini görün.
Bursa sizi bekliyor... İyi yolculuklar
-
56. Sayı - ANTALYA
EŞSİZ KÜLTÜRÜYLE ANTALYA SİZİ BEKLİYOR
Dünya artık eski dünya değil elbette. 21. yüzyıl teknoloji ve refah çağı olarak insanlara ulaşılabilir kolaylıklar sundu. Çok değil 40 - 50 yıl önce ultra lüks olan ve sadece çok zenginlerin yararlanabildiği olanaklar, bugün herkes için ulaşılabilir olanaklara dönüştü. Ulaşılabilir kolaylıklar dünyanın her yerinde turizmin büyük bir hızla gelişmesine de olanak sağladı. Dünyanın bir yerinden bir yerine göz açıp kapayıncaya kadar ulaşmak, kolay yiyecek ve konaklama sağlamak insanlar için eşitlenebilir bir seyahat özgürlüğü sağladı. Özellikle gelişimini tamamlamış batı toplumlarının çalışanlarına zorunlu olarak sunduğu “tatil hakkı” yaklaşık 400 milyonluk bir potansiyel oluşturdu. Böylece “tatil” bir lüks olmaktan çıktı.
Türkiye’de tatil kavramı, toplum tarafından hala bir lüks olarak kabul gördüğü için “iç turizm” yeterli gelişimini hiç sağlayamadı. Bu durum, Türkiye turizminin tamamı ile yabancı turist üzerinden büyümesine yol açtı. Yakın zamana kadar özellikle Avrupalı orta sınıf için güneş, kumsal ve mavi deniz, Türkiye’nin en önemli turizm gücü olarak görüldü. Sonra fark edildi ki, neredeyse Akdeniz çevresindeki tüm ülkeler benzer bir pazar gücüne sahipti. Rekabet, turizmin büyümesine değil daralmasına yol açtı. Özellikle bu ülkelerdeki ani siyası konjonktürel değişiklikler yabancı turistin “güven” duygusunu doğrudan etkilediği için turizm risklere hep açık oldu.
Turizmin artık sadece turizm olmadığını biliyoruz, çünkü her yıl dünya üzerinde seyahat eden yaklaşık 1 milyar insan, aynı zamanda dünyanın en hareketli ekonomik gücü olarak her ülke tarafından kazanılmaya çalışılıyor. Bu durum ülkeler arasında büyük rekabet alanı sağlıyor. Artık en iyisini sunmak önemli değil, bunun yerine yeni, merak uyandıran yerel, kültürel ve arkeolojik değerler yeni dünya gezginleri için daha cazip.
Avrupa ülkeleri kendi turistini Avrupa dışına çıkarmamak için büyük çaba harcıyor. Özellikle kültür sanat ağırlıklı turizm Avrupa için önemli, çünkü sahip oldukları en önemli kozları bu. Türkiye’nin en önemli kozu ise, neredeyse çevresindeki hiçbir ülkede olmayan muhteşem bir kültürel ve arkeolojik miras zenginliğine sahip olması...
UNESCO ile hızla büyüyen “Dünya Kültürel Mirası” kavramı son 25 yılda turizmin içinde “kültür”ün önemini açıkça gösterdi. Deniz, kum ve güneşi olmayan Fransa, Almanya, İngiltere gibi ülkeler UNESCO listesine dahil ettiği kültürel mirasları ile büyük bir turizm döngüsü oluşturdular.
Antalya sahip olduğu arkeolojik zenginlikle gelişen muhteşem bir zenginlik ortaya çıkarıyor. Sayısı yüzlerle ifade edilebilecek uygarlık tarihi için çok önemli arkeolojik alanlar ve bunların birçoğunda yılın büyük bir kısmı yürütülen arkeolojik kazı çalışmaları dünyanın hiçbir coğrafyasında karşılaşamayacağınız büyük bir değer yaratıyor.
Bu kadar büyük bir değeri dünya ile nasıl paylaşmalıyız? Ve en önemlisi bu arkeolojik mirası turizmin katalizörü olarak nasıl değerlendirmeliyiz? Kültür ve arkeoloji ağırlıklı turizm, turizmin geleceğini oluşturuyor ve bu büyük bir değer olarak önümüzde duruyor.
Antalya Tanıtım Vakfı ile birlikte projelendirdiğimiz bu özel Antalya sayımız, Antalya’nın sahip olduğu arkeolojik ve kültürel miras zenginliğinin binde biri bile değil, tüm antik çağın en yaratıcı uygarlığı olan Likya Uygarlığının üzerine yükselen bir kentin adımınızı attığınız her yerinde insanlığın geçmişine ait bir kalıntı ile karşılaşabiliyorsunuz, Antalya tüm bu zenginliği ile UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmeyi çoktan hak ediyor ve bunun için çalışmak hepimizin görevi.
Antalya sizi bekliyor... Sadece denizi ile değil, Likya Uygarlığı ile, Myra’sı, Ksanthos’u ile Limyra’sı, Perge’si, Side’si, Patara’sı ve diğer sayısız kültürüyle... Şimdiden iyi yolculuklar!
-
55. Sayı - EFENDİLER VE KÖLELER
Mısır piramitlerinden Assurluların anıtsal yapılarına, Roma’nın bugün dünyaya bıraktığı devasa mirasa, antik dönem uygarlıklarının felsefesinden edebiyatına, mitolojisinden sanatına kadar insan elinin değdiği her harikanın yaradılışı köle varlığı ve gücü ile gerçekleşmiştir. Kölelik ekonomisinin yarattığı karşılıksız değer, uygarlık tarihine birçok kanıt bırakmışsa da, köleler tarihin karşısında yok olup gitmişlerdir.
Kölelik, antik çağlarda da savaşların yarattığı büyük göçlerin hem sebep hem de sonuçlarından biri olarak gelişmiştir. İlk çağlarda özellikle merkezi yönetimlerin ya da krallıkların güçlendiği tarım toplumlarında daha fazla iş gücü elde etmek için de savaşlar yapılıyor, esirler alınıyor, büyük göçler gerçekleştiriliyordu. Esir alınan köleler, tüm yaşamları boyunca evde, tarlada, tüm diğer işlerde zorunlu olarak çalıştırılıyor, o süreçte dünyaya gelen çocukları bile köle olarak yaşamlarına devam etmek zorunda kalıyordu.
Arkeolojik olarak yazının kullanılması ile köleliğe dair ilk bilgileri ediniyoruz, insan yaşamının sonraki çağlarına ait bilgiler bir çorap söküğü gibi devam ediyor. Sümerler, Assurlular neredeyse kölelik üzerine bir ekonomi inşa ediyorlar. Anadolu’da Hititlerin devam ettirdiği köleliği yazılı kayıtlar dışında görmek neredeyse imkansız. Antik Yunan ve Roma uygarlığının en önemli payandası diyebileceğimiz kölelik, o kadar yaygın, normal ve yasal ki, heykeltıraşlıktan edebiyata tüm sanatsal üretimlerde yer verilen köle tasvirleri ve anlatımları büyük bir arkeolojik kaynak olarak antik çağ yaşamını anlamamızı sağlıyor.
Özellikle Antik Yunan ve Roma uygarlıklarında insanların en korktukları durumlardan biri köle düşmekti. Bir yolculuk sırasında ya da savaş sırasında esir alınan insanların köle olarak satılması ve satın alınması gayet normaldi. Her ne kadar özgür olsa da insanlar, bir anda köle olabilirlerdi. Antik çağdan tanıdığımız birçok filozof, esir düştükten sonra, uzun yıllar köle olarak kalmış ve birçoğu şans eseri kölelikten kurtulabilmişlerdi. Kölelik o kadar sistematik bir algı yaratmıştı ki, kölelik yasaları hiç değiştirilmeden 20 . yüzyılın ortasına kadar uygulanarak devam etti.
Özellikle 21. yüzyılda, Orta Doğu’da gelişen durumlar ve IŞİD gibi ilkel vahşiliğin yarattığı algı, Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin savaş (şiddet), göç ve kölelik sayılarının bir üçleme olarak şekillenmesini ve antik çağ ile günümüz arasında değişmeyen uygarlık bilincini, arkeolojik kanıtlar üzerinden anlaşılmasına olanak sunmak amacıyla hazırlandı.
İyi okumalar!
-
54. Sayı - GÖÇ
Göç etmek, insanlık tarihinin en büyük metaforu ve kimliğimizin bir parçası olmasına rağmen, kendimizi bir yere ait hissetmek için onu reddediyoruz. Bunu sadece insanlar değil, toplumlar ve uluslaştığını sanan devletler de yapıyor. Ama insanlık tarihine baktığımız zaman, “göç” olgusunun, bizi sürekli değiştirerek melezleştirdiğini ve ötekinin bir parçasını her zaman içimizde taşıdığımızı, tek büyük gerçeklik olarak gösteriyor. Hiç durmadan sürekli olarak bir yerden bir yere göç etmiş bir insanlıkla karşı karşıyayız ama zor olan, kendimizi bu dünyaya ait hissetmek yerine, bu dünyanın küçük bir parçasına ait hissetmeye zorlanmamız. Özellikle DNA ve ADNA gibi artık sonuçlarından emin olduğumuz bilimsel araştırmalar, bizim aslında biz olmadığımızı gösteriyor ve bu gerçeklik bizi görünmez bir şekilde incitmeye başlıyor. Uzun zamandır var gücünüzle savunduğunuz bir ırka, millete, ulusa ait olma hissiniz bir anda yıkılıveriyor. Çünkü sizin dedelerinizin dedesi bugün etrafınızda gördüğünüz ama içten içe hoşlanmadığınız bu göçmenlerin ülkesinden göç etmiş görünüyor.
Bu sayıyı hazırlarken gözümüzün önünde duran ama onu görmemek için çabaladığımız 21. yüzyılın en büyük korkusu, göçmenlerin dünyayı nasıl değişmeye ittiği gerçekliğiydi. Göç dünyayı değiştirir. Her zaman değiştirdi.
Arkeolojik olarak milyon yıllık bir tarihten başlayarak Yunan Kolonizasyonu olarak adlandırdığımız döneme kadar anlatmaya çalıştığımız göç hareketleri, doğunun batıya, batının doğuya doğru çizdiği yolu anlatıyor. İlk büyük göç olan ve Afrika’dan dünyaya yayılan ilk insanın en uzun göçü, insanın kökenine ilişkin en büyük vurguyu yapıyor. Hepimizin Afrika’dan yola çıktığını ve dünyaya dağıldığını anlatıyor.
Bir sonraki büyük göç dalgasını, yaklaşık on iki bin yıl önce Mezopotamya ve Anadolu’da filizlenen neolitik tarım topluluklarının birkaç bin yıl sonra yeniden doğuya göç etmek zorunda kalmaları oluşturuyor. Özellikle tarımın göçü Avrupa’nın ilk yerleşik insanlarının temelini oluşturuyor. Yani Avrupalıların aslında Ortadoğulu ve Anadolulu olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.
Bunu devam ettiren ve belki bugünkü dünyanın ilk temellerini atan üç büyük göç dalgasından ilki olan Bronz çağı ve Demir çağı göçleri, yine batı yani Avrupa coğrafyasında sıkışan insanın doğuya göçünü anlatıyor. Bu göçü önemli kılan hem doğuda hem de batıda insan topluluklarının kalabalıklaşarak yerleşik olması ve yeni gelenler ile yerleşiklerin birbirine karışarak, zamanla birbirlerinin içinde erimeleri. Avrupa dili ve kültürüne ait en eski kanıtların Anadolu’da olması şaşırtıcı olmasa gerek.
Sonrasında her şeyin (kültür, mitoloji, tarih, edebiyat gibi olgunlaşmış her bilginin ki, yaklaşık birkaç bin yıldır en ince detayına kadar doğu dünyasında işlenmişti) birbirine karışmasını sağlayan ve değiştiren Yunanların kolonizasyon göçü gerçekleşiyor. Bu sayıda işleyemediğimiz bir sonraki göç ise Asyatik toplumların MS 1. binyılın sonlarına kadar batıya yaptıkları göç hareketleridir. Bu yeni karışımlar ile birlikte yeni melez kültürler ortaya çıkarıyor.
Bu göçlerin her biri arkeolojik olarak kanıtlanabilmekte, ADNA ve DNA sonuçları ile de artık kesinleştirilebilmekte. Buna rağmen yazıları okuduğunuzda bazı yazılar arasında tarihsel çelişkiler olduğunu göreceksiniz, dil bilimciler ve arkeologlar bazen birbirinden farklı şeyler söyleyebiliyorlar. Yeni araştırmalar bu göç hareketliliğini ilerleyen zamanda daha da netleştirecek gibi görünüyor. Bu çelişkiler insanlık tarihinin göçler tarihi olduğu gerçeğini ise değiştiremiyor.
Her ne olursa olsun bu dünyanın bir parçası ve göçmen olduğunuzu unutmayın.
İyi okumalar!
-
53. Sayı - HASANKEYF
Her türlü zorluğa rağmen yaşamlarını büyük keyifle sürdüren yöre halkı, soyut ve somut kültürel mirası, arkeolojisi ve ekosistemi ile Hasankeyf’in yok edilmemesi gerektiği birçok kez bilimsel kanıtları ile vurgulandı. Yok etmek yerine korunması, yaşatılması ve gelecek kuşaklara insanlığın mirası olarak bırakılması gerekliliği son 20 yıldır sürekli yazılıp, çizildi. Herkes farklı şekillerde ama hep aynı şeyi söyledi:
Ortada baraj ya da başka bir proje için feda edebileceğimiz bir HASANKEYF yok! Hasankeyf’i yok etmek yerine, yıllardır incitilen her bir insandan, her bir taştan, her bir canlıdan özür dilenmeli ve daha da zaman kaybetmeden açılan yaralar sarılmalıdır. Hasankeyf’in su altında bırakılmaya değil, onarılmaya, korunmaya ve sahiplenilmeye ihtiyacı vardır. Hem Hasankeyf hem orada yaşayan insanlar hem de biz, Hasankeyf için yıllardır sesini yükselten ve baraj suları altında kalmasın diye çaba gösterenler... Hepimiz, yapılan bu “baraj” projesinin büyük bir yanlış olduğunu, bu yanlıştan bir an önce dönülmesi gerektiğini göstermeye çalışıyoruz. Çünkü... biz bu coğrafyanın düşmanları değil, onu bilen, tanımaya çalışan, seven, önemseyen, kendini bu coğrafyanın sahibi değil parçası olarak görenleriz.
Yeter...
1950’lerden sonra bu ülkede yıkıcı bir politika olarak barajların yapılmasına imza atan tüm bürokrat ve siyasiler tarih sahnesinden 60 yıl içinde silinip gittiler. Ama yok ettikleri değerler 10 bin yıldır orada duruyordu. Bizden önceki her uygarlık Hasankeyf’te bir eser bıraktı. Şimdi tüm bunlar yok edilmek isteniyor. Kimin adına, hangi değer adına milyonlarca yılda oluşmuş doğal zenginlik, 10 bin yılda oluşmuş kültürel arkeolojik değerler yok edilebiliyor? Kendinizde bu sorumluluğu nasıl bulabiliyorsunuz, buna nasıl cesaret edebiliyorsunuz?
Yok eden, yok etmek için imza atanlar... Yetmedi mi baraj suları altında bıraktığınız onlarca höyük? Yetmedi mi Zeugma, Allianoi? Yetmedi mi Samsat, Lidar Höyük? Yetmedi mi Halfeti, Juliopolis? Yetmedi mi adını saymakla bitiremeyeceğimiz, belki adını bile öğrenme şansı bulamadığımız onlarca, yüzlerce höyük ve arkeolojik yerleşim?
Buna artık bir son verilmeli ve Hasankeyf tüm zenginliği ile korunmalıdır.
Anadolu ile, arkeolojisi, kültürü, doğası ve insanı ile artık barışma zamanıdır! Çünkü gelecek, geçmişin yok edilmesi ile kurulamaz. Gelecek 10 bin yıl önce yapılmış bir heykelciğin toprak altından heyecanla çıkarılmasını önemsemek ile kurulur. Bu nedenle, daha fazla geç kalınmadan, Anadolu’yu anlamalı, sahip çıkmalı ve son 60 yıldır doğası ile arkeoloji ile büyük bir yıkıma maruz bırakılan bu coğrafya ile barışılmalıdır.
Son olarak İstanbul Yenikapı’daki Boğaz Tüp Geçit Tüneli Projesi kapsamında Aksaray- Yenikapı’daki kavşak çalışmaları sırasında, ahşap kalıplar halinde duvar yapısı tespit edilmişti. Gün ışığına çıkarılan bu ahşap kalıntıların Theodosius Limanı’na ait mendirekler olduğunun anlaşılmasına rağmen, bu mendirekler akıl almaz bir şekilde kepçeler ile yerle bir edildi. Bu vandallığın sorumluları mutlaka bir açıklama yapmalı ve sadece İstanbul açısından değil, Bizans tarihi, denizcilik tarihi ve uygarlık tarihi açısından ünik olan bu eserin yok edilmesine nasıl göz yumduklarını topluma anlatmalıdırlar.
İyi okumalar,
-
52. Sayı - IŞİD - Palmira - Hatra - Nimrud
Onlar bugünkü uygarlığın ilk aşamalarını ve gelişimini gösterdiği için değerlidir ve gelecek nesillerin ortak bilincini oluştururlar. Bu nedenle arkeolojik ve tarihsel miras evrenseldir ve korunmaya muhtaçtır. Ve biz bu nedenlerden dolayı onları müzelerde ve ören yerlerinde özenle korur insana ait olan uygarlığı meraklı ziyaretçilerin görmesi için hazırlarız.
Peki IŞİD kendisine hiçbir zararı olmayan bu kültürel mirasları neden yağmalıyor ve neden var gücüyle onları tahrip ediyor? Binlerce yıl önce işlevini yitirmiş bir tanrıdan ve onun tapınağından çekindiği için mi? Pek öyle olduğu söylenemez, çünkü tapınaklar ve tanrı heykelleri ile beraber camileri, kiliseleri, türbeleri hatta mezarları bile yok ediyor. IŞİD’in işlemelerini ve mozaiklerini söktüğü ardından da havaya uçurduğu İmam Dur Türbesi, İslamiyet’in doğuşundan sonra oluşturulan en önemli eserlerden biriydi. Türk hacılar için kutsal sayılan ve ziyaret edilen Hz. Yunus Peygamber Camii ve türbesi dinamitle havaya uçuruldu. Osmanlı Döneminin geride bıraktığı miras olan Hema Kado Camii’nin el yazmaları yakıldı, cami havaya uçuruldu. Halep’teki Hz. Davud Türbesi, Suriye’nin Rakka kentindeki Veysel Karani Türbesi, Kamışlı bölgesindeki Hazne şeyhlerinin türbesi, Hz. Eyyub’un eşi ‘Seta Rahime’nin Türbesi, Hz. Şid Peygamber Camii, Musul’daki 1400 yıllık Yahya Ebu’l-Kasım Camii, Süryani Katolik manastırı olan Mar Behnam Manastırı, Ahmed el-Haznevi Camii ve Medresesi, Hz. Ali’nin torunu Muhammed Bin Ali’nin türbesi, Nizar Ebu Bahaeddin Türbesi bu tahribattan payını alanlardan sadece birkaçı.
İslamiyet’in en büyük paradigması olan “cihat” anlayışı yine İslamiyet’in en sert yüzü olan selefilik ile birleşince ortaya bu kadar acımasız bir manzara çıkabiliyor. Bu birleşmeye de İslam alimleri Cihadı Selefilik diyorlar. Cihat anlayışı dünyayı Müslüman yapmak, Müslüman olmayanlardan temizlemek için yapılan savaştır. Yani İslamiyet içerisinde meşru bir haktır. Cihatçı da Allah yolunda savaşan kişidir. Vadedilmiş gelecek, sadece öteki dünya değil cihadın sonunda sahip olacağınız gerçek dünyadır da aynı zamanda. Bu nedenle de IŞİD İslam Devleti terminolojisini kullanmaktadır. Paradigma tam olarak burada başlar aslında, çünkü cihat bir yandan yıkıcı ve acımasız iken diğer yandan yapılan her şeyin affedildiği kutsal bir sebebi olduğu için meşru görülür. Bu nedenle İslam dünyasının bir kısmı yapılanı yanlış bulurken, bir kısmı haklı sayar. Selefilik, tüm referansını Hazreti Muhammed’in yaşadığı dönem olan Altın Çağ’dan alır. Yani referansı Kur’an ve sünnettir. Onun dışındaki her şeyi çok katı bir şekilde reddeder. Amaç o günlere geri dönmek ve tekrar oradan varlığını sürdürmeye çalışmaktır. Gözümüzün önünde her şeyi yok eden anlayış da budur. Pratiğini oluşturan tüm teorik referanslar, ona yaptığı hiçbir şeyden pişmanlık duymayan bir anlayış sunar. Farklı olan bir Müslümanı bile farklı olduğu için diri diri keser. Bu yıkım, düşman olarak gördüğü bizlerin dünyasında hem maddi hem de manevi yaralar açar. Çünkü bir yandan geçmişimizden bize kalan tüm eserler yok edilirken onunla ortaya çıkan bilgi, sevgi, değer verme, önemseme, koruma ve sahip çıkmaya yönelik de bir saldırı gerçekleştirilir. Yani içinde kötücül bir hiçlik taşır.
Geriye dönüp baktığımızda Ninova, Nimrud ve Hatra, Horsâbad, Musul Müzesi ve Kütüphanesi, Palmira antik kenti, Baalşamin Tapınağı IŞİD tarafından dinamitlenen, havaya uçurulan, parçalanan, yok edilen dünya miraslarından... Sadece yakıp yıkmakla kalınmadı, aynı zamanda bu arkeolojik alanlardan eserler toplandı, bu eserlerin satışına izin verildi, her bir eser üzerinden vergi alındı, satılamayan eserler parçalandı ve topluma gözdağı vermek gibi barbarlıkla bile anlatılamayacak eylemler sürdürüldü. Ancak bu noktada bir sorun var: IŞİD’in yağmalayıp sattığı bu eserleri kim satın aldı?
-
51. Sayı - Şiddet
Şiddet, insanın uygarlık tarihi boyunca yarattığı tüm kavramlar içinde bugün aşılması hiç de kolay olmayan bir duvar olarak modern dünyanın önünde duruyor. İnsanlık geliştikçe antik çağlara oranla şiddet istatistik olarak azalsa bile modern dünya içinde kazandığı çok boyutluluk ve sınırsızlık şiddetin araç olmaktan çok amaç olarak da insanı kuşattığını gösteriyor. Şiddetin modern dünyada yarattığı terör kavramı ise insanın ve toplumların korkusunu esir alarak geleceğimizi tehdit ediyor. Doğadaki tüm canlı türlerinin hayatta kalmak için kullandığı savunma ve saldırı birçok bilim insanına göre içgüdüsel şiddet olarak kabul ediliyor. İnsan ise bugün şiddeti güçlü olmak, kontrol altına almak ve yok etmek için kullanıyor.
Arkeolojik olarak insanın insana ve hayvana yönelik uyguladığı şiddetin izleri tespit edilebiliyor. Homo sapiens ile aynı zaman diliminde yaşayan Neandarthallerin tamamı ile yok edilmesi şiddetin evrim zincirimizdeki yerini belirlemiş olabilir mi? Avcı-toplayıcı toplumlar arasında yaşlanarak ölen erkek sayısı, savaşların sürekliliği ve aşırı şiddetli geçmesi nedeni ile oldukça azdır. Uçsuz bucaksız boş bir dünyada 20’li-25’erli grupların bölgesel güç, kadın, yiyecek ya da savaş aletleri için kıyasıya savaştıkları ve büyük katliamlar yaptıkları arkeolojik veriler ile kanıtlanabiliyor.
Neolitik Dönem öncesi ve erken neolitikte şiddete dayalı yağma ekonomisi, geriye büyük katliamların izlerini bıraktı. Karmaşık toplumlar ile şiddet kamusal alanın iktidarı ile güçlenerek kontrol edilemeyen şiddetin yaygınlaşmasını sağladı. Erkek egemen eril dil ise edebi ve mitolojik yazın içerisinde işlenerek, bugün kabul edilmiş bir şiddet dili yaratıldı.
Aktüel Arkeoloji Dergisi bu sayısında modern dünya olarak adlandırdığımız sanayi çağının en yoğun yaşandığı 21. yüzyılda çevremizi çepeçevre saran şiddet sarmalının insanlık tarihi boyunca aralıksız devam ettiğini anlatıyor. Bugün şiddetin yoğun olarak belirli bölgelere dayandıranların zihinlerini açmak için dünyanın birçok bölgesinde ve tarihin farklı dönemlerinde hem bireysel hem de toplu katliamlara varan şiddet örnekleri veriyor. Fransa’dan Almanya’ya, Afrika’dan Yunanistan’a kadar tarih boyunca yaşanmış şiddet örnekleri şiddetin bir halka ya da bölgeye atfedilemeyeceğini gösteren önemli örneklerden. Bugün dünyanın en barışçı toplumu olarak kabul edilen İskandinav halkları bile bin yıl önce büyük bir şiddet toplumu olarak dünyaya korku salmışlardı.
Bugün şiddetten arınmak neredeyse imkansız. Çünkü görsel ağırlıklı yaşadığımız modern dünya istesek de istemesek de bireyleri ve toplumları sürekli olarak şiddet içeriğine maruz bırakmakta. Bu nedenle şiddet günümüze kadar sözlü, kültürel, fiziksel, psikolojik, toplumsal, bireysel, devletten kadına, erkeğe, çocuğa, toplumlara, ülkelere, bireye, doğaya, diğer canlılara, insanın kendi kendisine yönelik olarak büyüyerek ve sınırsızlaşarak devam etmekte.
Şiddetten uzak bir dünyada yaşamamız dileği ile...
-
50. Sayı - Gaziantep
Gaziantep’e Yolculuk
Bazı kentler vardır, yaşadığını hissedersiniz. Sokakları, binaları insan suretine benzer, yaşamın izlerini taşır. Gaziantep de bu kentlerden biri. İnsanlık tarihinin özellikle son birkaç binyılının canlı tanığı gibi tüm izler görülebilir kentin dört bir yanında. Kent bazen Karkamış’ta bir yazıt, bazen Zincirli kabartmalarında bir yemek tarifi, bazen Zeugma mozaiği üzerine işlenmiş bir hikayeyle çıkar karşımıza. Hiçbiri birbirine yabancı değildir. Aralarındaki zaman farkı da uzaklaştırmaz onları. Aksine birbirinin tamamlayıcısı, devamı gibidirler. Kentin sokaklarında gezerken etrafınızı saran koku, işte bu geçmişin kokusudur. Gaziantep sokakları sizi kendine çektiğinde, yaşayan bir kente yolculuk başlamıştır artık. Her bir durak her bir tat yeni bir hikaye fısıldar kulağınıza.
50. sayı, KENT VE ARKEOLOJİ serimizin ilk durağı. Tüm çağların kenti olan Gaziantep’e yolculuk ile başladı bu seri. Çevresine yayılmış onlarca arkeolojik alan ile birlikte kent içerisinde her dine, her dile, her kültüre ait tarihsel dokusu ile görülmeye değer kentlerden biridir Gaziantep. Aktüel Arkeoloji Dergisi olarak Gaziantep Büyük Şehir Belediyesi ile birlikte Gaziantep’in kent ve arkeoloji dokusunu özel bir sayı ile okuyucuya anlatmak istedik. Zeugma’dan Karkamış’a, Zincirli’den Doliche’ye, Tilmen’den Yesemek’e kadar tüm çağların izini görebileceğiniz Gaziantep, görülmesi gereken yerlerin başında gelir. Gaziantep’in hem yerel yönetimi hem de halkı arkeolojik, kültürel ve tarihsel mirası ile soyut ve somut mirasına sahip çıkar. Bu oldukça sevindirici ve özendiricidir. Gaziantep tüm bu güzellikleri ile sizi bekliyor.
Hasankeyf
2005 yılında yollara düşen Hasankeyf Treni birçoğumuzun hala hafızasındadır. Hem Türkiye’de hem de dünyada ses getirmiş, kamuoyundan beklenen duyarlılık yakalanmış ve Avrupa’dan Ilısu Barajı için kredi verecek ülkeler Hasankeyf’ten yankılanan bu sesi duymuşlardı. Sonrasında yüzlerce eylem, panel, girişim yapıldı Hasankeyf’i korumak ve gelecek kuşakların görmesini sağlamak için. Her birinin tek bir amacı vardı, 21. yüzyılda enerjiyi üretmek için nehirlerin üzerine engel koymamaktı bu amaç. Özellikle Anadolu’da binlerce yıl boyunca uygarlıklar nehirlerin etrafında kurulmuştu. Barajlar sadece bu uygarlıkları değil, doğayı ve insanı da yok edecekti ve yok edecek.
Aradan on yıl geçti. Hasankeyf’teki bazı TAŞINMAZ Kültür Varlığının TAŞINMASI için ihale yapıldı. Yani tüm çabalara rağmen, binlerce höyük, doğal alanlar, insanların yaşam alanları ve Hasankeyf, Ilısu Barajı altında kalacak denildi. Hasankeyf’teki yüz tonlarca TAŞINMAZ yapı, OLASILIKLA 2016 yılında taşınmaya çalışılacak. Her ne kadar tüm seslere ve duyarlılığa kulaklarınızı tıkasanız da insanlık tarihinin hafızası sizi affetmeyecektir. Hasankeyf bu coğrafyanın insanlarının olduğu kadar dünyanın da bir parçasıdır. Hasankeyf ve diğer tüm uygarlık kalıntılarını korumak insanlık onurudur. Hasankeyf’i ve Anadolu’da insanlık tarihine ait en küçük kalıntıyı korumak sorumluluğumuzdur.
İyi okumalar
-
49. Sayı - Çatalhöyük
Çatalhöyük, bugün dünya üzerinde insanlık tarihi, arkeoloji ya da sanat tarihi ile ilgilenen herkesin zihninde imgelem oluşturabilmiş dünyanın en tanınmış arkeolojik alanlarından biridir. Bakmayın Anadolu’nun saymakla bitmeyecek uygarlıklara ve antik yerleşimlere sahip olduğuna... Dünya üzerinde genel uygarlıklar tarihi başlığı ile yayınlanmış ansiklopedi ya da kitaplarda neredeyse Anadolu uygarlıklarından hiç bahsedilmez. Bu yayınlar içinde Anadolu’dan olmazsa olmaz sadece birkaç yerleşimden biri ise Çatalhöyük’tür. Dünya üzerinde konuyla az da olsa ilgili birileri ile konuştuğunuzda Anadolu’dan sadece Çatalhöyük’ü bildiğini anlarsınız. Çatalhöyük’ün bu kadar ünlü olması elbette onu dünya ile ilk tanıştıran James Mellaart sayesindedir. 1960’lı yıllar arkeolojinin çizgilerinin belirginleşmeye başladığı yıllardır. Anadolu bu çizginin dışında tutulur, Mellaart bir anda muhteşem duvar resimleri ve ana tanrıça fikri ile bomba gibi arkeoloji dünyasının ortasına düşer. Arkeoloji camiası da dahil olmak üzere tüm dünya şaşkınlıktan uzun süre kendine gelemez, gözler Çatalhöyük ile birlikte Anadolu’ya dönmeye başlar ve arkeolojinin çizgileri yeniden çizilir. Çatalhöyük’ün yanı sıra Troya da Türkiye’nin dünyadaki en önemli markasıdır. Ancak Troya çoğunlukla Çatalhöyük’ün gerisinde kalır, çünkü Avrupalı Troya’yı Yunanistan’da zanneder. Çatalhöyük her zaman Anadoluludur. Hem dünya hem de Türkiye için bu kadar önemli bir yer olmasına rağmen UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde oldukça geç yerini alabilmiştir. Tahtında oturan ana tanrıça, boğa kültü, eşitlikçi bir toplum olması, birbirine bitişik evlerde yaşayıp, ölülerini yaşadıkları evlerin tabanına gömmeleri gibi insanlık tarihinin belleğinde yer edinmiş çok önemli bilgiler sunmuştur. 1960’lı yıllarda James Mellaart’ın sadece dört yılda edindiği bilgiler yaklaşık 55 yıldır hâlâ dünyanın ve arkeoloji biliminin gündemindedir. Aradan geçen bu zaman süresince Çatalhöyük’te çok önemli yeni çalışmalar ve bilgiler de elde edilmiştir. 1995 yılında başlayan ikinci kazı dönemi, Çatalhöyük’e yeni bilgiler eklemek ile beraber Mellaart dönemine ait birçok bilginin de değişmesini ve güncellenmesini sağlamıştır. Yeni dönem kazı başkanı olan Ian Hodder, “yeni arkeoloji” olarak adlandırılan bir ekolün de öncüsüdür. Çatalhöyük yeni arkeoloji ekolü için bir deney ve tecrübe sahasıdır aynı zamanda. Yeni metotlar, fikirler ve çalışmalar Çatalhöyük kazıları ile anlatılır arkeoloji dünyasına. Ian Hodder’ın yirmi yıllık kazı projesi bu yıl sonlandı ve Mellaart sonrası yirmi yıllık bu yeni sürecin sonunda ortaya çıkan yeni bulgular, Mellaart dönemine ait bazı bilgilerin değişmesine ve güncelliğini yitirmesine neden oldu. Ana tanrıçanın düşündüğümüz kadar önemli olmadığı, bazı ana tanrıça olarak düşünülen buluntuların aslında ayı kültü ile ilişkili olduğu da bu yeni bulgular arasındaydı. Bu nedenle uzun yıllar boyunca sürekli Çatalhöyük’ü ziyaret eden Ana Tanrıça ziyaretçileri artık gelmemeye başladı. Ancak her şeye rağmen Mellaart’ın Çatalhöyük üzerindeki etkisi hiçbir zaman yok olmadı. Yakın zamana kadar da merakla izliyordu Çatalhöyük’ü. Uzun yıllar sonra, vefatından hemen önce Çatalhöyük’e bir kez daha gelmiş ve Ian Hodder ile bir sergide yan yana bulunmuştu. 2013 yılında vefat ettiğinde Çatalhöyük’te sessiz ama hüzünlü bir törenle anılmıştı. Önümüzde şu an yirmi yıllık çalışmanın muhteşem bilgi katmanı, dokümantasyonu ve arşivi bulunuyor. Gelecek yıllarda Çatalhöyük’ün, hem Anadolu uygarlıklarının şekillenmesinde hem de insanlık tarihinin ilk evrelerinin anlaşılmasında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu daha iyi göreceğiz.
-
48. Sayı - Pergamon Sunağı
Winston Churchill “insanlık tarihi savaşın tarihidir” derken ne kadar yanılmışsa bugün de savaşla ve yıkımla bir tarih kurmaya çalışanlar, benzer bir yanılgının içine düşmüştür. Uygarlık tarihinin en önemli coğrafyası olan Mezopotamya ve Anadolu, geçmişte kendisini uygarlaştıran insan tarafından yok ediliyor. Uygarlık insanın umudu, huzuru ve emeği ile kurulmuş ve gelişmiş- tir, savaşlarla değil. Savaş bugün olduğu gibi geçmişte de büyük acılar ve yok oluşlar yaratmıştır.
İnsanlık tarihi büyük savaşların ve yıkımların ardından her zaman büyük karanlık dönemler yaşamıştır. Hititlerin yıkılması sonrası Anadolu uzun süre karanlıkta kalmıştır. Savaş insanlık tarihini var etmemiştir. Savaş yeniden var etmenin bir yolu değildir. Anadolu sadece savaşla anılan hiçbir topluma uygarlık yaratması için asla izin vermemiştir. Yüzlerce yıl Anadolu’da savaşarak yaşamış olan Kaşkalar, Kimmerler, İskitler, Galatlar bir barış uygarlığı yaratamadıkları için tarihte bir belirsizlik içindedirler, arkeolojik olarak Perslerin izine bile çok az yerde rastlanır.
Çünkü savaşçı halklar sadece savaşarak, yok ederek var olmaya çalışırlar. Bugün geriye dönüp baktığımız zaman Göbekli Tepe’den Çatalhöyük’e, Hitit coğrafyasından Likya’ya kadar tüm çağların en güzel kalıntıları ve uygarlık örnekleri, bu halkların barış ve huzur içinde yaşadıkları, zenginleştikleri ve ticaret yapabildikleri zamanlarda yeşermiş ve gelişmiştir.
Bugün dünyanın teknoloji uygarlığı ile büyük bir değişim geçirdiği bir zamanda yaşıyoruz. Mezopotamya başta olmak üzere Doğu’nun savaş, yoksulluk ve her türlü kültürel, dinsel, dilsel ve ırksal ayrılıklar ile savaştırıldığı yine bu zaman diliminin sonucunda ortaya çıkan her ne olursa olsun, insanlığın faydası ve geleceği için değerli ve önemli olmayacağı kesin.
Arkeoloji her şey bittikten sonra yaşananları en ince ayrıntısına kadar açıklayan bir belge gibidir. Bu belgeler kimin, nerede, nasıl yanlış yaptığını, neyin nasıl sonuçlandığını tüm açıklığı ile gösterir bize. Binlerce yıllık yaşanmışlıklara baktığımızda, yaşanan bu savaş bugün en büyük zararı doğuya veriyor gibi görünse de, görece olarak bu süreci ufak zararlarla atlatmaya çalışan batının gelecekte aslında ne kadar büyük bir zarara uğradığı açıkça görülecek. Kelebek etkisi sadece doğada değil, uygarlık içinde de yaşanır. Büyük Roma’nın yıkılışının, Bizans’ın ya da Osmanlı’nın etkileri tüm dünyada hissedilmiştir.
Daha güzel bir dünyada yaşamak umudu ile içinizdeki ve dünyadaki barışa katkı sunun...
-
47. Sayı - Batının Arkeoloji Yağması
Bu sayıyı hazırlamak oldukça uzun zaman aldı, yaklaşık bir yıl aralıksız belge, yazı ve görsel toplamakla geçti. Alman, Fransız, İngiliz arkeoloji enstitüleri başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin arkeoloji enstitüsü, kütüphane ve üniversite arşivlerinde bulunan binlerce belge, doküman, görsel toplandı. Türkiye’de ise Osmanlı arşivlerinde yabancı heyetlerle yapılan yazışmalar dışında herhangi bir arşive ulaşılamadı. Yaklaşık 250 yıllık bir “arkeoloji” bilimine ve tarihine saha oluşturan başta Anadolu olmak üzere tüm Osmanlı coğrafyasına ait elimizde arşivin olmaması acınası bir durum. Buna kamu kuruluşları da dahil.
Yaklaşık 250 yıllık bir dönemde son 150 yıl, yani 1850 sonrası, bu sayının odak noktasını oluşturdu. Batının gözündeki Doğu dünyası, ki o zaman bu alanı Osmanlı coğrafyası kaplıyordu, her açıdan keşfedilmesi gereken bir kaynaktı.
Avrupalılar Sanayi Devrimi sonrası doğuyu yeniden keşfetmişlerdi. .ünkü bu kaynak sadece arkeolojik alanları değil, doğal alanları, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını ve daha birçok şeyi kapsıyordu. 16. yüzyıl ile doğuya seyahat eden gezginler, köy köy, şehir şehir her türlü bilgiyi toplamış ve yayınlamışlardı. Bu gelecek yüzyıllar için oldukça önemli bir bilgi kaynağı olarak kullanıldı. Antik çağ kalıntılarına ilişkin bilgi de bu gezginlerin bilgileri ile Avrupa’ya ulaşmıştı. Sonraki çağlarda bu bilgiler iki şekilde kullanıldı: İlki Sanayi Devrimi sonrası iyice güçlenip kurumsallıklarını tamamlayan krallıklar adına müzelere eser toplama çabasında olan kişiler, diğeri ise bugün bile kolay kolay yapılamayacak ölçümler ve bilgiler ile oluşturulmuş yayınlar yapan bilim Insanları tarafından...
Bu durum sonraki çağlara arkeolojiyi bir bilim olarak benimseyenler ile eser toplayıcılarının karışmasına da sebep oldu. Schliemann, Humann, Newton, Fellows gibi eser toplayıcılar, bazen arkeolog bazen de bilim adamı olarak kabul edildi. Halbuki bunlar profesyonel eser toplayıcıdan başka bir şey değildi.
Eserlerin g.türülmesinin ise Osmanlı’nın can derdine düştüğü bir dönemde gerçekleştiği savı bir noktaya kadar kabul edilebilir. Osmanlı için zaten bir değeri olmayan birçok eserin götürülmesine mani olacak bir yönetim yoktu. Osman Hamdi Bey ilk başta bunu engellemeye çalışmışsa da sonrasında özel imtiyazlar sağlayarak eserlerin götürülmesine dahi engel olmamıştır. Bu nedenle bu dönem yeniden daha geniş bir şekilde incelenmelidir. Avrupalıların ‘Biz götürmeseydik mermerler kireç ocaklarında eritilirdi’ tezi ise tamamı ile safsatadan ibarettir. Çünkü 16. yüzyıl gezginlerinin çizimlerinde Osmanlı tebaası bu eserlerin yanında ve etrafında resmedilmiştir. Eserler tamamen sağlamdır ve zarar verilmemiştir. Eğer bu eserler zarar görmüş olsalardı, Avrupalılar kendi müzelerine nasıl taşıyacaklardı?
Bu özel sayıda, Anadolu açısından karanlık Avrupa açısından aydınlık olan ve “arkeoloji biliminin” tarihini oluşturan 250 yıllık zaman dilimini doğru anlatmak ve toplumsal bir hafıza, farkındalık ve sahiplenmenin oluşmasına katkı sağlamayı amaçladık. Bu konu üzerine çok daha fazla yazılacak ve anlatılacak içeriğin olduğunu düşününce konu bizim nezdimizde henüz yeni başlamıştır.
Anadolu yıllar boyunca bir talan coğrafyası olmuştur. On binlerce yıllık kültürel birliktelik ve kalıntılar bir anda eser toplama yarışına girmiş olan Batılıların gözünde “metalaşmış”, bu “sanat eserleri” imparatorluklarını yüceltecek “ganimet” olarak tanımlanmıştır. Bugün elimizdeki en önemli tez I. Meşrutiyet’in ilanıdır. I. Meşrutiyet ile Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kez tam olmasa da anayasal bir sistem kurulmuş olması padişahın izin verme iradesinin de önünde bir engeldir. Bu konu araştırmaya ve üzerinde çalışılmaya muhtaçtır ve bu tez doğrulanabilirse eserlerin götürülmesini sağlayan tüm izinlerin iptali Uluslararası Mahkeme’de sağlanabilir.
-
46. Sayı - Göbekli Tepe´yi Anlamak
Tüm bildiklerinizi unutun... Uygarlığın başladığı yere gidiyoruz... GÖBEKLİ TEPE‘ Yİ ANLAMAK Klaus Schmidt’in anısına... Aktüel Arkeoloji 46. Sayısı Dünyanın en eski tapınağını kim - neden - nasıl yaptı? Tonlarca ağırlıktaki, T-şeklindeki dikilitaşlar, hiçbir maden ve teknik alet olmadan NASIL kayalardan çıkarıldı, üzerlerine sembolik hayvan figürleri NEDEN ve NASIL işlendi ve bu dikilitaşlar NASIL taşındı? Yan yana onlarca dairesel yapıyı ve bu dairesel yapıları oluşturan dikilitaşları yapmak için NASIL bir organizasyon ve işbirliği gerekliydi? İnsanları bir araya getiren güç ve sebep NEYDİ? Bu insanlar KİMDİ? NEREDEN geliyorlardı? Aktüel Arkeoloji Dergisi 46. Sayısı ile okuyucuyu dünyanın en eski yapısı ve belki de tapınağı olan GÖBEKLİ TEPE ve Neolitik Dönemin başına götürüyor. “GÖBEKLİ TEPE’Yİ ANLAMAK” sayısı ile 12 bin yıl önce yapılmış yapıları anlamamızı sağlayacak bir yol haritası hazırlandı. Bu sayı ile uygarlığı yeniden anlayacak tüm bildiklerini sorgulayacaksınız. Yaklaşık 2 bin yıl boyunca kullanılan bu anıtsal yapıları NEDEN yapmışlardı? Gerçekten bir inanç sistemi var mıydı? Aylarca süren şölenleri KİM organize ediyordu. Bir rahip sınıfı var mıydı? Yakınlarda bir su kaynağı olmadığı için sularını nasıl temin ediyor, yiyeceklerini nereden buluyorlardı? Bu kadar geniş bir işgücü ve sistem nasıl yürütülüyordu? Göbekli Tepe, Neolitik şölenlerin yapıldığı bir yer miydi? İnsanlar teknik bilgileri, değiş tokuşu, evliliklerini bu şölenler sırasında mı yapıyorlardı? Ya da dünyanın ilk barışı burada kabileler arasında mı yapılmıştı? Neolitik şölenler bugünkü UYGARLIĞIMIZIN TEMELLERİNİ oluşturuyor olabilir mi? Daha onlarca soru ve onlarca cevap size tüm bildiklerinizi unutturacak.... Aktüel Arkeoloji Dergisi ; www.aktuelarkeoloji.com.tr
-
45. Sayı - Mağaralara Yolculuk
AKTÜEL ARKEOLOJİ DERGİSİ
ANADOLU’NUN EN UZAK GEÇMİŞİ
MAĞARALAR
Modern yapılarda 250-300 yıldır yaşamaya başlayan insanların, 100 binlerce yıl mağarada yaşadıkları düşünülürse, geçmişimiz hem uzak hem de uzundu. Bilinen kalıntılara göre yaklaşık 1 milyon yıl önce Anadolu’ya gelmeye başlayan insanların, korunmak ve yaşamak için seçtikleri ilk barınaklar mağaralardı. Büyük bir çoğunluğu tahrip olsa da ya da zamanla yok olsa da mağaralar insanlığın 100 binlerce yıl öncesine ait ilk kültür ve yaşam izlerine ev sahipliği yapıyordu.
Buzul çağının zor yaşam koşullarında hayatta kalabilmek için doğadaki diğer canlılar ile birlikte ve çoğunlukla mücadele ile atlatılan uzun bir geçmişe sahip mağaralar. İlk taş aletler, duvarlara kazınan ya da boyanan resimler, hem insanlar hem de hayvanlar tarafından bırakılan kemik parçaları, 100 binlerce yıl öncesine ait bir geçmişin izlerini sunuyor bize.
Türkiye’de mağara kazıları her ne kadar çok popüler değilse ya da bilinmiyor olsa da bilimsel bilgi ve insanlığın kültür üretimi konusundaki ilk bilgilerini keşfetmemiz açısından büyük öneme sahip. Karain, Suluin, Öküzini, Yarımburgaz gibi mağaralar 600-700 bin yıl öncesine ait kalıntılar ile uzak geçmişimizin ne kadar zor olduğunu gösteriyor.
Aktüel Arkeoloji Dergisi, hem insanlığın hem de Anadolu’nun bu uzak geçmişine küçük bir ayna tutuyor. Karain ve Suluin gibi iki önemli arkeolojik verinin açığa çıktığı mağaralarda yürütülen kazılar ile Türkiye’nin mağaralarına ve en uzak geçmişine ışık tutuyor.
Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin 45. sayısı olan MAĞARALAR, Türkiye’den ve dünyadan birçok arkeoloji haberi, Yenikapı Batığı ile ilgili oldukça ilgi çekici bir röportaj ve yeni araştırma sonuçları ile yayınlandı.
-
44. Sayı - Hayvanlar ÖzgürlüktenTutsaklığa
Aktüel Arkeoloji Dergisi 44. sayısıyla yine okurlarını sınırsız bir serüvenin tarihsel yolculuğuna çıkarıyor. Bu sefer insanoğlunun en eski dostu hayvanlar anlatılıyor!
Aktüel Arkeoloji Dergisi "Özgürlükten Tutsaklığa Hayvanlar" kapak konulu sayısında, insan ve hayvan arasında kurulan ilişkinin arkeolojik kanıtlar ile tarih sürecinde derinleşen karmaşıklığını okurlarına anlatıyor.
- Yaklaşık 15 binyıl önce köpeğin evcilleştirilmesiyle başlayan bu serüven nasıl devam etmişti?
- Keçiler, koyunlar, sığırlar, domuzlar, kanatlı hayvanlar, kediler ve atların insan hayatında yeri neydi ve zamanla ne olmuştu?
- İnsanoğlunun karşısında güçlü, yırtıcı, ürkütücü ve zihinleri bulandıran bir yapısı bulunan hayvanlar nasıl birer tanrı, nasıl birer dost olmuştu?
- İnsanların hayvanlarla olan dostluk ilişkisi karşılıklı bir çıkara mı bağlıydı?
- İnsanoğlu hangi cesaretle ve neden kendisi için korkunç özellikler taşıyan hayvanları evcilleştirme gereği duymuştu?
- Hammurabi Kanunları neden hayvan haklarını korumaya yönelik hükümleri uygulamaya koymuştu?
Hiç tahmin edemeyeceğiniz bu serüvende insan, bazen tutsağı olduğu bazense tutsak aldığı hayvanı tanrılaştırır ve ona yeni bir güç atfeder. Böylece güçlerine, gizemlerine saygı duydukları bu canlılar, insanların ilk tanrıları olur.
Özgürlükten tutsaklığa…
Şehri koruması için kapılara yerleştirilen aslanın, tanrılara kurban verilen koyunun, gücün sembolü boğanın, tanrıların hayvanı leoparın, sadık dostumuz köpeğin, emektar atın ve gizemli kedinin günümüze ulaşan kalıntıları Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin son sayısında. Kaçırmayın.
İyi okumalar!
-
43. Sayı - Bayramlar ve EğlencelerOsmanlı 18. yüzyılla birlikte kapısını Avrupalı gezginlere sonuna kadar açınca, yüzlerce gezgin bilgi, kaynak açısından hala bakir görülen yerlere doğru harekete geçtiler. Ne de olsa Avrupa sömürgeciliğinin en açgözlü olduğu zamanlardı. 1930’lu yıllara gelindiğinde Avrupa Devletleri dünyanın yüzde seksen beşini kolonileştirmişti. Kültür ve tarih açısından Osmanlı coğrafyası oldukça farklı hikâyelere ve tabi ki çelişkilere de sahipti. Osmanlı tebaası oldukça geniş bir yelpazeden oluşuyordu. Özellikle Rum ve Ermeni, hatta Müslüman yerleşimleri kültürel olarak antik çağdan kalma yerleşimlerin çevresinde ya da üzerinde ya da onlarla iç içe yaşıyordu. 18. yüzyıla kadar Osmanlı coğrafyasında yaşayan insanlar için geçmiş dönemlerden kalma kalıntılar arasında yaşamak, bu kalıntıları yeni yapılara devşirme malzeme olarak kullanmak oldukça normal bir durumdu. Bu kalıntılar onlar için oldukça sıradan ve para ile alınıp satılan bir değer değildi. Bu nedenle, ne kalıntılara zarar verir ne de birileri için toprağı kazıp bir pagan eserin ortaya çıkması için uğraşırlardı. Ta ki 18. yüzyılla gelmeye başlayan gezginler bunları almak, toplamak ve kazıp ortaya çıkarmak için kırsalda yaşayan insanlara para önerinceye kadar...Artık bir zamanlar önemsiz olan kalıntılar gezginler ve sonrasında gelen eser toplayıcıları için çok değerli objeye dönüşmeye başladı. Bu durum özellikle kırsalda yaşayan insanlar için ek bir gelir anlamına geldiği için de eser toplamak, satmak ve bu eserleri ortaya çıkarmak amacıyla kazılar yapmak normalleşti. Ancak bu eserler pagan döneme ait olduğundan ve kendi dinleri ve kültürleri ile benzerlik taşımadığından çok hızlı bir şekilde önemsizleştirilip, gâvur malı sayılarak yok edilmeye başlandı. Bu olay örgüsünün günümüze yansıyan kısmı ise Anadolu’nun zamanla kültürelve tarihsel olarak tek tipleşmesi ve bununla birlikte kendi kültürüne ait olmayanı yok sayması oldu. Bunun son örneğini ise Mersin’de Elaiussa Sebaste antik kentinde ayakta kalmayı başaran Hellenistik Dönemden kalma bir mezar anıtının önüne dökülen molozlar oluşturuyor. Büyük bir bilinçsizliğin ispatı niteliğindeki yok sayma, hala Anadolu ile aramızda tarihsel ve kültürel bağımızı kuramadığımızın en önemli kanıtı olsa gerek.
-
42. Sayı - Çağlar Boyu TıpARKEOLOGLARIN ‘İLGİSİ’ZLİĞİDünya, uygarlık tarihinde görülmemiş bir hızla değişiyor ve birbirine yakınlaşıyor.Antik çağlarda krallar arasında yapılan bir haberleşme bile büyük bir hızla yaklaşıkbirkaç ay sürüyordu. Bugün ise her bir birey arasındaki iletişim sadece birkaçdakikayı geçmiyor. İletişimin ve paylaşımın bu kadar hızlı olduğu bir dönemdearkeologların kendi arasındaki iletişimsizliği Antik çağları aratmıyor.İstanbul’da son zamanların en önemli arkeoloji toplantılarından biri gerçekleşti. AvrupaArkeologlar Birliği’nin 20. Yıllık Toplantısı, Prof. Dr. Mehmet ÖZDOĞAN’ıngirişimi ile Türkiye’de yapıldı. Toplantıya dünyanın dört bir yanından arkeologlarbildiri sunmak için gelmişti. İstanbul’daki arkeoloji bölümlerinden ve Türkiye’denyeterince ilgi olmaması oldukça şaşırtıcıydı. Bir akademisyen arkeologun ya da halaarkeoloji eğitimi alan bir öğrencinin bu kadar önemli bir çalışmayı neden takip etmegereği duymadığını anlamak gerçekten çok zor. Günlerce süren bu uluslararası sempozyumbir yana farklı zamanlarda sıklıkla çeşitli sergilerin, konferansların düzenlendiğiANAMED, Rezan Has Müzesi, İstanbul Arkeoloji Müzeleri ve diğer kurumlarınetkinliklerine olan “ilgisizlik” de her şeyden şikayet eden ama hiç bir etkinlikteyerini almayan arkeologlar hakkında umutsuzluğa kapılmamıza neden oldu.YEDİNCİ YIL2007 yılında ilk sayımızı çıkardığımız beri yedi yıl geçti. Elinizdeki dergi 42. sayımızve hala yapılacak ne çok işimiz var diye koşturup duruyoruz. Yedi yıldır yüzlercebilim insanının kaleminden size Anadolu ve bir nebze de olsa dünya uygarlıklarınıanlatıyoruz. Yüzlerce antik kent, yüzlerce haber, yüzlerce insan hikâyesi ve geçmişdair sayısız detayı büyük bir hevesle size ulaştırmaktan mutluluk duyuyoruz. Büyükbir heves çünkü her sayı bizim için ya hiç bilinmeyen ya da çok bilinen bir kapıyıaralıyor. Birçok okurumuz Anadolu’nun ne kadar zengin olduğunu hayretle okuyor.Anadolu tarihi o kadar çok katmana ve her katmanda o kadar sayısız hikâyeye sahipki, açtığımız her kapı bize yeni kapıları aralıyor. Elbette hiç de kolay olmayan yediyılın sonunda iyi ki Aktüel Arkeoloji yayınlanmaya başlamış diyebiliyoruz. Bu yediyılda birlerce okuyucuya ulaşmamıza katkı sağlayan herkese en başta Sayın ÖmerKOÇ’a, Koç Grubu’na, TÜPRAŞ’a, İzel Levi ÇOŞKUN’a ve birçok değerli insana teşekkürederiz. İyi ki siz vardınız ve şu an Aktüel Arkeoloji Dergisi var.SAĞLIKHijyenik bir ortam, tertemiz bir oda ve etrafında ebeler ve doktorlar... Bir bebekdünyaya geliyor, onu en sağlıklı hali ile korumak için büyük bir çaba harcanıyor.İnsanoğlunun hep benzer koşullarda dünyaya geldiğini sanıyorsak yanılıyoruz. Budurum son birkaç yüzyıldır yakaladığımız bir lüks. Düşünün avcı toplayıcı kadınlarçocuklarını nasıl dünyaya getiriyordu? Hastane yoktu, doktorlar ya da iyileştirenilaçlar, ayakta tutan vitaminler de yoktu. Hijyen nedir bilinmezdi... Ancak tümolumsuzluklara ve zorluklara rağmen bugünlere kadar ulaşılabilindi. Bugün sahipolduğumuz sağlık bilgisi ve koşulları, insanlık tarihinin zor zamanlarını hatırlatmayacakkadar vazgeçilmez.Yeni sayımız sağlık. Elimizdeki bilgiler bizi çok eskiye götürmese de birkaç binyıllıksüreçte insanın sağlıkla ilgili geliştirdiği çözümleri anlatıyor bize. En eskisağlık bilgimiz, Neolitik çağlardan beri yapılan beyin ameliyatı (trepanasyon).Büyü ve fal ile birlikte iyileştirme, Mısır ile başlayıp Mezopotamya’ya, sonrasındaAnadolu’dan Hipokrat’a kadar uzanan uzun bir yolculuk.İyi okumalar!MURAT NAĞIŞ
-
41. Sayı - İnanca Yolculukİnanç ya da din, insanın keşfettiği en karmaşık olgudur. Keşfin karmaşık olmasına neden olan ise dinin ya da inancın, uçsuz bucaksız kültürlerin ortaya çıkmasını sağlayan büyük bir metafora dönüşmesidir. Aslında inanç, insanın doğa karşısındaki var olma savaşında insanın en büyük yardımcısı, kendini doğaya karşı korumak için ilk keşfettiği güçtür. Yıldırımdan korkan ve sonra yıldırımı tanrı olarak kabul edip ona inanan insan gibi... Dine anlam katan ise aslında insan tarafından aynı olgunun içinin kültürle doldurulmasıdır. Tarihsel ve arkeolojik zeminde insanın yarattığı kültürel materyalin neredeyse büyük çoğunluğunu dini objeler oluşturur. Birçoğu bize sanatsal birer obje olarak görünse de bunlar kendi çağının dini yansımalarıdır. Yani bugün arkeolojik alanlardan çıkan eserlerin ya da müzeleri gezerken gördüğümüz heykelciklerin büyük bir bölümü insanın, kendi inancı ile bağlantılı ortaya koyduklarıdır. Bu sürecin en gizemli yönlerinden birini ise hac oluşturur. İnanç için yolculuk zahmetlidir. Tarih boyunca insanlar, günümüzde de olduğu gibi yılın belirli zamanlarında inançları doğrultusunda yollara düşmüşlerdir. Avcı–toplayıcılar yiyecek bulmak için sürekli hareket ettiklerinden, onlar için kutsal ya da önemli olan alanlara yılın belli zamanlarında geri dönmüşlerdir. Bu geri dönüşlerde toplanılan buluşma noktası aynı zamanda olasılıkla bir güçlenme noktasıdır. Sonraki dönemlerde insanlar yerleşik yaşama geçmeye başlayınca, bu ilk toplanma alanları ziyaret edilen alanlara dönüşmüş, inanca yolculukların ilk başlangıcını oluşturmuştur. Keyifli okumalar! Atama bekleyen arkeologlar ve mücadeleleri yine aklımızda... Son zamanlarda üniversiteden mezun ya da mezun olacak olan arkeologların aklını; mesleği, kültürel miras, kazı çalışmaları, bilimsel araştırmalardan daha çok mezuniyet sonrası ne yapacağı düşüncesi kurcalıyor. Çünkü uzun zamandır iş imkânı sunulan arkeologların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Birkaç genel tespitte bulunulursak; - Son hızla açılanlar da dâhil olmak üzere yaklaşık 47 üniversitede ARKEOLOJİ BÖLÜMÜ bulunuyor. Örgün ve ikinci öğretimlerde 50-60 kişi arası kontenjanlar açılıyor. Yani her yıl yaklaşık 1.500 ile 2.000 arasında mezun arkeolog, iş bulma umudu ile bu hayata atılıyor. - Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı 188 müze ve 135 düzenlenmiş ören yeri bulunuyor. Ören yerlerindeki bekçilerin dışında müzelerde toplamda yaklaşık 1.500 uzman çalışıyor. - Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2014 yılı ortasına kadar 13.000 alanı arkeolojik, kentsel, tarihi,korunması gereken sit alanı olarak kabul etmiş. Bu sayıyı Avrupa’daki birkaç ülke ile kıyaslarsak; İngiltere 200.000, Macaristan 60.000 tanımlanmış sit alanına sahip. - Bakanlar Kurulu izniyle; Yaklaşık 300 civarında kazı çalışması ve yüzey araştırması projesi yapılıyor. Avrupa’da bu sayı 5.000 ile 10.000 arasında değişiyor. - Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı müzelerde 3 milyon civarında envanterlik eser yer alıyor. Bunların sadece yüzde 5-10 arasındaki bölümü sergilenebiliyor ve geri kalanlar depoların sağlıksız koşullarında bekletiliyor. Her rakam bize yeni bir sonuç veriyor. Bu tespitlerin amacı arkeologlara iş bulmanın yollarını göstermek değil elbette. Doğru atılımlar, fikirler ve hedeflerle Anadolu’nun dünyanın en önemli açık hava müzesi, araştırma ve uygulama merkezine dönüştürülebileceğini göstermektir. Yoksa arkeologların uzun yıllar kazıp açığa çıkardıkları arkeolojik alanların kapısına TÜRSAB’ı koyar, tüm paranın arkeoloji ve arkeologlara değil de tek bir özele gitmesini sağlarsınız. Kısaca arkeolojinin kendisi Türkiye için büyük bir kazanım olabilir. Bu olursa da arkeologlar iş aramak için bakanlığın kapısını çalacağına, Bakanlık daha fazla alım için insanları arayabilir.
-
40. Sayı - Kazı Sezonu BaşlıyorGeçen yıl Suriye sınırındaki birçok kazı, güvenlik gerekçesi ile yapılamadı. Özellikle Tell Tayinat ile Alalakh (Tell Aççana) kazıları son dönemde hem buluntuları hem de arkeolojik uygulama yöntemleri ile isimlerinden söz ettiren önemli kazılardı. Maalesef bu kazılar Suriye savaşından etkilenmiş durumda... Dünyanın farklı üniversitelerinden araştırma, kazı ve projeler yapmak için Türkiye, Irak, İran, Suriye gibi ülkeleri tercih eden uluslararası ekipler hangi ülkenin koşulları uygun ise ellerindeki mevcut bütçe ve fonlar ileo ülkeye giderek çalışmalar yapıyorlar. Son 20 yıl boyunca uluslararası birçok bilim ekibi, Türkiye’nin etrafındaki ülkelerde yaşanan savaş durumları ve güvenlik nedeni ile buralarda araştırma yapamadıkları için çalışma alanı olarak Türkiye’yi tercih ediyorlardı. Bu durum, son yıllarda Türkiye arkeolojisinin de güçlenmesine yol açtı. Birçok kazı alanı açıldı ve özellikle erken dönemler ile ilgili birçok bilgi açığa çıkarıldı. Bu durum hem arkeolojinin gelişmesini hem de Türkiye’nin dünya arkeolojisi içinde çok daha fazla yer edinmesine yol açtı. Bu olumlu gelişmeler ve Türkiye’nin güvenlik açısından bilim insanları için uygun bir ülke olmasına rağmen, bilim insanlarına yapılan bazı yeni düzenlemeler bu ekiplerin Türkiye’den çıkmasına neden olmaya başladı. Özellikle Neolitik alanları kazan bilim insanlarından kazı yaptıkları alanları satın almaları –kamulaştırmaları- istendi. Kazı sonrası çok fazla koruma, onarım ve güvenlik gerektirmeyen tamamen bilgi ortaya çıkarmaya yönelik bu kazılar için talep edilen bu ve benzeri koşullar, ellerinde kazı yapmak için bile yeterli bütçeleri bulunmayan, ancak dünyaca tanınan ve bilimsel düzeyleri yüksek bu ekipleri oldukça zor durumda bıraktı ve bu bilim ekiplerinin birçoğu Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı. Bu bilim insanlarının ayrılmak zorunda kaldıkları bu alanlar ise her yıl binlerce defineci tarafından talan ediliyor. Bilim insanlarına uygun ortam ve olanakları sağlayarak araştırmalarına katkı sağlamaktansa, araştırma alanlarını terk etmelerini gerektiren gereksiz koşullar öne sürmek ve terk edilen alanları defineci yağmasına bırakmak anlaşılabilir bir durum olamaz. Bilim insanlarını uzaklaştırmak yerine, onlara çalışma alanları ve gerekli koşulları sunan, onları ortaya koydukları bilimle ve yetiştirdikleri genç bilim insanlarıyla değerlendiren bir sistem kurmak gelecek on yıllarda Türkiye arkeolojisine çok büyük katkılar sağlayacaktır. Savaşsız bir dünya için…İyi okumalar!
-
39. Sayı - Mozaik
Kültürel Mirasa İlgi(sizlik) ve Mozaiklerin Renkli Dünyası
Beş yıl öncesine kadar, belki biraz daha önce, arkeoloji, günlük yaşamda çok yer etmeyen bir konuydu. İlgili ya da ilgisiz olan tüm toplumsal yapının gündemine pek fazla giremiyordu. Sonrasında dönemin Kültür ve Turizm Bakanının yakın ilgisi ve desteği ile arkeoloji, kültürel miras önünde açıklama bekleyen heyecanlı gazetecilerin olduğu bir dönem yaşandı. Toplumun birçok kesimi ya kazıdan çıkmış önemli bir eser hakkında bilgileniyor ya da yurt dışından uzun uğraşlar sonucunda getirilen bir eserin hikâyesini öğrenmeye çalışıyordu. Tabii bu ilgi her zaman olduğu gibi görev değişimi ile son buldu; çünkü ilgi kamusal değil kişiseldi ve kişiler değişince yakalanan eski etki de ilgi oranına göre değişti. Bugün yakalanan o etkinin iki sonucu ortaya çıktı. Birincisi; konu ile ilgili kamusal alanda çalışan insanlarda oluşan umutsuz bekleyiş. İşlerin eski heyecanını kaybettiği yeni bir döneme girilmiş durumda... İkincisi ise eski enerji dolu zamanın yarattığı pozitif üretkenlikle kendine görev çıkartan bilinçli bir toplumsal yapının oluşması oldu. Örneğin bazı özel okulların arkeolojik alanlara olan ilgileri arttı. Öğrencilerini toplayıp Roma’ya götüren eğitimciler, bu sefer Göbekli Tepe ya da Çatalhöyük gibi yerleri keşfetmeye başladılar. Öğrenciler, eğitimcilerinin de desteği ile arkeoloji üzerine projeler ve seminerler hazırlamaya başladılar. Bunlardan bir kısmına dergi olarak hem davet edildik hem de elimizden geldiğince destek verdik. Bu olumlu hava elbette arkeoloji – kültür turizmine de yansıdı. Özellikle 'yerli turist' olarak tanımlanan bu coğrafyanın insanı, kendi coğrafyasının tarihsel değerlerinden o kadar uzak kalmış ve korkutulmuş ki, bu turlar sayesinde yaşadıkları ülkenin arkeolojik ve kültürel miras değerlerini öğrendikçe sevmeye ve korunması ile ilgili kaygı duymaya başladılar.
Peki, bu ilgi ve heyecan kamunun politikası olarak geliştirilip sürdürülemez miydi? Bu ilgi kamusal alanın dışına taşarak özel sektör tarafından desteklenemez miydi? Elbette yapılabilirdi, ama yapılmadı. Basit bir şekilde devletin ya da kamunun kendi kültürel mirasa nasıl ilgi duyacağı üzerine bir örnek vermek isterim. Hollanda’dan gelerek Anadolu'yu gezmek isteyen bir misafirimizin gelirken getirdiği hediye, binlerce yıllık bir birikime sahip bu coğrafya da bir şey yapılmadığını göstermeye yetti. Hediye, Hollanda’nın Ortaçağ resim sanatının güzel örnekleri ile kaplanmış çikolatalardı. Hollanda dünyaca bilinen Rembrandt’ın resimlerini çikolata kapları üzerine kopyalamış, onu dünyaya tanıtıyordu. Peki, biz Aizonai, Pergamon, Perge, Side, ya da Frigya, Hitit, Likya, Karya, Urartu, Bizans’ı nasıl tanıtıyoruz dersiniz? Tabii ki tanıtamıyoruz ya da tanıtmıyoruz. Yapılan tek çalışma, kapalı otellerde konaklayacak olan turistlere deniz, güneş ve kum turizmini satmak, böylece sadece otel sahiplerinin daha fazla kazanmasını ve tüm arkeolojik alanların üzerine otellerin yapılmasına meydan bırakmak...
Elinizdeki sayı, bu coğrafyanın eşsiz zenginliğini, MOZAİKLERİN hikâyesini anlatıyor. Atatürk Üniversitesinden Doç. Dr. Birol Can'ın fikri olarak ortaya çıkan, planlanan ve yine onun yönetiminde tasarlanan bu özel sayıda, mozaiklerin çok renkliliği bize antik dünyanın siyasal, toplumsal ve ekonomik durumunu, toplumların inanç sistemini, değerlerini, kültürel ve sosyal yaşamını rengarenk bir tasarımla anlatıyor.
İyi okumalar!
-
38. Sayı- HattiPeki, tarihsel olarak görebildiğimiz bu büyük sosyo–kültürel ve ekonomik değişimden önceAnadolu nasıl bir yerdi? Akkad kaynaklarından isimlerini öğrendiğimiz bu tarımcı toplum Hattiler, uzun zamandır ilgimizi çeken ama bir türlü üzerineeğilemediğimiz bir konuydu. Daha önceki birkaç sayıda MÖ 2. binyıl ve sonrası küresel ticaret, Kültepe, yazının kökeni gibi konulara yer vermiş, dahaçok Anadolu’ya ticaret ve yazının girmesi ile yaşanan gelişmeleri anlatmıştık. Bu sayıda ise 2. binyıl öncesine bir göz atarak, Anadolu’nun bu eski, yerli,tarımcı, zengin ve belki de mutlu halklarının kısa tarihini anlatmak istedik. MÖ 2. binyıl Anadolu’sunu bize anlatan en önemli buluntular; Alaca Höyükmezarları, Mahmatlar, Horoztepe, Eskiyapar, Hasanoğlan ve son dönemde oldukça önemli bilgilerin gelmeye başladığı Resuloğlu gibi yerleşimlerdengeliyor. Özellikle Alaca Höyük buluntuları Anadolu’nun bu erken yerli halklarını anlamamız açısından bize çok büyük bir perspektif sunuyor.Dünya değişiyor. Değişim dediğimiz olgu, içerisinde sayısız öğeyi içeriyor ve çok boyutlu ilerliyor. Kültür ve doğa olarak iki başlıkta toplayabileceğimizbu değişim (ki buna evrimsel süreç de diyebiliriz) yaklaşık 250 yıl önce başlayan Sanayi Devrimi’nin günümüzdeki uzantısını oluşturuyor. SanayiDevrimi ile başlayan değişim belki Neolitik Devrimden daha hızlı ilerleyecek ama ne kadar hızlı olursa olsun bu değişim gelecek binyıl boyunca dasürecek gibi görünüyor. Türkiye’nin yarım asır önce içine girdiği bu değişim süreci doğa ve kültür olarak büyük bir yıkıma, yok oluşa ve farklı kesimleregöre yozlaşmaya da yol açıyor. Bu süreçten doğa ve insan ile birlikte en fazla etkilenen üçüncü öğe ise insanın bin yıllardır var olmak için ürettiği kültürelkalıntılar. Gelişen kentler ve değişen insan ilişkileri, geçmişi de hızlı bir şekilde yok ediyor. Phaselis Antik kentine yapılmak istenen otel, İstanbul’da sitalanlarının tahribi, İzmir Kemalpaşa’daki uygulamalar, Çanakkale’dekiler ve daha onlarcası bu yaşadıklarımızın göstergesi...Definecilerin yanı sıra yol, baraj ve otel inşaatlarının, doğa tahribatının ve bilinçsizliğin, boş vermişliğin her geçen gün biraz daha yok ettiğiarkeolojik değerlerimiz için ne yapmalıyız? Kabul edelim ya da etmeyelim Türkiye’nin dört bir yanından sit alanlarına yönelik ihlallerin haberlerini sürekliduyacağız ve göreceğiz. Arkeologlar, Eskiçağ bilimcileri, restoratörler, konservatörler ve dolaylı veya doğrudan konuyla ilişkili tüm kurum ve kuruluşlar,zaman kaybetmeden bugünün ve gelecek on yılların yol göstericiliğini yapmak için bir araya gelmeli ve acil arkeoloji planları çıkarmalıdır.
-
37. Sayı - İstanbul
Ayasofya
Tapınaktan Kiliseye - Camiden Müzeye evrensel bir miras
Dinlerin, dillerin ve iktidarların ortak mirası olması, bir müze olmayı da çoktan hak ettiriyor Ayasofya’ya...
Bir zamanlar dinlerin en yüce tanrısı Zeus ya da kentin koruyucu tanrısı Apollon için yapılmış bir tapınak alanıydım. İnsanlar korunmak, konuşmak ve dua etmek için girerlerdi boğaza bakan tapınağıma. Sonra çıkageldi Roma, büyük ordular arkasında... İlk önce yıktılar yerle bir ettiler kentimi ve sonra acıdı Marcus Aurelius Antoninus. Yeni den imar ettiler beni, kentimin surlarını ve yanıma bir hipodrom eklediler. Sonra ismini verdi bana Antoninus, kısa bir süre Romalılar böyle andı beni. Sonra Romalı yeni sahiplerim düştü birbirlerinin peşine. Constantinus doğuya hakim oldu ilk. Byzantion küçük bir kentken Constantinus başkent yaptı onu. Adını da Constantin'in kenti, Constantinopolis koydu. Annesi Helena çok severdi yeni dini, Hıristiyan oldu zamanla. Kentin yeni kurucusu, yeni dünyanın sahibi Constantinus, artık izin vermişti yeni dine inananlara ve böylece eskiden Zeus ile Apollon’a tapınmak için gelenler, değiştirmek istediler beni. Şimdi adım bilgelik tapınağı, Hagia Sophia, yani sizin bildiğiniz ismi ile Ayasofya. Yeni dinim Hıristiyanlık’tı, ama zamanla onlar da düştü birbirine. Acısını da benden çıkardılar: İlk önce yıktılar sonra ateşe verdiler. İç savaş çıktı kentimde. Maviler ile Yeşiller iktidar için savaştılar. Tekrar ateşe verdiler kutsal bilgeliği. Sonra büyük matematikçiler ve filozoflar çağırdılar, yeniden inşa etmek için beni. Antik çağın en ihtişamlı yapısı oldum böylece. Yüzyıllar boyunca ayakta kaldım, hazinelerim doldu taştı. Perdelerim bile gümüştendi. Dünyanın dört bir yanından beni görmeye geliyorlardı. Vikingler bile gelmiş isimlerini kazımışlardı mermerlerime. Müslümanlar beni görmek için Arap diyarlarından geliyor, ihtişamım karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Beni almak için planlar kuruyorlardı. Bir Avarlar kapıma dayanıyor, bir Bulgarlar bir de Araplar... Biri gidiyor biri geliyordu.
Kentimin surları kalın ve dayanıklıydı, kimse yıkamıyordu kentimi. Büyük bir ihanet zamanı kapımızı çaldı Haçlılar. Yağma ettiler kentimi. Soydular, perdelerimi bile söktüler yerinden. Eşyalarımı taşımak için eşek arabaları soktular mermer döşemelerime. Sonra Haçlıların lideri, açgözlü Venedikliler’in kör kralı aniden öldü. İkinci katıma gömdüler. Üzerime ismini kazıdılar: Enrico Dandolo. Sonra aniden çıkageldi Türkler. Sultan Mehmet yıktı kentimin geçilmez surlarını. İsmi Fatih oldu, fethettiği için kentimi. İsimler veren bir kentin iktidar sembolüyüm ben.
Fatih önce bir minare ekletti bana ilk cuma namazını kılmak için kutsalımda. Sonra adımı değiştirdiler ve Fetih Camisi oldum. Sultan Mehmet büyük bir bilgeydi, sökmedi duvarlarımdaki önceki dinin sembollerini, kaplattı ince bir tabaka ile üzerlerini. Astı dört bir yanıma Arapça yazılarla kendi dininin kutsallarını. Zaman geçti kentimin ismi değişti, İstanbul dediler ona. Ben binlerce yılda o kadar çok şey gördüm ki yeni kurtarıcı ve büyük bilge Mustafa Kemal Atatürk beni dinler, diller ve iktidarlar üstü bir konuma getirdi, müze yaptı.
Şimdi kim beni yeniden dönüştürmek ister eski halime. Ben Ayasofya’yım.
-
36. Sayı - Anadolu´nun Kayıp Dilleri
SÖZ UÇAR YAZI KALIR
ANADOLU’NUN KAYIP DİLLERİ
Aktüel Arkeoloji Dergisi 36. Sayı
Anadolu’da günümüzden binlerce yıl önce yaşamış yüzlerce dil olmalıydı. Avcı –toplayıcı olarak Anadolu’ya gelen, kalan ya da yol alıp başka topraklara giden her insan mutlaka iletişim için bir dil kullanıyordu. Aktüel Arkeoloji Dergisi, insanoğlunun kendini ve yaşamını ifade etmek için kullandığı bu dili yazıya aktaran halklardan bahseden özel bir sayı ile söz uçuyor yazı kalıyor diyor.
Aktüel Arkeoloji Dergisi yılın son sayısında Anadolu’nun Kayıp Dilleri ile hem gündeme tarihsel bir dokunuş gerçekleştiriyor hem de Anadolu’da kullanılan dillerin birbiri ile ilişkisini, gelişmesini, kullanım alanlarını ve zamanla yok olarak nasıl bir ölü dile dönüştüğünü gösteriyor.
Anadolu ilk kez yazı ile tanışıyor.
Yazının ilk ortaya çıkışı ve yaklaşık olarak günümüzden 4000 yıl önce Anadolu’ya (Kültepe / Kaneş)Asurlu tüccarlar aracılığı ile gelişine kadar yazı bilinmiyordu. Yazının ticaret ağı ile Anadolu’ya gelişi, binlerce yıllık bilgininde kaybolmadan kaydedilmesine yol açtı.
Yazılı diller gelişiyor.
Sonrasında ise Anadolu’da farklı bölgelerde yaşayan halklar kendi yazı sistemi geliştiriyor ve bu sistem başka dillere kök salıyor. Hititce, Hurrice, Urartuca, Luvice, Likce Karca, gibi çözülebilen dillerin yanında hala tam olarak çözülemeyen diller de tarihsel olarak Anadolu’nun Kayıp Dilleri içerisinde büyük bir gizem oluşturuyor.
Diller zamanla onu kullanan halkın yok olması ile yok oluyor, eğer o dili kullanan halk ya da yönetici kesim dili yazıya aktarmayı başarmışsa, dilin anlattıkları geleceğe kalıyor. Hititler bize ne çok şey bırakmışlar, ya da şanssız Frigler hala çözülememiş dilleri ile hikayelerini anlatabilmiş değiller.
Anadolu’nun kayıp Dilleri sayısı ile Aktüel Arkeoloji Dergisi 7. yılına da merhaba diyor.
Aktüel Arkeoloji Dergisi 7 yıldır Anadolu Tarihinin sesi olmaktan büyük mutluluk duyuyor.
www.aktuelarkeoloji.com.tr
Söz uçar yazı kalır
Yıl MS 3150. Bilim adamları eski uygarlıkları araştırmak ve onlara ait izleri bulmak adına arkeolojik bir kazı alanında bulunuyorlar. Uzun süren çabalar sonucunda bulunan uygarlık kalıntıları (!) kazı raporlarına şu şekilde geçiyor: “Büyük bir yangın tabakasından geriye kalan evde, döneme ait beş adet cep telefonu iki tablet bilgisayar kalıntısı bulundu. Ne yazık ki geçen 1000 yıllık evrede metal oksitlenmesi sonucu tamamen kullanılamaz durumda. Söz konusu cihazın, yaklaşık olarak bin yıl önce binlerce kitabı içine alan dijital kütüphaneler olduğunu düşünüyoruz. Fakat toprak altında geçen 1000 yıllık süreç, bu dijital kütüphaneyi de kullanılamaz hale getirmiş. Dolayısıyla o dönem insanının kullandığı yazıya ve kültüre ulaşamıyoruz.”
Bu satırlar bir bilim kurgu gibi gelse de gerçek olabilir. Dünyamıza bir gök taşı çarpsa. İnsanlık yok olsa, yıllar sonra ‘burada acaba eski bir uygarlık var mı?’ sorusuna yanıt arayanlar ne bulacaklar? Belki koskoca bir hiç! Oysa bugün, 2013 yılında binlerce yıl önce kilden yapılmış Hitit tabletlerini ya da mermer bloklara yazılmış antik metinleri okuyabiliyor ve o döneme ait hemen hemen her şeyi öğrenebiliyoruz.
Sanayi Devrimi sonrası modern dünyayı tanımlayan en genel geçer kültür, bilişim teknolojisidir. Elektriğe (enerjiye) dayalı bir kültür... Televizyon, radyo, bilgisayar, cep telefonları ve her türlü teknolojik alet, yaşadığımız dünyanın kültürünü temsil etmesine rağmen kalıcı değil. Gelişen dünyada kültür olarak tanımladığımız her şey; gazete, kitap, kütüphane, bilgi ve dokümantasyon dijitalleştikçe, yaşadığımız dünya gelecek binyıllarda tanımlanamaz ve kayıp bir çağ olarak düşünülebilir.
Geçen yıl bir proje hazırlamış, ismini de “Gelecek Bin Yıla Mektuplar” koymuştuk. Proje, günümüz modern dünyasında kullandığımız “genel geçer” kültür üzerinden bir kalıcılık oluşturmak amacı ile düşünülmüş ve oluşturulmuştu. Kronolojik olarak insanlık tarihi incelendiğinde, tarihin dönemlere bölündüğü görülür: Hitit, Frig, Hellenistik, Roma, Bizans ve Osmanlı gibi... Dönemler tarihsel anlamda oluşturulurken üç öğeye bakılır: Dönemi oluşturan üretim araçları (taş- metal), kültür- sanat (heykel ya da mimari) ve ekonomik - politik yapı (sikke darbı). Fakat bu üç temayı da tam olarak anlamak için yazınsal kaynaklara ihtiyaç vardır. Kültür ve sanat bazen taşla yapılabilen bir eser, bazen de duvara boyanan bir resim olabilir. Fakat büyük yıkımlar doğadaki her şeyi zamanla yok eder. Maden bozulabilir, tekstil ve ahşap çürüyebilir... Bu nedenle bir uygarlığı anlamanın en iyi yöntemi, o toplumdan bozulmadan kalabilen organik üretim malzemeleridir. En basit örneği ile taşa kazınmış bir yazı kalıcıdır. Proje ise; son yüzyılın büyük şairlerinin bir şiirlerini taş üzerine kazıtarak İstanbul’un farklı yerlerine koyulması şeklinde planlanmıştı. Böylece binlerce yıl sonra her şey yok olsa bile taşa kazınan bu şiirler bulunarak, bugünün kültürüne ilişkin bir bilgi sağlanabilirdi.
Son olarak, elinizdeki sayı, "Anadolu’nun Kayıp Dilleri", aslında kayıptan öte, ölü dilleri anlatıyor. Şansımız bu ölü dillerin büyük bir kısmının çözülmüş olması. Eğer dil yoksa halk da yoktur denebilir. Kaşkalar, İskitler, Trakyalılar, Kimmerler ve daha birçoğu, Anadolu’da uzun süre yaşadılar. Bugün sadece isimleri bilinen bu halklara ilişkin yazılı herhangi bir bilgi olmadığı için onların tarihlerini başka medeniyetlere ait yazılı belgelerden öğreniyoruz. Anadolu, kendisine bir şey bırakmayan uygarlıkları zamanla yok sayıyor ve onlar da zamanla yok oluyor.
İyi okumalar!
-
35. Sayı - Kültepe
Yazılı kaynaklar, MÖ 3. binyılın son çeyreğinden itibaren Akadlı tüccarların Anadolu’ya ticaret için geldiklerini göstermektedir. Muhtemelen çok düzenli olmayan bu faaliyetler, MÖ 2. binyılın başlarında Assur Devleti’nin desteği ve Assurlu tüccarların girişimciliğiyle sistematik bir hal almış, MÖ 1974 ile 1719 yılları arasını kapsayan ve Eski Assur Ticaret Kolonileri olarak da adlandırılan dönem boyunca hemen hemen düzenli bir şekilde devam etmiştir. Yaklaşık 255 yıl süren bu ticarî ilişkilerin Anadolu’daki en eski tanıkları başta Kayseri yakınlarındaki Kültepe olmak üzere, Boğazköy, Alişar, Kaman-Kalehöyük, Kayalıpınar ve Acemhöyük’te ele geçen Eski Assurca yazılmış zarf, tablet, bulla ve etiketlerden oluşan çivi yazılı belge koleksiyonudur. Anadolu’nun en eski yazılı kayıtları olma özelliğine de sahip bu malzeme, arkeoloji çevrelerince ilk defa 1881 yılında tanınmıştır. Bulundukları yerin eski isminin bilinmemesi sebebiyle, bölgeye klasik dönemde verilen isim dikkate alınarak, o dönemde Kapadokya tabletleri olarak adlandırılan belgeler, günümüzde daha çok Kültepe/Kaniş tabletleri olarak bilinmektedir. 1881 yılından bugüne kadar geçen 132 yıl zarfında Kültepe metinleri üzerinde yerli ve yabancı pek çok bilim insanı çalışmış, bunun neticesinde de günümüzden yaklaşık 4000 yıl önceki Anadolu ve Assur’u pek çok yönden tanımamız mümkün olmuştur.
Bu koleksiyonun büyük çoğunluğu Assurlu tüccarların borç senetleri, kervan ve alacak-verecek kayıtları, iş sözleşmeleri, iş mektupları ile ticarî anlaşmazlıklarla ilgili mahkeme kayıtları gibi ticarî konularla ilgilidir. Anadolu halkına ait şu ana kadar ele geçen belge sayısı oldukça az olup, olanların önemli kısmı da ticarî aktiviteler ile ilgilidir. Eski Assur Ticaret Kolonileri Dönemine ait Anadolulu ve özellikle Assurlu tüccarların iktisadî faaliyetleri hakkında önemli bilgilere sahibiz. Yazılı kaynak sayısı fazlaymış gibi görünse de diğer hususlarla ilgili bilgimiz pek azdır.
-
34. Sayı - Kibyratis
Aktüel Arkeoloji 34. sayısının editör sayfasında Cevdet Bayburtluoğlu Anısına yer verdi.
CEVDET BAYBURTLUOĞLU ANISINA
Tam da adına uygun bir şekilde yüksek kayalığın yanında bulunan şehir, Arykanda. Teraslarla aşağıya güneye doğru uzanır; güneyde modern yolun ardında farklı bir zamanın izlerini taşıyan Bizans Dönemi yapılarıyla son bulur. Kent, doğusundaki uzun nekropolle ölümü hatırlatarak, doruklarından kayaların arasından binlerce yıldır gürül gürül akan suyun bulunduğu yerde, köylülerin de tabiriyle “Suyun Gözü’nde” serinliği yaşatarak, onun da ilerisindeki Cevdet Bayburtluoğlu’nun evinde de “yaşam”ı vurgulayarak ve daha da ilerilere doğru uzanarak varlığını koruyordu. Ölümle yaşam arasında bir serinlik vardır. Evet! Cevdet Hoca’nın evi Arykanda’nın yaşamının bir sembolü olarak yüksek kayalıklara karşı konumlanmıştı.
Kendisini öylesine Arykanda’ya günümüz adıyla Arif Köyü’ne ait hissetmiş olmalı ki Cevdet Hoca, yılın büyük bir bölümünü geçirip oturacağı, bir köy evi yaptırmakla kalmadı; aynı zamanda nüfusunu da oraya aldırdı. Zaten sırf bunu bilmek, insanın zihninde hemen şu yargının oluşmasına neden oluyor: Bir insan bu kadar çok özümserse işini, bu kadar çok önemli görürse başarısız olmasına imkân yok. Cevdet Hoca hayatını adadığı Arykanda için ilk günkü heyecanı sağlıklı günlerde hiç yitirmeden taşıyor her gün ele geçen eserleri görme vakti geldiğinde oyuncak bekleyen bir çocuk gibi seviniyor, bizimle birlikte mutlu olup heyecanlanıyordu. Sağlığının bozulduğu zamanlarda bile Arykanda’nın yüksek rampalarına tırmanmak, kazı alanını gezmek, işin başında durmak için can atıyor ama maalesef sağlığı buna el vermiyordu. O zamanlarda da düzenli olarak bilgi almaya çalışıyor, varlığını eksikliğini hiç hissetmememiz için elinden geleni yapıyordu.
Bir akordeon alabilmek hevesiyle girdiği arkeoloji hayatında katlandığı sıkıntılar, üstesinden geldiği zorluklar bir müzisyenin narinliği ve yaratıcılığıyla, çalışma azmiyle bir bir yok oluyor, kat ettiği yol ve yaptıklarında, yüzünden gülümsemeyi yüreğinden çalışma azmini hiçbir şey silemiyordu. Binlerce yıldır toprak altında kalmış olan anıların, kültürel mirasın, insan elinden çıkmış her şeyin, biraz unutulmuş, biraz uğraşılmamış, birazda umursanmamış bu kentin yeniden nefes almasını sağlayan tam kırık yıllık emeği olan kişi oydu. Bu nedenle Cevdet Hoca Arykanda için yaşamı simgeliyordu. Arazide olmadığı zamanlarda bile uzaklarda belli belirsiz görülen evinin balkonunda ya da penceresinde Hoca'nın sizi izlediğini bilmek, kırk derecedeki güneşin altında çalışırken insana daha bir güven veriyor, onun varlığı öğle molasında dinlediğimiz ulu ağaçların gölgelerinden daha çok serinletiyordu yüreğimizi. Bu zorlu mesleği icra ederken, insanın başında Cevdet Hoca gibi birinin bulunduğunu bilmesinden daha güzel ne olabilirdi? Yapılan her hatada, gözden kaçan her ayrıntıda yüreklerde beliren; “Hoca ne der?” korkusu yerine “Daha iyisini, daha doğrusunu öğreneceğiz; kendi hatalarımızla pişeceğiz” düşüncesi hâkim oluyor, Hoca'nın varlığı hem öğrencileri hem de işçileri rahatlatıyordu.
İlk kez doçent olarak gelip büyülendiği Arykanda’ya, daha sonra 1971 yılında kazılara başlamış tam kırk yıl bilfiil kazıları yürütmüş, Lykia bölgesinin ilk Türk kazısı olan Arykanda kazılarını sürdürmenin onuru yaşamıştı. Cevdet Hoca, Türk ve dünya arkeolojisinin önemli bir ismi olarak Türkçe ve yabancı dillerde 7 kitaba, onlarca makale, bildiri ve konferansa imza attı. Kendisinden sonra kazıyı ve onurla taşıdığı bayrağı yetenekli, çalışkan ve başarılı öğrencilerine devrederek, Türkiye’nin önemli üniversitelerine çok sayıda arkeoloji profesörü, doçenti, saygın müzelerine ve kurumlarına arkeolog-müzeci yetiştirerek aramızdan ayrıldı. Keşke biz öğrencileri de onun gibi olabilsek. Keşke biz de Cevdet Hoca gibi ardımızda güzel anılar, başarılı işler, bizi rahmetle saygıyla anan biraz buruk ve ama başı dik onurlu aydın öğrenciler bırakabilsek.
Şimdi başımızda Cevdet Bayburtluoğlu yok ve Arykanda 40 yıl öncesindeki hiç kazılmamış halinden belki de hiç yerleşim görmemiş zamanından bile daha yalnız, daha buruk ama onun sayesinde bir o kadar da ümitle araştırılmayı, yeni yerlerinin kadim ama bizim için yeni eserlerinin keşfedilmesini bekliyor.
Işıklar içinde yat Cevdet Hoca’mız.
-
33. Sayı - Ticaret
Günümüzden yaklaşık 4000 yıl önce Akdeniz’in etrafında büyük bir ticaret ağı oluştu. Büyük ve küçük devletlerin, kralların ve imparatorlukların kültürel, siyası ve ticari ilişkilerinin çok hızlı yaşandığı bir dönemdi MÖ 2 bin ve Uygarlık tarihinin çok özel bir kesiti. Bir yanda Mısır diğer yanda Anadolu ve Mezopotamya yer alırken diğer yanda denizci bir halk olan Minos-Miken, büyük bir ticaret ağının parçası olmuşlardı. Kelimenin tam anlamıyla emperyal olmayan duygularla küresel bir ticaret ağının oluştuğu bu yüzyıllarda, uygarlık tarihinin en özel dönemlerinden biri yaşandı. Bir yerden bir yere ham madde götürüp getiren kervanlar, üretilmiş sanat eserleri ve hediyeler taşıyan ticaret gemileri ile hareketli ve karmaşık bir dönemdi. Örneğin Mısır kökenli birçok değerli obje, dünyanın herhangi bir ülkesinde ya da Minos üslubu seramikler Anadolu’nun herhangi bir kentinin pazarında satılabiliyordu. Anadolu ya da Kıbrıs kökenli ham maddeler ise işlenmek üzere yine bu ticaret ağı üzerinden üretim merkezlerine gönderiliyordu. Bu ticaret ağının en önemli parçasını oluşturan Anadolu ise iki farklı dönemle MÖ 2. bine dâhil olmuştu. Birincisi MÖ 2. binin başlarında yerel krallıklar zamanında özellikle, bugün Kayseri sınırları içinde yer alan Kaneş, ticaret ağının çok önemli bir ayağını oluşturuyordu. Burada ana kentin yakınında kurulmuş bir ticaret pazar yerleşimi olan Karum, belki de bugün dünyanın hayal ettiği muhteşem bir enternasyonal kültüre sahipti. Dünyanın her yerinden gelen tüccarlar farklı dillerde yine dünyanın herhangi bir köşesinden gelen ürünleri satmaya, almaya çalışıyorlardı. Bu dönem, Anadolu için büyük bir zenginlik ve bilgi kaynağı oldu. Çünkü yazı ilk kez bu dönemde Assurlu tüccarlar aracılığıyla Anadolu'ya geldi ve her şey o kadar güzel kaydedildi ki günümüze binlerce tablet ulaştı. İkinci dönem ise Hititlerin Anadolu’ya gelişleri ile başlayan merkezi bir iktidar dönemiydi. Karum yerle bir edilmiş ve ardından ticaret ağını kendi eline alan merkezi bir iktidar kurulmuştu, Hitit İmparatorluğu. Hititler, MÖ 2. binyılın ilk çeyreğinden itibaren dünya ticaret ağına müdahale etmeye ve ondan yararlanmaya başlamıştı. Troya’dan Kıbrıs’a, Mısır’dan Miken dünyasına kadar söz ulaştıran, ticaret yapan bir imparatorluğa dönüşmüştü.
Günümüzden yaklaşık 4000 yıl önce insanoğlunun kurduğu bu ticaret ağı sayesinde dünya belki de hiç olmadığı kadar birbirine yakın ve iletişim halindeydi. Krallıklar arasında gerçekleşen üst düzey hediyeleşmeler ve mektuplaşmalar, tüccarlar ve yerel halk arasındaki ilişki ve küresel de olsa yerel ve geleneksel üretimlerin yapılması, günümüze muhteşem eserlerle ulaşmış zengin bir dönem bıraktı. Anadolu, MÖ 2. bin kültürel zenginliği açısından dünyanın en özel coğrafyalarından biri çünkü Akdeniz’de bu dönemde yürütülen ticareti günümüze birçok batıkla ulaştı. Bunlar arasında en zengin batık olduğu kabul edilen Uluburun, bugün uygarlık tarihini anlamak için bir şans oluşturdu.
-
32. Sayı - Kadın
Tüm çağların ötekisi, KADIN!
Binlerce yıldır dinler, ırklar, diller ve sistemler doğrudan ya da dolaylı olarak kendini güçlü kılmak için mutlaka bir şeyleri ötekileştirmiş.Kadın ise uygarlığı şekillendiren “insanın” bir paydaşı olarak değil de daha çok erkeğin ötekileştirdiğine dönüşmüş. Arkeolojik veriler kadının yaklaşık 35 binyıl öncesinden betimlendiğini gösterir. Bu betimler iki ya da üç boyutludur ve bereketle ya da doğumla ilişkili olduğu düşünülür. Yani henüz tarımsal bir faaliyet başlamadan binyıllar öncesinde insanın bereketin soyut anlamını kadın bedeninde görmesi önemlidir çünkü bu dönemlere ilişkin erkek betimi neredeyse yok denecek düzeydedir. Her ne kadar bu dönem için sosyo-ekonomik veriler maddesel olarak elimize ulaşamasa da, bu figürinler insanoğlunun imgelem dünyasında kadının önemli bir yere sahip olduğunu gösteriyor denebilir. Ama bu önemin ne olduğu ise hala ucu açık bir soru…
Neolitik; yaklaşık olarak günümüzden 11 binyıl önce “doğanın dayattığı”üretim ilişkilerinin değişmesi ya da “insanın köleleşmesi” olarak da düşünebiliriz, Hitlerin dediği gibi “çalışmak özgürleştirir” ise neolitik ile başlayan yeni süreç insanı toprağa ve çalışmaya bağımlı hale getirmiş. Neolitik dönem insana yeni bir dönem aralarken kadın ve erkeğe nasıl bir görev dağılımını yaptığını bilmek zor olsa da eldeki küçük bilgilerle tahminlerde bulunmak zor değil.Bu dönemin başlangıcı, kadını daha öncekiler gibi doğurmaya hazır şişman bir kadın olarak betimlerken, farklılaşan ise kadının bereket ile olan bağının soyutlaştırılarak tanrısal bir imgeye dönüşmesi yani “Ana Tanrıça” olması. Erkek kadının soyut gücünü bir yandan kutsallaştırırken bir yandan fiziki yada işlevsel olarak güçsüzleştiriyor. Bunu arkeolojik olarak tespit etmek oldukça zor olmasına rağmen yazılı çağlara geldiğimizde kadının rolünün hiçte iç acıcı olmadığı görülür. Hitit Dönemi ve daha öncesine ait yazılı belgeler, kadının zamanla eve bağlı,alınıp satılabilir bir meta konumuna getirildiğini gösterir. Neolitik Dönemden Hitit Dönemine kadar uygarlık sürecinde kadına biçilen rol; uygarlığı şekillendiren insanın bir parçası değil erkeğin yardımcısı, hizmetçisi ya da kölesi olarak biçimlenmesi ile olmuş.Hititlerden günümüze yaklaşık 4 binyıl geçmesine rağmen değişen çok bir şeyin olmadığını Nazım Hikmet “…ve kadınlar, bizim kadınlarımız… hiç yaşamamış gibi ölen, soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” dizeleri ile anlatır.
Antik çağlar boyunca kadının yaşamdaki rolü, erkek tarafından çizilmiş sınırlar içinde şekillenir. Evinden kolay kolay çıkamayan, sosyal ve siyasal etkinliklere katılamayan, stadyuma bile girmesi yasaklanan kadın, semavi dinler ile çok daha fazla baskı altına alınır. Bazı dönemlerde elbette aristokrat ya yönetici ailelere mensup kadınlar tarih sahnesine çıkar. Ve elbette resmi erkek tarihi kadının tarihteki yerini bu değerli kadınlar üzerinden anlatır. Yani toplumsal yaşamı biçimlendiren erkekler, tarihi de yazarken, kadınlar üzerinden değil de tekil bir seçkin üzerinden anlatmaya çalışır.
8 Mart Dünya Kadınlar günü göz önünde bulundurularak hazırlanan bu sayı, kadının çağlar boyunca yaşadıklarından kesitler a. Görünen o ki çağlar geçmiş ama kadının yazgısı hiç değişmemiş: Ezilmiş, küçümsenmiş, hapsedilmiş, dağa kaçırılmış ve üç kuruşa satılmış… Ancak gözden kaçan şu ki; bir toplum kadınıyla güçlü kalmış, kadın ne kadar geride bırakılmışsa o toplum asla ileri gidememiş.
-
SAYI 31
Ne görmek istiyorsun?
Çırılçıplak adam
1960’lı yıllar, yeni bir soygun dönemi. Delik deşik edilmiş topraklar. Parçalanmış eserler ve kendi toprağına ihanet etmiş insanlar… 1950’li yılların sonundan itibaren uzun yıllardır Anadolu’da yolculuk yapamayan Avrupalılar, özel izinler ile yeni yolculuklara çıkmaya başladılar. Bunlar, Anadolu’nun ikinci dönem gezginleriydi. Anadolu yeniden keşfediliyordu. Siparişler veriliyordu ve arkeolojik alanlar delik deşik ediliyordu. Eserler dünya müzelerine dağılırken, şehirlerde apartman daireleri alan köylüler çoğalmaya başlıyordu. Yani 1960’lı yıllar Anadolu’nun soyulduğu yıllardı… İlk dönem gezginleri, Fransız ve Sanayi Devrimi ile büyük bir değişim yaşayan, zenginleşerek bilim ve teknikte ilerleyen Avrupalılardı. Onlar için Osmanlı ile Doğu, keşfedilmeyi bekleyen gizli bir hazine gibiydi. İlk gezgin kâşifler ve bunların yaptığı keşiflerin ardından soygun dönemi başladı. Ta ki Osman Hamdi Bey ile başlayan yeni döneme kadar… Giden gitmişti artık. Osmanlı, verdiğinin peşinde değildi zaten. İkinci dönem gezginler yeni bir fırsat bekliyordu. Cumhuriyetin kurulduğu lk yıllardan neredeyse 1950’li yılların ortalarına kadar sürdürülen içe dönük, kapalı ülke yönetimi yabancılara pek izin vermiyordu. 1960’lı yıllarla birlikte Türkiye için yeni bir dönem başladıysa da Türkiye Arkeolojisi için bu iki başlı bir dönemdi. 1960’lı yılların sonunda baraj inşaatları ile başlayan kurtarma kazıları bilim olarak arkeolojinin gelişmesine büyük bir hız kazandırırken, aynı dönemde arkeolojik alanların da talan edilmesi karşıt bir durum oluşturuyordu. Öyle ki arkeolojik alanları talan eden köylülerin, aynı yeri bir başka defineci kazmasın “emek boşa gitmesin” düşüncesiyle yerle bir ettikleri alanı, üst üste iki taş koyarak işaretlemeleri gelenek haline gelmişti. İşte böyle bir dönemde Kremna ve Boubon da talan edilen yerler arasındaydı. Talan eden ise elbette ki yörenin köylüleriydi. Fakat eserler nedense sipariş edilmişçesine kısa bir süre içinde dünya müzelerine dağılmıştı. Özgen Acar, 1970’li yıllarda bu talanın acımasız hikâyesini Jale İnan’ın başlattığı bilimsel kazıların ışığında, bölge köylüleri ile yaşanan gelişmeleri kaleme almıştı. Fakat Özgen Acar gibi gerçekten büyük bir araştırmacı yazara rağmen 1970 2000 yılları arası, çalınan, talan edilen arkeolojik eserlerine sahip çıkma konusunda Türkiye’nin sessiz kaldığı yıllardı.
2000’li yıllarda ve özellikle Ertuğrul Günay’ın Kültür ve Turizm Bakanı olması ile yeni bir dönem başladı. Artık bu toprakların çalınan eserleri, kendi topraklarına teker teker geri dönmeye başladı. Aktüel Arkeoloji olarak Edessa Mozaiği ile başlayan girişimlerimiz, Boubon ve Kremna üzerinden devam edecek. Hem Tarkan Kahya hem de hocamız merhum Jale İnan’ın Boubon için sarfettiği çabayı yakından bilen Nezih Başgelen’in kaleme aldığı iki yazı ile J. Paul Getty Müzesine yönelik bir kampanya başlatıyoruz. J. Paul Getty Müzesinde sergilenen Boubon ve Kremna heykelleri, yeniden kendi topraklarında sergilenene kadar hepinizi kampanyamıza davet ediyoruz.
-
SAYI 30
Henüz yeni yıla iki ay var ama Anadolu’nun maden ustaları URARTULAR’ı konuk ettiğimiz bu son sayı, bizim için zor ve yorucu bir yılın daha bittiği anlamına geliyor. Siz Anadolu'nun büyük uygarlıklarından birini öğrenirken, biz 2013 yılını planlamaya koyuluyoruz.
Urartu’nun, Türkiye'de arkeoloji ve eskiçağ tarihçilerinin en çok zorlandığı alanlardan biri olduğunu söyleyebiliriz. Arkeolojinin belki de en fazla manipüle edilen bu alanı, her ne kadar gerçek bilim insanları tarafından uzun yıllar anlatılmış, araştırılmışsa da birileri sürekli olarak Urartulardan farklı politik kimlikler ve siyasi alanlar çıkarmak için uğraşa durmuşlar. Bu nedenle amacımız bu sayıyı hazırlarken Urartu’yu olabildiğince objektif olarak değerlendirmek ve sizinle paylaşmak oldu. Bugün Anadolu Uygarlıklarının büyük bir parçasını oluşturan Urartuları dünya ile ne kadar paylaştığımız ise başka bir tartışma konusu. Hala UNESCO Kültürel Miras Listesi’nde bu büyük uygarlığa ait bir mirasın tanımlanmamış, kabul edilmemiş olması oldukça düşündürücü. Urartuların, kendisi ile çağdaş bir diğer büyük güç Assur kadar iyi bilinmemesi belki de bizim eksikliğimizden, kendi içimizdeki çatışmalar ve kısır döngülerden kaynaklanmakta… Son dönemde genç ve üretken bilim insanlarının dâhil olması ile artarak büyüyen araştırmalarla umut ediyoruz ki gelecek yıllarda Urartu, dünyada adından sıklıkla söz edilen, korunan ve merak uyandıran bir konuma yükselir. Bu şekilde Van merkez olmak üzere Demir Çağının bu sanatkâr - zanaatkâr ve üretici gücünü, günümüzün yıpratıcı koşullarından koruyabilir ve insanlık tarihinin büyük bir parçası olarak geleceğe taşıyabiliriz. Demir Çağı her ne kadar karanlık bir dönem olarak bilinse de Urartular bize aktardıkları yazıtları ve muhteşem sanat eserleri ile Anadolu tarihine ışık tutmaya devam ediyor.
Peki, gelecek yıl Aktüel Arkeoloji’de neler var? Antik dönemde kadın, inanç sistemleri, ticaret yaşamı, Anadolu’nun kayıp dilleri, Lelegler ve karmaşık toplumlar gibi konunun uzmanlarının kaleme aldığı muhteşem yazılarla sizlerle birlikte olacağız… Her yıl giderek artan sorumluluğumuzun bilincindeyiz. Bu nedenle ekibe yeni katılan meslektaşlarımızla birlikte, bir önceki yıldan daha çok çalışıyor, arkeolojiyi günlük yaşamın içine daha çok katabilmek için yeni fikirler, yeni projeler üretmek için çaba harcıyoruz. 2013 yılında, 2. sini yapacağımız Fotoğraf Yarışması ve uzun süren araştırmaların ürünü olan “Arkeoloji Emek Ödülleri” bizi şimdiden heyecanlandırıyor.
Türkiye turizmi, son on yılda dünyanın en hızla büyüyen turizmi olarak geçen yıl dünya sıralamasında yaklaşık 35 milyar dolarla altıncı sırada yer aldı. Gelecek yıllarda ise bu rakamın 50 milyar dolara ulaşması ve dünya sıralamasında ilk beşe girilmesi hedefleniyor. Türkiye turizmi inanılmaz bir ivme ile büyürken, arkeolojik alanlarda yürütülen kazılar devlet bütçesinden aktarılan katkılarla sürdürülmeye çalışılıyor. Türkiye turizminin hem iç piyasa, hem de dış piyasada büyümesi, sadece kapalı otellerin sunduğu avantajlar, deniz, kum ve güneş ile değil büyük oranda arkeolojik alanların sağladığı zenginlik ve çeşitlilikten de kaynaklanıyor. Oteller ya da turizm acenteleri tanıtımlarını yaparken arkeolojik alanları ve ören yerlerini kullanmıyorlar mı? Yerli ve yabancı turiste “Kültür Turu” kapsamında Anadolu uygarlıklarını gezdirmiyorlar mı? Ya da TURSAB, arkeolojik sit alanlarını ve müzeleri turizmin hizmetine sunmuyor mu? Arkeoloji ve kültürel miras turizm tarafından bir meta olarak sonuna kadar kullanılıyorken, turizm arkeolojiye ne veriyor? Koskoca bir hiç! Hangi arkeolojik kazıya, restorasyon projesine destek oluyorlar? Şunun altını çizmek gerekir ki; arkeoloji, Türkiye'de turizmin gelişmesindeki önemli faktörlerden biri ve gelecek yıllarda kültürel miras kavramıyla birlikte dünyanın yeni yükselen değeri olma yolunda. Bu nedenle turizm, arkeoloji üzerinden elde ettiği gelirin bir kısmını arkeoloji çalışmalarına aktarmalı ve arkeoloji turizm sektöründen destek görmeli ki uzun vadede ülkemiz adına sürdürülebilir bir kazanım elde edilsin.
-
SAYI 29KAZI HİKAYELERİAktüel Arkeoloji Dergisi 29. SayıAktüel Arkeoloji Dergisi’nin yeni sayısında yayınlanan bir haberarkeoloji dünyasında büyük yankı uyandırıyor.“Sahte Tarih” Dubai’den Döndü!“Aktüel Arkeoloji” Dergisi Eylül-Ekim sayısında Dubai bağlantılı ilginç bir tarihsel eser kaçakçılık olayının içyüzünü açıklıyor. Dergi, Türkiye’den kaçırılan ve Ankara’ya geri verilen 23 parça Roma Dönemi eser arasındaki iki heykelin sahte olduğunu saptadı.Nisan 2007’de Birleşik Arap Emirliklerin Dubai kentinin Şarika Havaalanına Türkiye’den kaçak gönderilen 23 parça tarihi eserin bulunduğu bazı kargoları yerel gümrük yetkilileri incelemeye almış ve durumu Türk yetkililerine bildirmişlerdi. Görüşmelerden sonara Kültür Bakanlığınca Dubai’ye gönderilen arkeologlar tarihi eserleri, Temmuz 2007’de teslim alıp Ankara’ya Anadolu Medeniyetleri Müzesine getirdiler. Bu yapıtları yurtdışına taşıma işini yapan şirket hakkında da soruşturma başlatıldı. Olay hakkında İstanbul 1. Ağır Cezada dosya açıldı.Olayın araştırmasını yapan Özgen Acar, iki heykelin ilginç öyküsünü dergide özetle şöyle açıkladı: “Bakanlıkça resimleri basına dağıtılan 23 eser arasındaki iki heykel dikatimi çekti. Biri aşk tanrıçası Afrodit, ötekisi sağlık tanrısı Asklepios heykelleriydi. Tanır gibiydim! Araştırdığımda ‘tıpatıp’ aynılarının Selçuk Müzesinde olduklarını saptadım. İki heykel Selçuk’takilere benzemeyi bırakın ‘milimetrik olarak’ uyum gösteriyorlardı.Selçuk Müzesinden bu iki heykel çalınmadıklarına göre Dubai’de el konulan heykeller neyin nesiydiler? Araştırmalarım sonucunda Dubai’dekilerin ‘sahte’ olduklarını, Kültür ve Turizm Bakanlığının verdiği izinle Selçuk Müzesindeki heykellerden alınan kalıplardan döküldüklerini saptadım!”İzmir’deki bir firma, mermerden yapılan özgün Afrodit ve Asklepios heykellerini bu kalıplardan “mermertozu” ve “polyesterden” dökmüşlerdi. Ancak bu maddeler hafif oldukları için döküm heykellere ağırlık kazandırmak amacıyla içlerine “kurşun” ve çinko, aliminyum, magnezum ve bakır alaşımı olan, kırılmaya dayanıklı “zamak” eklenmişti.Eski eser kaçakçıları, yeni oluşan Ortadoğu piyasasında alıcıları da kandırmak istemişler, nakliyeciler de bunları gümrükten ellerini kollarını sallayarak geçirmişlerdi. Ancak Dubai gümrükçüleri bu eserleri geri verip, resimleri Bakanlıkça açıklanınca Özgen Acar araştırması sonrasında bu ilginç sahtecilik olayını ortaya çıkardı.Aktüel Arkeoloji Dergisi 29. Sayı Kazı HikayeleriBu sefer kazılanın değil kazanların hikayesinin anlatıldığı bir sayı çıktı. Arkeoloji nedir, arkeolojik kazılar nasıl ve neden yapılır? Arkeologların merak edilen kazı deneyimleri ve yaşamları yaşadıkları ve sıkıntılarının anlatıldığı bir sayı… NTVMSNBC ‘nin Yeşil Ekran programı ile tanıdığı Nevzat (Hoca) Myra – Andriake kazılarının hikayesini anlatıyor. Kazılar nasıl başladı?, kimler destek oldu? ve bir kazı yapmanın sadece eser çıkarmak değil bunun arkasında onlarca önemli işin gerçekleştiğini anlatırken Cevdet Bayburtluoğlu’nun 30 yıllık aşkı Arykanda ile yaşadıklarının hikayesi sizi bambaşka bir dünyaya çekecek hem sevindirecek hem de hüzünlendirecek. Tuba Ökse’nin arkeoloji aslında Indıana Jones meselesi değildir ile başlayan anlatımı Aykan Özener’in bir yol hikayesi ile sonlanırken Sevil Hoca köylü arkeolog ilişkisinde 17 yıllık Güvercinkayası kazısının hikayesini paylaştı bu yeni sayıda.
-
SAYI 28
Aktüel Arkeoloji Kültürel Mirası Sorguluyor 28. Sayı Raflarda Okuyucularını Bekliyor Geçmiş kime ait? “Kültürel miras geçmişten bize kalan, bugün içinde yaşadığımız ve gelecekteki nesillere devredeceğimiz bir emanettir ve Dünya Kültürel Miras kavramını özel yapan onun evrensel kabulüdür. Dünya Miras alanları, bulundukları topraklar gözetilmeden tüm insanlığa aittir” Aktüel Arkeoloji Dergisi yeni sayısında “geçmişin aitliği” ve “kültürel miras” kavramlarını sorgulayan önemli konukları misafir ediyor. UNESCO’nun 40. yılına ithafen hazırlanan, UNESCO ve kültürel mirasımızı ele alan bu sayıda Türkiye’nin UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne yeni eklenen kültürel ve doğal varlıklarıyla ilgili önemli bilgiler yer alıyor. Büyükelçi Gürcan Türkoğlu ile kültürel miras ve koruma politikaları üzerine yapılan röportajda; dünya mirası kavramı, Türkiye’de kültürel miras anlamında koruma bilinci ve duyarlılığının artışı, tüm dünyada şehirleşme, sanayileşme, ihmal, savaş, doğal afetler ve hatta kötü yönetimden kaynaklı olarak dünya miras alanlarında ortaya çıkan tahribatlar ele alınıyor. Dünya Mirası Geçici Listesine henüz dahil edilen varlıklarımızdan, evrensel bir kent ve hükümdarlık tarihinin temel taşı olan Hellenistik krallık merkezi Bergama; Neolitik Dönemden Orta Çağa kadar uzun bir yaşam süren ve insanlık tarihinin tüm aşamalarına ait kalıntıları içinde barındıran Efes ve gözü pek savaşçıların kenti Pisidia’nın imparatorluk kültü merkezi olan Sagalassos, tarih içinde büyüyen kültürel çeşitliliği ve bununla ilişkili mimari yapı topluluğu ile birlikte sunuluyor. Ayrıca büyük anıtsal kamu binalarıyla günümüzde de büyüsünü kaybetmeyen Aizanoi, son zamanların en büyük arkeolojik keşfi olan Hekatomnos Anıt Mezarı, Yesemek Heykel Atölyesi ve dünyanın en ilgi çekici mozaiklerine sahip olan Zeugma’nın yanı sıra tarihi kentlerimiz Birgi, Beçin ve Odunpazarı da ele alınıyor. Aktüel Arkeoloji Dergisi, yeni sayısıyla Anadolu’nun kültürel zenginliğini okuyucularıyla paylaşmayı sürdürüyor.
-
SAYI 27NEOLİTİĞİ ANLAMAK“insanlığın Ortak Bilinci”Çok değil on yıl önce, insanlık tarihi adına çok büyük bir keşif yapıldı Anadolu’da. Bu gelişme belki son birkaç yüzyıldır insanlık tarihi üzerine araştırmayapan herkesin yazdıklarının sil baştan yeniden yazılması gerektiğini ortaya koydu. Anadolu’da Fırat ile Dicle nehirlerinin arasında kalan bölgede açığa çıkarılan yeni bir arkeolojik alan, Göbekli Tepe, bilinenin aksine Neolitik Dönem ile başlayan yerleşik yaşamdan önce de avcı- toplayıcı olarak göçebeyaşayan insan toplulukları için kutsal bir alan ve bilinen ilk mimari yapı olduğunu ortaya çıkardı. Bu yapı, günümüzden yaklaşık 12-13 binyıl önce, oldukçagizemli bir şekilde inşa edilmişti. T biçiminde anıtsal dikilitaşların birbiri ardınca yuvarlak bir yapı oluşturacak şekilde dizilmesi ve bunların her birinin üzerine,işçilik bakımından muhteşem sayılabilecek motiflerin bezenmiş olması herkesi şaşkına çevirmişti. Onlarca soru soruldu ve birçoğuna hala cevap bulunamadı.Kimdi bu insanlar ve bu yapıyı inşa etmelerindeki amaç neydi? Nasıl bir sosyal düzen vardı aralarında, bu kadar büyük bir organizasyon gerektiren işi nasılyapabilmişlerdi? Teknik olarak bu beceriye nasıl ulaşmışlardı? Göbekli Tepe, Anadolu’nun kapısını büyük bir gizeme aralamıştı ve tarih yeniden yazılıyordu.Göbekli Tepe’nin ortaya çıktığı kent Şanlıurfa; insanlık ve dinler tarihi açısından çok önemli bir kavşak noktası. Dünyanın bilinen en eski heykeli de buradan çıkarılmıştı. Ancak bu heykel, Neolitiğin egemen figürü olarak bilinen kadın değil bir erkek heykeliydi. Göbekli Tepe, modern insanın kolay kolay anlayamayacağı çok özel bir yer olsa dahi, yaşamımızın bir noktasında mutlaka görmemiz gereken bir yer olarak tarihe adını yazdırdı.Elbette ki, bu yeni keşiflerle Dünya Neolitiği’nin merkezine oturan Göbekli Tepe ile birlikte, 1960’larda araştırılmaya başlanan diğer Neolitik yerleşimlerdeelde edilen önemli veriler de bir araya toplanarak, cevapsız kalan birçok soru cevaplanmaya, bugüne kadar bilinenden farklı kavramlar ve tanımlamalar bulmacanın eksik parçalarını tamamlamaya başladı. Nevalı Çori, Hallan Çemi, Çayönü gibi yerleşmelerde gün ışığına çıkarılan ve Göbekli Tepe ile desteklenen bulgular, bugünkü modern yaşamın kökeninin 12 binyıl öncesine dayandığını ve tüm değişimin yerleşik kültürle birlikte başladığını ortaya çıkardı.Bugün, günlük yaşamın yoğunluğu içinde yaşamını sürdürmeye çalışan modern insan için bu bilgiler çok da önemli olmayabilir. Ancak şunu bilmekte yarar var: 12 binyıl önce atılan her adım, bugün insanoğlunun modern yaşamının şifrelerini oluşturmuş görünür Bu şifreler binlerce yıl boyunca dünyanın farklı bölgelerine yayılarak bilinçaltımızda depolanmış ve bugünkü davranışlarımızın oluşmasını sağlamıştır. Bu nedenle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; neolitik dönemle oluşan ve yayılan kültür insanlığın ortak bilincidir. İnsanoğlunun, uygarlık tarihi boyunca etkilerini yaşadığı, devrim niteliği taşıyan bu değişiminin sürecini anlayabilmek, geleceği anlamak kadar önemlidir.
-
SAYI 26
ANADOLU’NUN ZENGİNLİĞİ….ARKEOLOJİ’NİN SON BULUNTULARI
Aktüel Arkeoloji Dergisi 26. Sayısı Arkeoloji dünyasının son buluntuları ile dolu…
Çankırı’da ele geçen Anadolu’nun bilinen en eski Primatı; Ouranopithecus Turkae yaklaşık 8-7 milyon yıl önceki hominoide ait çene ve diş kalıntıları olarak günümüze ulaşmış en önemli kalıntı olarak kabul ediliyor.
Son dönemde Çatalhöyük’ten çıkan kadın formundaki figürinler, uzun bir süredir tartışılan Neolitik Ana Tanrıça idolünün yanlış anlaşıldığını, aslında bunların Ana Tanrıça idolleri olmadığını gösteriyor.
Ilısu Baraj alanında yürütülen Salat Tepe kazıları sırasında tespit edilen yaklaşık 4 binyıllık mutfak ocağı kalıntılarının birebir benzerleri bugün hala Anadolu’nun birçok yerinde kullanılıyor. Tunç Çağından günümüze kadar geçen 4 binyıllık sürede yaşam tarzlarının çok da fazla değişmediği açıkça görülebiliyor.
Belki Anadolu’da bir gelenekti “Kaplumbağa Bakıcılığı”… Yüzyıl önce Osman Hamdi Bey resmetmişti ilk olarak, şimdi binlerce yıl öncesine ait “Kaplumbağalı Gömülü” bir mezar Kavuşan Höyük’te açığa çıkarıldı. Fırat Nehri’nde yaşayan bir tür olarak bilinen Fırat Kaplumbağası binlerce yıl önce kutsal bir hayvan olarak mezarlara konuluyordu.
Kırklareli Aşağı Pınar arkeolojik alanında yürütülen kazılar sırasında Neolitik Döneme ait kadın heykelcikleri bulundu. Kadın heykelciklerinin iri kalçalı ve iri burunlu olması, dönemin bir özelliği olmalıydı. Ne de olsa hepsi Ana Tanrıça’ydı.
Kütahya Seyitömer linyit kömür havzasında yürütülen arkeolojik kazılar sonucunda kömürün de etkisiyle yaklaşık 5 binyıllık kafatası içinde ele gecen beyin kalıntıları, arkeoloji tarihinde önemli bir yer edindi.
Çorum’un Bayat ilçesinde yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda günümüzden yaklaşık olarak 6 bin 500 yıl öncesine ait maden yataklarında, madencilere ait yanmış çıra örnekleri tespit edildi. Bu, insanlık tarihinin ilk madencileri ve ilk maden kalıntıları olarak tarihe geçti.
Şanlıurfa’nın tarih boyunca kutsallığı dünyanın en eski tapınak alanı olarak kabul edilen Göbekli Tepe ile de artık kanıtlanmış oldu. Göbekli Tepe’nin günümüzden yaklaşık 12 binyıl öncesine ait dairesel planlı dikili taşları ile yapılmış olan tapınak alanı, dünyanın en eski dinsel alanı kabul edildi.
Bir zamanlar mayınlı bir alan olarak girilmesi yasak olan Gaziantep Karkamış’ta yürütülen arkeolojik kazılar sonucunda Hitit Döneminin sonu ile birlikte Karkamış’ın yeni bir başkent olarak önem kazandığı ve büyük bir yerleşim olduğunu gösteriyor.
Malatya’ya birkaç kilometre uzaklıkta olan Arslantepe arkeolojik alanında yürütülen kazılar günümüzden 5 binyıl önce zengin fakir ayrımının yapıldığı sosyal bir ilişkinin kurulduğu bir yapılaşma ve ticaret sisteminin kurulduğunu gösteren buluntulara rastlandı.
Antakya’da yürütülen Geç Hitit Dönemine ait Tell Tayinat kazısı sırasında “kapının koruyucusu” olarak kabul edilen muhteşem bir aslan heykeli ele geçirildi.
Gaziantep Dülük Baba kazısı sırasında MS 9 yüzyıla ait Süryanice bir yazıt ele geçirildi. Dülük Baba Tepesi geçmişten günümüze kutsallığı ile bilinen bir tepenin üzerinde kurulmuş.
Bir diğer önemli mezar buluntusu da Eskişehir yakınındaki Şarhöyük Dorylaion’da bulundu. Kazı sırasında tek kulplu çömlek içindeki yavru köpekler, tanrı Hermes ya da Kandaules ismi ile bilinen bir tanrıya sunulmuştu. Boğazlandıktan sonra tanrıya yemek için kesilerek sunulan yavru köpek sunusunun yanında bıçağı da vardı. Buluntu Eskişehir Eti Müzesinde sergilenmeye başladı.
Daha onlarca önemli buluntu sizleri Aktüel Arkeoloji Dergisi’nde bekliyor. İyi okumalar!
-
SAYI 25
ANADOLU’DA PERSLER MÖ V – MÖ III
- Hükümdarlık ateşi, hükümdarın ölümüyle sönerdi
- BEN KYROS, DÜNYANIN KRALI
“Dünyanın kralı, büyük kral, güçlü kral, Babil’in kralı, Sümer ve Akkadkralı, dünyanın dört bir yanının kralı, ben Kyros, büyük kral, Anša’nın kralıKambyses’in oğlu, büyük kral, Anša’nın kralı Kyros’un torunu, büyük kral,Anša’nın kralı Teispes’in soyundan, hüküm sürmesini Bel [Marduk] veNebo’nun istediği kral hanedanlığının olumsuz tohumu…”
- Darius'un Sarayı: PERSEPOLİS
“Kral Darius der ki: Bunlar, Ahura Mazda’nın buyruğu ile Persia dışında ele geçirdiğim ülkeler; onları ben yönettim; onlar bana armağanlarını getirdiler; ne söylediysem yaptılar”
- DASKYLEION
Perslerin Batıya Açılan Kapısı “Eğer Perslerle savaşa girerse büyük bir imparatorluğu devirecektir”, ünlü kahanetmerkezi Delphoi’dan Kroisos’a gelen kehanet bu idi. Bu kehanetten cesaret alanLidya (Lydia) Kralı Kroisos, Kapadokya’ya (Kappadokia) kadar gelmiş olan PersKralı Kyros’a karşı sefere çıktı. Burada Kyros’un ordusu ile savaşa tutuşan Kroisos,rakibinin sayıca kendi ordusundan daha fazla olmasından çekinerek, geri dönüp Sardes’e geldi. Onu takip eden Kyros, Sardes kapılarına dayandı ve MÖ 546 yılındaKroisos’u esir aldı. İşte Anadolu’nun en büyük gücü konumundaki Lidya’nınPersler tarafından ele geçirilişi böyle oldu. Kehanet gerçekleşmiş, büyük bir krallıkolan Lidya Krallığı sona ermişti.
- Karya Bölgesi’nde Persler ve Maussollos
Pers Satrabı Maussollos ve dünyanın 7 harikasından biri Halikarnassos Maussolleion (Anıt mezar)
- LİKYA’DA PERSLER
“…Likyalılara gelince, Harpagos ordusu Ksanthos Ovası’na indiği zaman,onlar da karşı koydular, bitmez tükenmez kuvvetlere karşı az sayı iledövüştüler, yiğitlikle nam aldılar, ama yenildiler, kentlerine geri atıldılar,kadınları, çocukları, hazineleri ve köleleri kaleye doldurdular ve alttan,yandan ateşe verdiler, öyle ki, yangın kaleyi yerle bir etti. Bundan böylebirbirlerine korkunç yeminlerle bağlanarak düşmana saldırdılar veKsanthos’ta oturanların tümü de savaşarak ölmüş oldular…” Herodotos
- POLYKSENA LAHTİ
Akhilleus’un Troya’nın alınmasındaen buyuk pay sahibi olduğunu söyleyen kahinler, onunla birlikteolmayı reddeden hatta onu aşağılayan kral kızıPolyksena’yı kendisine savaş ganimeti olarakverilmesi gerektiğini soylerler. Esirler arasındabulunan Polyksena’yı Akhilleus’un mezarı uzerindekurban ederek, Akhilleus’a sunmuş olurlar’’ - PERSLERİN SONU VE İSKENDER’İN MUHTEŞEM YÜZYILI
-
SAYI 24
Akdeniz'in Efsanevi Korsanları, Aktüel Arkeoloji Dergisi'nin yeni sayısında.
- Roma'nın korkulu rüyası: Kilikyalı Korsanlar
- M.Ö. 140 yılında krallığa isyan eden bir adam. Doğu Akdeniz’in acımasız korsanı: DIODOTOS TRYPHON
- Korsan kenti Olympos ve korsan Zeniketes. Sıradan bir adamın yerel bir kahramana dönüşmesinin hikayesi
- LYDIOS: Antik çağın en acımasız haydutu ve onun muhteşem öyküsü
- Korsanların korkulu rüyası Romalı Pompeius
- Barba rossa (Kızıl Sakal): Bir korsan, devlet adamı ve usta bir denizci. Kanuni Sultan Süleyman’ın deniz berlerbeyi, Barbaros Hayreddin Paşa
- Yağma, şiddet ve köle pazarları... Korsanların yağmaladığı bir kent: Teos
- İzlanda’ da bir Türk Korsanı. Kuzey denizi ve Atlantik Okyanusunda Türk Korsanları
- Ve, kuzeyin acımasız denizcileri: Vikingler
Denizlere yazılmış tarih…
Antik Çağdan günümüze, çevresindeki tüm toprakları ve hinterlantları birleştiren Akdeniz, hemen her dönem toplumların buluşma noktası ve yaşam merkezi olmuştur. Sadece ticari materyallerin değil, aynı zamanda kültürlerin de taşındığı ulaşımın can damarı olan bu ortak kıtaya hakim olmak için yapılan mücadeleleri hemen her dönemde görmek mümkündür.
Bu mücadelelerin en önemli unsurlarından biri olan korsanları Kilikya’dan Atlantik Okyanusu’na kadar takip ettik. Kötü ünü kendilerinden önce kıyı kentlerine ulaşan bu deniz savaşçılarını, ilk ortaya çıktıkları dönemlerden 18. yüzyıla kadar; tüm yaşam biçimleri, kültürleri, saldırıları, saldırılarının sebepleri ve sonuçları ile birlikte anlatmaya çalıştık. Olympos’un ünlü korsanı Zeniketes’ten, Kanuni Sultan Süleyman’ın Deniz BeylerbeyiBarbaros Hayreddin Paşa’ya kadar adını denizlere yazmış olan en önemli korsanları bu sayımızda konuk ettik.
Ve siz değerli okurlarımıza bir hediyemiz var: 2013 yılında 500. yaşını dolduracak bir kültür mirası olan Piri Reis haritası… Deniz Müsteşarlığı İstanbul Bölge Müdürlüğü, İstanbul Deniz Ticaret Odası ve Piri Reis Üniversitesi’nin katkılarıyla sizlere ulaşan bu önemli eseri, İdris Bostan’ın Piri Reis’i anlatan yazısını okurken mutlaka incelemenizi öneriyoruz.
-
SAYI 22
KEHANET - BÜYÜ - FAL
AKTÜEL ARKEOLOJİ DERGİSİ 22. SAYI
ELEMTEREFİŞ KEM GÖZLERE ŞİŞ
MAVİ BONCUK, MUSKA, TILSIM
Binlerce yıldır ne anlama geliyor, kimler uyguluyor ve nasıl yapılıyor.
Hitit Büyüsü
(büyücü) bir elinde ateş, öbür elindeyse çok sayıda hançer olduğu halde zallauwara-binasına girdi. Onun gözleri önünde bir erkek çocuğu kırların boğası olarak doğdu. Çok korktu, dehşete kapıldı ve korkudan ağzı felç oldu. Gözlerine ve vücudunun dokuz uzvuna da aynı şey (felç) oldu.
Aktüel Arkeoloji Dergisi, antik çağlardan günümüze kadar devam eden kehanetleri ve büyüleri anlatan yeni bir sayı yayınladı. Anadolu’dan, Maya Uygarlığına, Mısır’dan Yunanistan’a kadar dünyanın dört bir yanından onlarca kehanet, fal, büyücülük formülleri “dünyanın geleceği” görmek için bir araya getirildi.
MÖ 2. bin yılda Anadolu’ya hakim olan Hititler binlerce yılda birikmiş fal, büyü, kehanet ve onlarca dini ayini kendi yasaları olarak belirlediler ve kayıt altına alarak uyguladılar. Yaşadıkları büyük felaketleri, tanrılarının kızgınlıklarının neden olduğunu düşündükleri için, büyü ve fal yöntemleri ile tanrıların neye kızdığı öğrenilmeye çalıştılar. Tanrıdan nasıl af dilenirdi? Hangi büyü yöntemleri kullanılırdı? Kralı kurtarmak için kim kurban edilirdi?
Antik Anadolu’da devletlerin, yöneticilerin ve insanların gelecekte başlarına gelebilecek iyi ya da kötü olayları öncede bildiren kahinlerden günümüze neler kaldı, hangi kehanetler hala sürüyor, gerçekleşen kehanetlerle neler oldu. Antik dünyanın en bilindik kehanet merkezlerinden biri olan Didim’de (Didyma) yaşayan kahin ailesi Brankhidler hangi Uygarlıkların sonunun geleceğini bildirmişti, kahinlere verilen hediyeden ve kahinlerin tanrısı Apollon’dan günümüze kalan her şey Aktüel Arkeoloji Dergisi’nde.
“Sen günahkâr! Ne yapıyorsun? Bana sığınanları kutsal alandan mı kovuyorsun?” Aristodikos cevap verir: “Ya siz efendimiz! Korunmaya muhtaçlara böyle mi yardım ediyorsunuz? Kymeliler’e sığınana yüz çevirmeyi mi emrediyorsunuz?” Apollon cevap verir: “Evet, bunu emrediyorum. Siz günah işlemeli ve mahvolmalısınız ki bir daha kehanete gelip sığınmışları teslim edelim mi diye soramayasınız.”
Maya Uygarlığı’nın 2012 yılının Aralık ayında gerçekleşmesi beklenen dünyanın sonunun geldiği anlatılan kehanet neyi anlatıyor, Mısırlı büyücüler Firavunları ve insanları kandırmak için hangi yollara başvurmuşlardı. Büyü fal, kehanet ve Bizans tılsımları üzerine binlerce yıllık bilgilerin anlatıldığı Aktüel Arkeoloji Dergisi, okuyucusunu başka bir dünyanın kapısını aralıyor.
-
SAYI 21
Aktüel Arkeoloji Dergisi Mayıs sayısında, Anadolu tarihine damgasını vurmuş dört dönem ve dört uygarlığın merkezi anlatılıyor. Anadolu’nun başkentleri…
Anadolu’nun ilk merkezi gücünü kurarak yaklaşık beş yüzyıl boyunca hükümdarlık yapmış olan Hititlerin başkenti Hattuşa, uzun süre Hitit İmparatorluğu’na başkentlik yapar, ancak kısa süreliğine başkentin planlı bir şekilde Tarhuntaşşa’ya taşındığı da bilinir. Hitit İmparatorluğu’nun yıkılışında önemli bir rol üstlenen Frigler, İç Anadolu’ya yerleşmişler ve Anadolu’yu kesen ana yollar üzerinde yer alan, bol su ve geniş tarım ve otlak alanlarına sahip olan Gordion’u kendilerine başkent seçmişlerdir.
Gordion’dan sonra yolumuz Doğu Anadolu’da yaklaşık iki yüzyıl egemenlik kurmuş olan, Anadolu’nun demirci uygarlığı Urartuların başkenti Tuşpa’ya düşüyor. Yalçın bir kayalığın üzerinde kurulmuş muhteşem bir kale ve krallık yapıları ile donatılan Tuşpa’dan, Anadolu’nun en zengin uygarlığı, sikkenin mucitleri Lidyalılar ve başkentleri Sardes’e geçiyoruz. Paktalos Çayının taşıdığı altın tanecikleri ile zenginleşen Sardes’in hikâyesi ile Anadolu Başkentler serimizin ilk bölümünü tamamlıyoruz.
Ayrıca başkentler sayısının iki önemli konuğu var. Türkiye’de gün geçtikçe gelişen ve değişen arkeoloji biliminin koşullarını konuştuğumuz Alman Arkeoloji Enstitüsü Müdürü Felix Pirson ve “Göbeklitepe - Dünyanın İlk Tapınağı” adıyla tamamen kendi öznel bakış açısını yoğurarak, bambaşka bir tatta bir belgesel yaratarak bizlere sunan Yapımcı Ahmet Tarhan Yazman.
-
SAYI 20
IŞIK ÜLKESİ LİKYA
Akdeniz’in en görkemli uygarlıklarından biri olan LİKYA’ Aktüel Arkeoloji Dergisi’ni 20. sayısına kapak oldu. Likyalılar kimdi ve nereden geldiler, nasıl bir uygarlık kurdular Anadolu’nun ışığı eksik olmayan Akdeniz maviliklerinde, hangi görkemli anıtları yaptılar ve bugün bu anıtlar dünyanın hangi müzesinde sergileniyor. Likya’ya ilişkin bilmediğiniz ve bilmek istediğiniz her şey IŞIK ÜLKESİ LİKYA sayısında. Bu sayıyı özel kılan çok önemli çalışma ise arkeoloji ile çok yakın ilgi olan ve Türkiye’nin ilk Oyuncak Müzesi’ni kuran şair Sunay Akın ile yapılmış harika bir röportaj yer almakta.
Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin merakla beklenen yeni sayısı IŞIK ÜLKESİ LİKYA 20. sayısı ile okuyucu ile buluştu. Kendilerini ışık saçan ülkenin halkı olarak gören Lukka’dan Likya’ya bir Anadolu halkının tarihi ve kökeni anlatılıyor bu yeni sayıda. Çağlar boyu Akdeniz’in eksilmeyen parlak ışığı altında erken dönemlerden beri kendilerini Anadolu halklarının bir parçası sayan Likyalılar. Kadeş Savaşında Mısırlılarla savaşan Hititlerin yanında yer almış, yüzlerce yıl sonra Perslilere ve Atinalılara karşı özgürlük savaşı vererek cesaretleri ile dillere destan olmuş Likyalılar. Antik dönemler boyunca kahramanlıklarını yüceltmişler kayalara oyulmuş anıt mezarlarında. Anadolu’nun en görkemli anıtları işlenmiş Likya’nın sönmeyen ışığının altında.
Aktüel Arkeoloji Dergisi yeni sayısı ile birlikte Arkeoloji temalı bir fotoğraf yarışmasını a tüm okurlarına, arkeoloji severlere ve tabi ki fotoğrafçılara duyurusunu yapıyor.
“I. ULUSAL AKTÜEL ARKEOLOJİ FOTOĞRAF YARIŞMASI” yaklaşık 20 bin TL ödülle insanlarımızın Antik kentleri, arkeoloji’yi, arkeolojik alanda insanı, kazı çalışmalarını ve tahribatı içeren bir konu ile Sagalasss Antik Kentini ve Troya Antik kentini kapsıyor.
Tüm fotoğraf severlere duyurulur.
Duyuru için
-
SAYI 19
35 milyon yıl önce Anadolu! Evrimsel açıdan Anadolu, milyonlarca yıl önce, çok önemli bir kara köprüsü olarak oluşmaya başlamış ve birçok memeli için bir geçiş ve yaşam alanı olmuş. Peki, Anadolunun karasal bir coğrafyaya dönüşmesi ile birlikte hangi canlılar bu topraklara hâkim olmuşlar? Kahramanmaraşta, Erzurumda, Edirnede filler ve mamutlar, Ankarada insansı maymundan birçok büyük omurgalı memeliye kadar muhteşem bir fauna Bugün nesli tükenmiş olan An¬adolu yırtıcılarından Carnivora gibi türler bile Anadoluda yaşam alanı bulmuş kendine, ancak iklimsel değişimler ve süreçle birlikte yok olmuşlar. Üzerinde yürüdüğümüz bu topraklarda, milyonlarca yıl önce, büyük göçler yaşayan dev memeli canlıların benzer türlerini bugün ya hay¬vanat bahçelerinde ya da belgesellerde görebiliyoruz. Bu canlıların birçoğu; Anadoluda milyonlarca yıl önce kendilerine doğal yaşam alanı bulmuş, bazıları evrimleşerek değişim geçirmiş, bazıları ise bu değişime ayak uyduramayarak yok olmuşlar. Aktüel Arkeoloji Dergisi olarak her sayımızda bu toprakların tarihini anlatıyoruz. Bu defa sizleri, Anadolunun en eski izlerini keşfetmek için bir yolculuğa çıkarmak istedik. Modern yaşamda zaman çok hızlı geçerken, üzerinde yaşadığımız bu toprakların 35 milyon yıl önce nasıl oluştuğunu öğrenerek zamanın nasıl nasıl akıp geçtiğini ve geçerken de her şeyi nasıl değiştirdiğini göstermek istedik.
-
SAYI 18
Aktüel Arkeoloji Dergisi, geçmişine ilişkin verilerin azlığıyla bilinmezlikler bölgesi olan ve Paleolitik dönemden itibaren yerleşim gördüğü bilinen Karadeniz’in tüm bilinmezliklerini aydınlatıyor. Bölgede Hitit Devleti için sürekli bir sorun teşkil eden Kaşkaların hâkimiyetinden Hellen kolonistlerin ilgisine; otorite boşluğuyla kurulmuş olan Mithridates Krallığı’ndan yerel halklara; beyliklerden, Fatih Sultan Mehmet tarafından yıkılışına kadar Trapezounta Krallığı’na kadar tüm hikâye Karadeniz Tarihi yazısında ele alınıyor. Bölgenin doğal zenginlikleri ve geçim kaynakları, buna bağlı olarak da tarım, hayvancılık, ticaret ve sanat elbette ki Antik Çağda da çeşitlilik gösteriyordu. Sanat ve Ticaret yazısı; Karadeniz’in Antik Çağda önemli bir turizm ve cazibe merkezi olduğunu kanıtlar nitelikte. Tabiat ve tabiat olaylarının üstünlüğüne karşı kendisini çaresiz gören insan Karadeniz’de de tabiata dair her şeyi tanrılaştırmıştı. Karadeniz insanının bilinen ilk dinsel inanışı ve Hellenlerin anayurtlarından beraberinde getirdiği çok tanrılı Olympos tanrı sistemlerinin yanı sıra Pers, Mısır, Yahudi ve Anadolu kökenli kültlere ve sahte peygamberlere de Kült başlığı altında değiniliyor. Karadeniz tarihinin, bugüne kadar bilinen tek gerçeği olan Hellen kolonizasyonu ile sınırlandırılamayacağı, Cide’deki çakmaktaşları, Vezirköprü’de ortaya çıkarılan Hitit kalıntıları, İkiztepe buluntuları ile kanıtlanıyor. Bugüne kadar hep eksik kalmış olan bilgiler; Hitit kültürünün gelişiminde önemli noktalar olan Nerik ve Zalpa; bir Hitit yerleşimi Oluz Höyük; Roma İmparatorluğu’nun ünlü generallerinden Pompeius’un kurduğu kent Pompeiopolis; Yeşilırmak kıyısındaki kutsal merkez Komana; gizemli kralların ülkesi Paphlagonia; Amasya Kalesi’ni oluşturan Kızlar Sarayı ve Harşena Kalesi ile tamamlanıyor. Umuyoruz ki Karadeniz Bölgesi’ndeki araştırmalar daha da yoğunlaşır, güzel bölge doğasıyla olduğu kadar tarihi önemiyle de dillerde dolaşır ve biran önce Karadeniz’deki görkemli kalıntılar yok olmaktan kurtarılır. Geleceğe Bir Anadolu Bırakmak İçin… Aktüel Arkeoloji Dergisi
-
SAYI 16
Efes’in ihtişama düşkün zengin soylularının, kentin en güzel yamacına yaptırdığı muhteşem mimarisi ile görkemli villalar, zengin duvar bezemeleri, tanrısal mozaikler, özel yemek salonları ve odaları ile antik dönem Efes’i. Görkemli yaşamdan kalan görkemli kalıntıları ile bugün bile görenleri kıskandıran YAMAÇ EVLER’in hikayesi ve yapılan çalışmalar anlatılıyor. Efes ve Yamaç Evler ile birlikte üç önemli çalışma daha yer alıyor Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin bu yeni sayısında. Anadolu’nun Demir Çağı’nda ortaya çıkan PATİNA KRALLIĞI’nın başkenti TELL TAYİNAT’ın tapınakları ve kutsal alanları içinde Anadolu’da pek bilinmeyen yeni bir krallığın izleri sürülüyor. Diğer önemli iki konu ise Şarap Tanrısı Dionysos’un doğduğuna inanılan Antik Kent NYSA’nın 20 yıllık kazı çalışması ile birlikte kentin şarap tanrısına adanmış tapınak frizleri içinde hikâyesi anlatılıyor. Son olarak ise antik dönemden günümüze, Anadolu’dan Avrupa’nın içlerine kadar farklı isimlerle de olsa uzanan önemli bir kült JUPİTER DOLİCHENUS’un ilk ortaya çıktığı yer Gaziantep’teki DÜLÜKBABA TEPESİ’ndeki çalışmalar anlatılıyor. Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin bu özel sayısında Hasankeyf için yapılan “Hasankeyf’i Bilir misin?” özel fotograf çekimlerinden, Aphrodisias’ı ziyaret eden iki fotografçının gezi günlüğüne kadar birçok haber yazısı ve sergi ile birlikte arkeoloji ve kültürel miras adına yapılan son dönemdeki tüm çalışmalar, zengin konu içerikleri ile birlikte derginin içerisinde yerini alıyor. Son olarak kaçırılmaması gereken ise Göbekli Tepe’deki en yeni buluntular ve fikirler okuyucu ile ilk kez Aktüel Arkeoloji Dergisi’nde buluşuyor. Şimdiden iyi okumalar...
-
SAYI 15
Bu sefer durduğumuz noktada MÖ 2. bin Anadolusu’nda Hititler ve komşuları var. Mukiş Krallığı ve Alalakh ana konusuyla yeni sayımıza konuk olan yer ise Çukurova Bölgesi ve çevresi… Bu tema içerisinde birbirinden önemli dört yazı yer alıyor. Mukiş Krallığı’nın merkezi ve başkenti olan Alalakh’ın, MÖ 2. binde bölgeler arası yürüttüğü güçler dengesi içinde gidip gelen var olma savaşının tüm ayrıntıları, son dönem kazı çalışmaları ile birlikte yorumlanarak veriliyor. MÖ 2. bin Anadolu’sundan çok uzaklaşmadan, Kilikya Dağları’ndan Ceyhan Ovası’na uzanarak, Kizzuwatna – Hitit ilişkilerinde söz sahibi olmaya başlayan önemli bir kazı, Tatarlı Höyük kazısı. Tatarlı Höyük’te yürütülen çalışmaları okurken, aynı zamanda arkeolojinin aslında ne kadar “canlı” olduğunu da hissediyoruz. Buradaki çalışmaların henüz çok yeni olmasına rağmen, ortaya çıkarılan bulgular heyecanımızı artırıyor. Diğer iki önemli yazı ise arkeolojinin kazı yanından daha çok MÖ 2. bin Anadolu coğrafyasını anlamaya ve bazı yanlışların doğru ya da bazı doğruların yanlış olabileceğine ilişkin hem okuyucuya hem de araştırmacılara yeni fikirler verebilecek ve “neden olmasın” dedirtebilecek nitelikteki çalışmalar.
-
SAYI 14
AKTÜEL ARKEOLOJİ 14. SAYISINI YAYINLADI Türkiye’nin arkeoloji dergisi Aktüel Arkeoloji, 14. sayısını çıkardı. Türkiye’nin arkeoloji dergisi olarak dünyadan ve Türkiye’den birçok arkeoloji, tarih, kültür – sanat, sergi, haber ve etkinliğini okuyucuna sunan Aktüel Arkeoloji, 14. sayısında oldukça zengin bir içerikle hazırlanmış. Tüpraş’ın anasponsorluğunu üstlendiği Aktüel Arkeoloji, yeni yayın çalışması süresince Kültürel ve Arkeolojik Miras’ın korunmasına yönelik de birçok önemli çalışma başlatma kararı almış. 14. sayısının kapağında, İstanbul Yenikapı Kazısı’nda bulunan Bizans Dönemi bir kadın kafatasının, Adlı Tıp Kurumu tarafından yeniden yüzlendirilmesinin hikayesi anlatılmakta. Özellikle üzerinden durulan bir diğer önemli konu ise büyük bir hızla tahrip edilen Frig Kaya Anıtları’nın içler acısı hali ve sonuçlanamayan koruma önlemleri. Bununla birlikte Eskişehir’in tarihine ışık tutan önemli bir kazı Şarhöyük /Dorylaion’un dünden bugüne tüm çalışmaları anlatılmakta. Derginin gelenek haline getirdiği yurtdışından konuk yazar ise Ünlü Mısırlı arkeolog Zahi Hawass. Hawass’ın son dönemlerde gerçekleştirdiği önemli bir araştırma, Kraliçe Hatşheptut’un kayıp mumyasının hikayesi tüm detayları ile okuyucu ile buluşuyor. Buların dışında birçok önemli araştırma ve çalışma da derginin konuları arasında yer alıyor.
-
SAYI 13
DEVLETİN DİLİ Hitit Devlet Antlaşmaları, Devletin Dili, Kapak konusu ile yeni sayısını yayınlayan Aktüel Arkeoloji Dergisi, uzun bir aradan sonra yeniden okuyucusu ile buluştu. Derginin13. sayısı, Türkiye’de son dönemde ön plana çıkan tüm önemli arkeloji ve tarih çalışmalarının toplandığı özel bir sayı olarak yayınlandı. Bu sayıda göze çarpan bir çok haberin yanı sıra, Anadolu’nun ilk imparatorluk devleti Hititlerin, diğer komşu devletler ile uluslararası siyaset dilini aratmayan bir üslüpla kaleme aldırdığı devlet antlaşmalarını anlatan yazı, bugünün devletler arası ilişkilerini anlamada önemli bir bilgi olarak sunuluyor bize. Bu yazıyı takip eden diğer iki yazıdan biri Afganistan’dan, Japon bir bilimadamının Budist bir manastırda yaptığı çalışmalar, diğer yazı ise insanoğlunun avcı toplayıcı toplumdan yerleşik topluma geçişteki son sürek avını sahnelerini anlatıyor. Avcının izleri ile okuyacağınız bu yazı, insanoğlunun ilk psikolojik davranışlarını da anlatması bakımından önemli. Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin bu yeni sayısında bir çok yeni şey de bulabileceğinizi unutmayın, iyi okumalar...
-
SAYI 12
SUALTI ARKEOLOJİ ÖZEL SAYISI ÇIKTI Türkiye’nin arkeoloji dergisi olarak yayın yapan Aktüel Arkeoloji Dergisi 12.sayısını SUALTI ARKEOLOJİ’sine ayırdı. Arkeoloji’nin kalbine yolculuk eden bu özel sayı yılda sadece bir kez hazırlanmakta. Bu özel sayıda, Türkiye kıyılarında yapılan ulusal ve uluslar arası sualtı arkeoloji batık kazılarının tüm bilinmeyenleri ayrıntıları ile yer alıyor. Sualtın Arkeolojisi sayının ana konusu Fransa’da da yılın proje ödülü alan, masalsı bir yolculuğun kahramanı, Antik Çağ Savaş Gemisi “Kybele” ye ayrılmış. MÖ 600’de, Foça’dan çıkıp tüm Akdeniz’i aşarak Marsilya’da koloni kuran Phokaialıların ardından, 2600 sene sonra Antik Çağ Savaş Gemisi “Kybele” ile yol alacak olan ekibin çalışmaları ve yolculukları hakkında geniş bir sohbet içeriyor. Bu muhteşem yolculuğun tüm ayrıntılarını Aktüel Arkeoloji Dergisinde bulabilirisiniz. Bir tapınağa mermer sütunlar taşırken batan “Kızılburun Batığı’nın” gizemli öyküsü ve antik çağa ait bir ticaret gemisinin sualtındaki keşiflerini ilk kez Aktüel Arkeoloji Dergisi tarafından yayınlandı. Derginin son ama en güzel konularından biri usta sualtı fotoğrafçısı Tahsin Ceylan, Osmanlı Padişahı’na hediyeler götürürken batan bir geminin kalbine inerek anlatıyor ve kendinizi Ege’nin sularında kayıp denizcilerin izlerini ararken bulabilirsiniz.
-
SAYI 11
ALACA HÖYÜK KAZISININ 100. YILI Türkiye’nin Arkeoloji Dergisi AKTUEL ARKEOLOJİ, Anadolu’dan ve dünyadan birçok güncel arkeoloji haberleri ile 11. sayısını çıkardı. Dergide yer alan çalışmaların bir kısmı Türkçe ve İngilizce olmak üzere iki dilde yayınlanıyor. 11. sayıdaki öne çıkan yazıların başında, Bulgaristan’ın son dönemlerdeki en önemli arkeoloji çalışmalarından biri olan Trakyalı bir aristokratın, atları ve arabası ile birlikte gömüldüğü, Tümülüs mezar kazısı ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Anadolu tarihi açısından önemli bularak kazı çalışmalarını başlattığı Alaca Höyük yer alıyor. Anadolu’daki en önemli yerleşim alanlarından biri olan Alaca Höyük Kazısının 100 yıllık sürecini kazı başkanı Prof. Dr. Aykut Çınaroğlu’nun kaleminden okuyoruz. Derginin diğer önemli konuları arasında Urartuların eşsiz kültürünü ve izlerini yansıtan Altıntepe’deki kazı çalışmaları ve Eskişehir’in son dönemlerdeki yeni gözdesi Küllüoba Höyük kazısı ile Anadolu’nun erken dönem uygarlıklarına ilişkin birçok gelişme anlatılıyor. Ege’nin en önemli antik kentlerinden biri olan Efes Antik Kenti’nin en erken yerleşim alanı olarak gösterilen Ayasuluk Tepesi’ndeki çalışmalar, Efes Antik kentinin tarihine ışık tutuyor. Derginin son ve en önemli çalışmalarından biri olan Kyzikos’ta ise son dönemde açığa çıkarılan tapınak ve sualtı çalışmaları anlatılıyor. Aktuel Arkeoloji Dergisi, Anadolu Tarihini Anadolu İnsanına Anlatmaya Devam Ediyor.
-
SAYI 10
10. sayısında hem Anadolu’dan hem de yurtdışından birçok güncel arkeoloji haberlerini veren Aktüel Arkeoloji Dergisi, yeni sayısında özellikle Almanya’da bulunan dünyanın en erken çekirdek ailesi ile önümüzdeki dönemlerde de çok ilgi uyandıracağa benzeyen çok yeni bir haberi sunuyor. Oktay Belli’nin son dönemlerde bulup belgelediği Anadolu’nun en Eski Sürek Avı Sahnesi, Anadolu’da arkeolojik kalıntıların hala çok bakir olduğunu ve gün yüzüne çıkmayı beklediklerini gösterirken, Atlas Dergisi’nin editörlerinden Necmi Karul’un Bursa Aktopraklık’taki Tarih Öncesinin İlk Tarımcıları, Batı Anadolu’nun da tarihsel süreci yaşadığını göstermesi açısından çok güzel örnekler olarak ortaya çıkıyorlar. Emel Oybak’ın Arkeobotanik üzerine çalışmalarının dergimizdeki ilk örneği Buğdayın On Binyıllık Öyküsü ile birlikte Güneybatı Anadolu’nun Görkemli Kenti Kibyra ile Ali Ekinci Burdur’un sarp dağlarındaki antik kentin doğa ile bütünleşen muhteşem halini anlatıyor. Derginin son en önemli yazılarından biri olan Teklik içinde Çiftlik ile Gül Işın Anadolu’da erkek ve kadın üzerine kafanızı biraz karıştırabilir. Son olarak Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin önemli projelerinden biri olan I. Ulusal “Çizgilerde Anadolu” karikatür yarışmasına gösterilen ilgi ve katılım beklentilerin çok üzerinde gerçekleşiyor. Dergiye ulaşan yüzlerce karikatür tam olarak bir yaratıcılığın simgesi… Yurtdışından da katılımı sağlamak, yoğun ek süre talepleri ve gelen postaların bazılarının yıpranmış olması gibi nedenlerle son katılım 16 Mayıs 2009 tarihine kadar uzatıldı.
-
SAYI 09
ÖNCE ANADOLU VARDI Aktüel Arkeoloji; yine geçmişin görselleştirildiği yazılarla, güncel haberlerle ve kültürel etkileşimleri, sanatsal değişimleri tam anlamıyla ortaya koyan sergilerle bir bütün olan Aralık ayı sayısını “Önce Anadolu Vardı” kapak ismiyle okuyucularıyla paylaşıyor. Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin bu sayısında yine Kültürel Miras Listesi’nde yer alan değerlerimiz ön planda. Prof. Dr. Oğuz Tekin’in kaleminden Koloni Kentinden İmparatorluk Başkentine Antik Çağda İstanbul yazısının konusunu bir koloni yerleşmesi olan Byzantion oluşturuyor. Tekin, Byzantion’un günümüzden yaklaşık 2668 yıl önce kurulduğunu, bulunduğu yerde ve çevresinde insanoğluna ait ilk izlerin ise çok daha öncesine, tarih öncesi çağlara kadar gittiğini vurgular. İstanbul Tarih Öncesi Araştırmaları – İTA olarak adlandırılan proje kapsamında, Küçükçekmece’de hem arazi hem de göl bölgesinde sürdürülen çalışmaların önemine ve elde edilen yeni bulgulara değinen Emre Güldoğan, İTA-Bölge Kültür Tarihine Yeni Katkılar başlığı taşıyan yazısında, tarihöncesi araştırmalarına önemli bir referans olan Yarımburgaz Mağarası’nın göl havzasına yakınlığına dikkat çekerek, bölgede ele geçirilen yontma taş endüstrisi buluntularının önemini vurguluyor. İstanbul için son derece önemli veriler içeren bu çalışma, devamında belki de, İstanbul’un tarihini değiştirebilecek bulgular sağlayacaktır. “Mimarlık ve heykeltraşlık alanında Pers, Helenistik ve Anadolu geleneklerinin birleştirerek sergilendiği mükemmel bir örnek oluşu, kompleks tasarımı ve devasa ölçeği ile antik dünyada eşi olmayan bir proje oluşturması, o çağda eşi olmayan yüksek bir inşaat tekniği kullanılmış olması” nedenleriyle 1987 yılında Dünya Kültürel Miras Listesi’ne alınan Nemrut Dağı Tümülüsü’nü ve ODTÜ tarafından geliştirilen Kommagene Nemrut Koruma Geliştirme Programı (KNKGP) kapsamında yapılan çalışmaları, Doç. Dr. Neriman Şahin Güçhan’ın kaleminden okuyabiliriz. Dünya Miras Alanları’nın çeşitli yönetim ve güncel arazi kullanımlarından kaynaklanan sorunlarla karşı karşıya olduğunu vurgulayan Ufuk Çörtük, Lykia’nın En Büyük Kenti Ksanthos ve Kült Merkezi Letoon adlı yazısında 1988 yılında Dünya Kültür Miras Listesi’ne alınan Ksanthos-Letoon hakkında önemli bilgiler verir. Çörtük, Ksanthos ve Letoon’un bugünkü durumundan yola çıkarak Türkiye’nin miras alanlarının sorunlarına değinmekte ve çözüm önerileri sunmaktadır. Prof. Dr. Oktay Belli Van-Yoncatepe Saray Banyosu ve Küveti yazısında Doğu Anadolu Bölgesi’nde ilk kez günümüzden 2700 yıl öncesine ait bir sarayın banyo odası, küveti ve soğukluğu konusunda ayrıntılı bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. Günümüzdeki banyo odası ve küvetlerinin ilk örneğini yansıtan Yoncatepe Sarayı banyo odası ve küveti ile Eskiçağ’da Doğu Anadolu Bölgesi’nde yıkanma kültürünün ulaşmış olduğu yüksek seviye konusunda da bilgi veriyor. Son olarak yirmi yıl, on bir aylık saltanatının yirmi yılını seyahat ile geçiren ve Gezgin İmparator olarak tanınan Roma İmparatoru Hadrianus’u ve Hadrianus adına Attaleia’da (Antalya) yaptırılan Hadrianus Kapısı’nı ise Tarkan Kahya ile yakından tanıyoruz. Güncel haberlerin yanı sıra, Metropolitan Museum’da Babil’in Ötesi; 2. Binyılda Sanat, Ticaret ve Diplomasi adıyla ziyaretçilere açılan sergi, görülmeye değer buluntularla Metropolitan Museum’la birlikte Aktüel Arkeoloji Dergisi’nde de yer alıyor.
-
SAYI 07
VE BİRİNCİ YILIMIZ… YEDİNCİ SAYIMIZ. AKTÜEL ARKEOLOJİ DERGİSİ, 2007 Temmuz ayında arkeolojiye gönül vermiş üç arkadaşla yola çıkan Aktüel Arkeoloji Dergisi birinci yılını geride bıraktı. Derginin sürekliliğine dair duyulan şüpheler, sonu gelmeyen finansman sorunları derken tüm zorluklara inat emek, sabır ve mücadeleyle geçen koca bir yıl… TARİH ANADOLU’DA YAZILIYOR ile yedinci sayısını çıkaran Aktüel Arkeoloji Dergisi, Anadolu’nun ilk imparatorluğunu kuran Hititlerin, kabartmalı vazo sanatının en yeni iki örneği, Hüseyindede Vazolarına geniş olarak yer veriliyor. Prof Dr. Tayfun Yıldırım ve Doç Dr. Tunç Sipahi’nin çalışmaları olan Hüseyindede Vazoları üzerinde Hititlerin Anadolu’daki sosyal kültürel ve dinsel yaşamlarına ilişkin sahneler yer alıyor. Vazolar üzerinde saz ve Calpa türü müzik aletleri eşliğinde halay çeken kadınların yer aldığı sahneler, Anadolu’da el ele halay çekmenin tarihine ilişkin önemli bilgiler sunuyor. Dergide yer alan diğer önemli iki yazı ise tarih boyunca kadının bir parçası olan Boncuklar. İstanbul Arkeoloji Müzelerinden Dr. Şeniz Atik ve Gülcan Kongaz’ın kaleminden çıkan tarih boyunca güzellik, kadın ve boncuk yazıları, kadının boncuk ve güzellikle olan ilişkisini anlatıyor. Dergi içinde yer alan diğer iki önemli çalışma ise Anadolu’nun en önemli kentlerinden biri olan Assos Antik kentinin yüzyıllık kazı hikâyesi yeni kazı başkanı Doç Dr. Nurettin Aslan tarafından anlatılıyor. Dünden bugüne Assos tarihi Anadolu’nun son yüzyıllık tarihine de tarihsel bir ışık tutuyor. Derginin son ve en önemli çalışmalarından biri olan Edessa Mozaikleri, hikâyesi herkes için şaşırtıcı olabilecek bir yazı. Bölgeye özgü bir kültürün ürünü olan üzerinde Süryanice diyalektiğinde Aramice yazılar bulunan mozaiklerin tarihsel hikâyeleri ve çalınma hikâyesi anlatılıyor. Okuyucusu ve takipçisine yine çok şey katacak olan Aktüel Arkeoloji Dergisi, Temmuz’un ilk ayından itibaren bayilerde yerini aldı.
-
SAYI 06
ÇAMURUN ALTINDAKİ GEÇMİŞ… Uygarlık Tarihinin yazıldığı coğrafya Anadolu’da, Kültürel Miras ve Arkeolojiyi toplumun geneline anlatan AKTUEL ARKEOLOJİ DERGİSİ ÇAMURUN ALTINDAKİ GEÇMİŞ ile 6. sayısını çıkardı. Dünyanın bilinen en eski tarım öncesi yerleşimi olan Göbeklitepe’den, Osmanlı İmparatorluğuna sayısız Uygarlığın ortaya çıktığı Anadolu’da yayınlanan ilk ve tek Arkeoloji Dergisi olan Aktüel Arkeoloji, yeni sayısında Anadolu’nun bilinmeyen yönlerini Anadolu insanına anlatıyor. Yeni sayısında Anadolu kültür tarihinde yaşanan sorunlar ve tahribatlara büyük yer ayıran Aktüel Arkeoloji, KASTABALA antik kentine yapılan haksızlıklara tüm detayları ile yer veriyor. Mayıs sayısında okuyucusu ile yepyeni bir yüzle buluşan Aktuel Arkeoloji Dergisi, arkeoloji ve kültürel miras konularını Prof Dr. Güven Arsebük ile yapılan söyleşi ile irdeliyor. Birkaç yıl önce tespit edilip kazılmaya başlanan, ÇAMURUN ALTINDAKİ GEÇMİŞ başlığı ile İzmir’in şimdiye kadar tespit edilmiş en eski yerleşimi olan YEŞİLOVA HÖYÜK’ten, büyük bir özveri ve titizlikle yapılan kazı çalışmaları ve restorasyonlar sonrasında güzelliği ve görkemi ile Efes antik kentini geride bırakacak gibi görünen LAODİKEİA’ya kadar oldukça geniş konulara yer veriliyor. Anadolu’daki Pers sanatının en güzel örneklerinden biri ALTIKULAÇ PERS LAHTİ, muhteşem güzelliği ve hikâyesi ile göz doldururken, Anatanrıça kenti METROPOLİS’ın 20 yıllık hikâyesi ve bilinmeyen yönleri anlatılıyor. Troas, Çanakkale bölgesinin parlayan antik kenti PARİON’da sürdürülen çalışmalardan, Anadolu’nun ilk feminist kadını Hitit Kraliçesi PUDUHEPA’nın günümüz kadınına bıraktığı eşitlik hikâyesi ve son olarak Hitit mitolojisinin en güzel örneklerinden biri olan baharın doğuşunun anlatıldığı TANRI TELİPUNİ mitolojisi tüm özgünlüğü ile okuyucusu ile buluşmayı bekliyor.
-
SAYI 05
DİPTEN GELEN TARİH, SUALTI ARKEOLOJİSİ Aktüel Arkeoloji Dergisi 5. özel sayısında Sualtı Arkeolojisinin 50 yıllık tarihine ve bu tarihin arkasındaki tüm sırlara kapısını açtı. Anadolu kıyılarında yaklaşık 50 yıl önce tesadüfen bulunan bir batıkla yeni bir tarih anlayışı başlar. Uygarlık haritasını çıkaranlar o günden sonra bildiklerini değiştirmeye başlarlar. Çünkü Bodrum açıklarında bulunan bir gemi insanlık ve ticaret tarihinin bilinmeyenlerini aydınlatırken, bilinenleri de değiştirmeye zorlar. Aktüel Arkeoloji Dergisi, Dipten gelen tarihle, süngercilikten Sualtı Arkeolojisine, Gelidonya Batığının kazıcısı G. Bass’ın kalemi ile okuyucusu ile paylaşırken, 50 yıllık süre içinde yapılan birçok önemli sualtı çalışmalarına ve projelerine yer veriyor. Dünyanın en önemli sualtı müzelerinden biri olan Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi ve sualtında arkeolojinin başlamasını sağlayan süngercilerle yapılan sohbet ve sualtı fotoğrafçılığı gibi konularla, hem Bodrum hem de sualtı severlere farklı bir bakış getiriyor. Birazcık sualtı arkeolojisi ile ilgilenenlere ise Ege’nin en önemli sualtı projesi olan Liman Tepe kazısı ve İstanbul’da yürütülen batıkların restorasyonu gibi konular ile birlikte TINA, SAD ve ODTU-SAT gibi sualtı kurumlarının çalışmaları sunulmakta. Osmanlı Savaş gemilerinin yapısına ve Çanakkale Savaşındaki gemilerin batıklarına kadar Yakınçağ Deniz tarihine de Aktüel Arkeoloji Dergisi ışık tutarak oldukça geniş bir sınır çiziyor. Arkeolojiyi suya indiren ve tarihi suyun derinliklerinde arayan AktuelArkeoloji, özel sayısı ile iki ay boyunca tüm gazete bayilerinde ve D&R larda okuyucusu ile buluşmaya devam ediyor. SUALTI Arkeoloji Sayısında yer alanlar Prof. Dr. George F. Bass, Texas Üni. Prof. Dr. İdris Bostan, İstanbul Üni. Prof. Dr. Mustafa Şahin, Uludağ Üni. Yrd. Doç. Dr. Harun Özdaş, Dokuz Eylül Üni. Yrd. Doç. Dr. Ufuk Kocabas, İstanbul Üni. Dr. Vasıf Şahoğlu, Ankara Üni. Cihat Vural (Sualtı Arkeoloğu), Enver Arcak (SAD Üyesi), Gregory F. Votruba, Güzden Varinlioğlu (SAD Yönetim Kurulu Genel Sekreteri), Işıl Özsait Kocabaş, İstanbul Üni. Levent Keskin, Levent Konuk (Sualtı Fotoğrafçısı), Oğuz Aydemir (Türkiye Sualtı Arkeolojisi Vakfı Başkanı), Osman Erkut (360 Derece Araştırma Grubu Başkanı), Volkan Evrin (ODTÜ SAT, SAD Üyesi), Savaş Karakaş (Belgesel Yapımcısı), Yaşar Yıldız (Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi Müdürü)
-
SAYI 04
AKTUELARKEOLOJİ 4. SAYISI İLE Dördüncü sayısını 2008’in Ocak ayında çıkaran AKTÜEL ARKEOLOJİ Dergisi, Anadolu tarihinin dünya tarihine hiç durmadan sunduğu yenilikleri okuyucusuna aktarmaya devam ediyor. Arkeolojik olarak yaşadığımız coğrafyanın uygarlık tarihine katkıları hem daha önce bildiklerimizi değiştirirken hem de Anadolu’yu anlamanın ne kadar zor olduğunu gösteriyor. En son Denizli’de bulunan Home Erectus fosili, Çatalhöyük’ten daha eski ve görkemli bir tarihi olan Göbekli Tepe ve dünyanın bilinen en eski barajını bize veren Alacahöyük gibi yerleşimlerin bilgilerini okuyucusuna aktarmak ise Aktüel Arkeolojinin üzerinde en çok durduğu çalışma alanı olarak görünmekte. Aktüel Arkeoloji’nin yeni sayısı olan dördüncü sayısında Geçmiş ve Gelecek teması ile yok edilen tarihi alanlar, kalıntılar ve kültür varlıklarının korunması ve geleceğe sağlıklı bir şekilde aktarılmasının üzerinde duruyor. Dergi özellikle göz yumamadıklarımız başlığı ile verdiği bölümde hem Uygarlık Tarihi hem de Anadolu Tarihi acısından son derece önemli olan höyüklerin tahribatını tüm çıplaklığı ile gösteriyor. Dergi, bunların yanı sıra, Anadolu’da arkeolojinin kurucularına özel bir ilgi göstererek “Ustalara Saygı” başlığı altında hayatta olan ilk arkeologlarımızın hayatını tarihi bir belge niteliğinde geleceğe aktarmakta. Bu nedenle ilk söyleşi yapılan Prof Dr. Nimet Özgüç ise tam 91 yaşında büyük bir usta. Derginin yeni sayısında Anadolu’nun en eski halklarından biri olarak bilinen Leleglere ait antik bir kent Pedasa’yı Prof. Dr. Adnan Diler’in kalemi ile anlatılırken, Kilikia- Toroslar- da bir kent olan Nagidos’u ise Prof. Dr. Serra Durugönül bize anlatmakta. Her sayısında mitolojiye de yer veren derginin bu sayısında kader tanrıçaları Moiralar anlatılırken, Sualtı arkeolojisi ile Anadolu kıyılarının önemi anlatılırken birçok ilginç konuya da yer veriliyor. Son olarak dergi, Allianoi – Hasankeyf ve Zeugma kentlerinin su altında kalmasını anlatan ulusal bir fotoğraf yarışmasının da tanıtımını üstlenerek sualtına bırakılan antik kalıntılara da destek veriyor.
-
SAYI 03
Aktüel Arkeoloji, Anadolu Tarihini Anadolu İnsanına Anlatıyor… Türkiye’nin kültür değerlerini göz önünde bulundurarak, bunların öneminin aktarılmasını ve sahip olunan değerler için bir koruma bilincinin oluşturulmasını amaçlayarak çalışmalara başlayan Aktüel Arkeoloji Dergisi, gün geçtikçe daha büyük bir ilgiyle karşılaşmaktadır. Yayın hayatında henüz yeni olmasına rağmen, ulaştığı geniş kitle, yapılan yorumlar ve sunulan destekler gurur vericidir. Geçtiğimiz günlerde 3. sayısı “Trakya’ya Adlarını Verenler; Traklar” başlığıyla yeniden okurlarıyla buluşan Aktüel Arkeoloji Dergisi çeşitli medya kanallarından toparlanan güncel arkeoloji haberleriyle asıl konulara giriş yaparak, bu başlık altında, çeşitli bölgelerden kazı çalışmaları haberleri, gün geçtikçe daha yoğun ziyaret akınına uğrayan antik kentlerin yanısıra tarihi eserlerin kaderi olarak yorumlayabildiğimiz kaçakçılık girişimlerine de değinmiştir. Aktüel Arkeoloji Dergisi, bu sayısında, Trakya Bölgesi’ne odaklanmıştır. Ege, Balkanlar, Anadolu ve Karadeniz ile temasının gözden kaçmadığı, bağlantı ve geçiş noktasında olmasından dolayı da tüm kültürlerin izlerini taşıması, Trakya Bölgesi’nin özel olarak ele alınmasını gerektiren en önemli neden olmuştur. Trakya üzerine uzmanlığa sahip sayın hocalarımızın bilgilerinden yararlanılarak hazırlanan Aktüel Arkeoloji’nin bu sayısında; Tarih Öncesi’nde Trakya ve Doğu Trakya’da Traklar başlığı taşıyan yazılarda, Trakya Bölgesi’nin konumu, tarihsel ve kültür tarihi açısından önemi, bölgedeki araştırmaların tarihi ve yapılan incelemelerle gün ışığına çıkan bilgiler, Trak sözcüğünün kökeni ve niteliği, Trak kültürü ve bunun gibi konularda geniş bilgiler verilmiştir. Buna ek olarak Kırım Hanları’nın Trakya’daki İzleri de ele alınan konulardan biridir. Trakya’da mistik bir din olan Orfizm; Trak Atlı Figürünü; Trakya’daki Tümülüs Geleneği, Harekattepe Tümülüsü, Tekirdağ Naip Tümülüsü ve Vize B Tümülüsü; Trak kaleleri ve Silivri’deki Anastaisos Suru; antik kentlerden Hadrianopolis Antik Kenti, Enez Antik kenti, Heraion Teichos, Pınarhisar ve Perinthos Bazilikası bu bilgileri destekleyici niteliktedir. Ayrıca Trakya’da kaçakçılık, definecilik, define sembolleri ve izler de önemli bir gerçeği gözler önüne sermektedir. Trakya Bölgesi’nin önemi göz önünde bulundurularak bilgi ve bununla bağlantılı olarak da ilgi boşluğunu kapatmayı amaçlayan Aktüel Arkeoloji, bu girişiminde büyük bir başarı elde etmiştir. Aktüel Arkeoloji Dergisi, sahip olduğumuz kültür değerlerini göz önünde bulundurarak, sonraki sayılarda da eksik bilgileri akıcı bir dille kapatmaya ve Anadolu insanına Anadolu’yu anlatmaya devam edecektir.
-
SAYI 01
AKTÜEL ARKEOLOJİ DERGİSİ’NİN 1. SAYISINDA YER ALAN KONULAR Aktüel Arkeoloji Dergisi, Temmuz ayı içerisinde çıkan ilk sayısında, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin en önemli eserlerinden biri olan İskender Lahdini, Osman Hamdi Bey’in 165. ölüm yıldönümü anısına kapak konusu yapmıştır. Baraj yapımları sırasında su altında kalma kaderine sahip olan antik kentlerimizden sadece biri olan Zeugma Antik Kenti’ne, dünü ve bugünüyle değinilmiştir. İnsanlık tarihine önemli bir ışık tutan Antik Dönemin Spor ve Olimpiyat Oyunları, günümüzdeki demokratik seçimlere farklı bir bakış açısı getiren ve demokratik sürgün olarak adlandırılan antik dönemin seçim pusulası Ostrakonlar diğer önemli konulardır. Bunun yanı sıra Metomorphos Dönüşümler üzerine verilen kısa bilgide Türkler ve Etrüskler arasındaki ilginç bir ilişkiye değinilmiştir. 300 Spartalı filminin tarihsel ve arkeolojik eleştirisi “Batının Doğuya Duyduğu Öfke, 300 Spartalı” adı altında işlenmiştir. Ayrıca Dünya Kültürel Mirası’na da Türkiye boyutu ile özel bir yer ayrılmıştır. “Dünya Kültürel Miras Listesi’nde Türkiye” başlığıyla UNESCO’nun listesinde yer alan 9 kültürel değerimiz kısa bilgilerle verilmiştir. Bunlar; İstanbul’un Tarihi Yerleri, Göreme ve Kapadokya Milli Parkı, Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası, Hattuşaş, Nemrut Dağı, Ksanthos-Letoon, Pamukkale-Hierapolis, Safranbolu Şehri ve Truva’dır. Basında arkeoloji ve kaçakçılık haberleriyle de son verilmiştir.
İletişim Formu
gizle
Soru Sor